• Sonuç bulunamadı

3. MURAT GÜLSOY’UN HAYATI ve ESERLERİ:

4.4. Karanlıkta:

Postmodern edebiyat düşüncesine göre hiçbir metin nihai bir hakikate gönderimde bulunmaz. Hakikatten de öte düzeyi ne olursa olsun bütün gerçeklikler de kurgusaldır. Anlam, dil dünyasında var olur ve sınırları da bu sebepten dolayı her zaman dil içerisinde belirlenir. Eğer bir gerçeklik kabul edilecekse, bu ancak çoğulcu bir yapıyla mümkündür. Postmodern anlatıda bu düşünceler doğrultusunda hiçbir metnin sonu yoktur; sınırları net değildir; her zaman sorulacak bir soru daha vardır. Kitaptaki üçüncü öykü olan karanlıkta, asansörde elektriklerin gitmesi sonucunda kabinde mahsur kalan, birbirini tanımayan iki kişinin hikâyesidir. Öykünün temeli modern dünyada yaşan insanın kimlik sorunudur. Öykünün başında iki kişinin diyaloglarıyla şekillenen hikâye, sonunda tek kişilik bir monologa dönüşür. Öykünün kronotopu burada elektrik kesintisi sonucunda kabinde mahsur kalmalarıdır. Asansörde adeta zaman askıya alınmıştır. Bu zamansız ve karanlık ortamda birbirini tanımayan iki kişi, yavaş yavaş birbirlerini tanımaya başlarlar.

Karakterlerden erkek olanı apartmanın sahibidir ve beşinci katta oturur; elektriğin diğer bir kurbanı olan kadın ise, Yengesini ziyarete gelmiş birisidir. Kadın tedirgin hareketler sergilerken erkek olan ona göre daha sakindir ve zamanın geçmesini, elektriğin gelmesini bekler. Ufacık kabinde mahsur kaldıklarından ötürü birbirleri ile konuşmaya başlarlar. Aralarında başlayan bu diyalog hikâyenin temelini oluşturmaktadır. Necip, kendisini doktor; Nil ise, öğretmen olarak tanıtır. Karanlık sebebiyle birbirlerini göremezler ve birbirlerine dair tek bilgileri sesleridir.

Günlük hayatta herkesin yaşayabileceği bir olay etrafında Gülsoy, yarattığı kurguyla okurun dikkatini başka bir yere çekmek ister. Karanlıkta tedirgin olan ve canı sıkılan iki kişi, bir diğerinin teklifiyle birlikte bir oyun oynamaya başlarlar. Bu oyunda birbirlerine sordukları sorular, onları kendi özel hayatlarında derin anılara götürür. Böylelikle birbirleri hakkında daha özel bilgiler öğrenirler. Bu bilgiler onları birbirlerine yakınlaştırır. Bu yakınlaşma sonucunda, Necip doktor olduğu için, Nil sırt ağrılarından bahseder onu elleriyle bir yoklamasını, muayene etmesini ister. Nil, yeni tanıştığı bu doktordan tedavi için ilaç yazmasını istediğinde ise, Necip hiçbir şey söyleyemez, heyecanlanır ve sonrasında gerçekleri kadına anlatmaya karar verir:

‘’ - Nil Hanım, ben size yalan söyledim. - Yalan mı hangi konuda?

- Mesleğim… - Olamaz!

- Çok özür dilerim… Gerçekten… Neden bilmiyorum… Yani size güven vermek istedim. Böyle karanlıkta tanımadığınız bir adamla asansörde kalmaktan tedirgin olacağınızı düşündüm… Yani doktor olduğumu söylersem, bana güvenirsiniz diye…’’(s.67)

Necip’in bu itirafından sonra ikilinin arasında bir soğukluk olur. Adam kendini anlatmak istese de kadın durumu kabul etmez ve sinirlenir. Fakat uzun ısrarlar sonucunda yumuşar. Aradan geçen kısa bir zamandan sonra Nil de bir itirafta bulunur:

‘’- Adım… Nil Fikret olduğunu söyledim. Bu doğru değildi. Adım Gülin. - Göbek adınız olduğunu söylemiştiniz.

- Evet, çünkü ağzımdan kaçırmıştım, siz de üzerine gidince öyle söyledim. - Peki, neden adınızı saklama gereği duydunuz?

- Bilmiyorum. Hiç tanımadığım birine… Daha sonra görmeyeceğim birine adımı söylemek istemedim. Şehir hayatı insanı paranoyak yapıyor. Siz tanışalım deyince birden tepki duydum. Hayır, da demek olmazdı. Aklıma ilk gelen adı söyleyiverdim. Tevfik Fikret’i çok sevdiğim için, Nil Fikret dedim.‘'(s.69)

Nil’in daha doğrusu Gülin’in bu itirafı sonrasında mahcubiyetleri eşitlenen iki yeni arkadaş, birbirlerinden özür diler. Öykünün merkezindeki ‘’güvensizlik’’ problemi ise, kuşkusuz bir modern dönem eleştirisidir. Modern dönemin, birey merkezci ‘’kazandıkça kazan’’ fikri insanlar arasında bir güvensizliğe yol açmıştır. Bireysel bir hayatı önceleyen modern dünya insanının ötekine karşı güvensizliğini giderek arttırmıştır. Yazar bu noktada iki konuyu ele alır: Birincisi modern dönem birey eleştirisi; ikincisi ise, bu güvensizlik ortamının kırılmasını sağlayan kurgusal gerçekliğin gücü.

İnsan her zaman kurgunun gerçekliğine inanır. Çünkü anlatılan yaşanmıştır. Necip ve Gülin’in birbirlerine söyledikleri yalanlar, yazarın oluşturduğu kurgusal gerçekliklere oldukça benzerdir. Okur, bir karakterin gerçekliğine, bilgisine, yaşadıklarına tıpkı Gülin’in, Necip’in mesleğine inandığı gibi inanır. Diğer taraftan okurda ikinci isimlerin de ilkinde olduğu gibi gerçek olup olamadığı şüphesinin uyandırılması postmodern metinlerin olmazsa olmazıdır. Ayrıca bu inanış kurgunun içine dâhil olmanın ön şartıdır. Yine Murat Gülsoy’un kaleme aldığı Âlemlerin Sürekliliği adlı eserde, yazar, karakterine şunları söyletir: ‘’Arnavutköy Burnu’ndaki fenerin önünde bir sigara yaktım. Bu konudan kimseye söz etmemeye karar verdim. Kimseye anlatmazsam, o olay hiç yaşanmamış olacaktı.’’120

Söz konusu hikâyede kahramanın önünü iki kişi kesmiş ve ondan para istemiştir. Olaydan çok etkilenen şahıs, bunu kimseye korkusundan anlatamaz ve anlatılamadığından dolayı da bu olay kurgu gereği metne geçirilemez ve yaşanmamış sayılır. Elbette bu durumun tersi de gerçekleşebilir. Tıpkı burada incelenen öyküde söz konusu olduğu gibi. Anlatılmayan

şeyler gerçek olmadığı kadar, anlatılan şeyler de gerçektir. Böylece gerçeklikle

kurgu tekrar sorgulanarak aralarındaki sınır kaldırılmış olur.

120

‘’Hikâye anlatıcısının en bariz yapay araçlarından biri, aksiyonun yüzeyinin altına inerek karakterin zihni ve kalbi konusunda güvenilir bir bakış açısı elde etmektir. Doğal yoldan hikâye anlatmaya dair fikirlerimiz ne olursa olsun, mahut gerçek hayatta hiç kimsenin bilemeyeceği bir şeyi yazar bize anlattığında yapaylığı görmemek mümkün değildir. Hayatta sadece kendimizi tamamen güvenilir içsel işaretler sayesinde biliriz ve çoğumuzun kendimize dair görüşleri bile kısmidir. O hâlde edebiyatta daha en başından itibaren güdülerin doğrudan ve yazar tarafından belirtilmesi, kendi hayatlarımızda başkaları söz konusu olunca asla kaçınamadığımız altı boş çıkarımlara dayanma zorunluluğunun devreye girmemesi tuhaf bir durumdur.’’121

Booth’un kurmaca üzerindeki bu sözleri oldukça önemlidir. Kurgusal metin ile okuyucu arasında gerçekten de tuhaf bir durum söz konusudur. Kurgusallığı kabul eden okur, metindeki karakter ve yaşananları da koşulsuz kabul eder. Söz gelimi yeni tanışılan bir insanın ya da eskiden beri tanınan bir dostun bile anlattıklarının belli bir mantık sınırı içerisinde olması beklenirken, bir okur olarak insan, kurgu metinde bu şartları aramaz. Anlatılan karakterin duygularına ve yaşadıklarına koşulsuz bir inanç vardır. Bu yalnızca iyi hazırlanmış bir karakter için de geçerli değildir. Okurun onda bir şeyler bulmasına, kendisiyle bir bağ kurmasına da gerek duyulmaz. Çünkü okur olmanın ilk şartı, yazarın doğruyu söylerken bile yalan söyleyebileceğini kabul etmektir.

İşte Gülin de Necip de bu durumdan faydalanmak isterler. İkisi de bu kurgusallığı kabul ettiğinde ise, okuyucular için başka bir durum söz konusu ortaya çıkmaya başlar. Kahramanlar karşı tarafı affettiklerinde birbirleri hakkındaki konuşmalar daha da derine inmeye başlar:

‘’- Kendimi Çok huzurlu hissediyorum. Ağır bir hastalıktan uyanmış gibi... - Konuşmak, paylaşmak rahatlatır insanı.

- Ama aynı zamanda içimde bir korku var. Bu huzuru kaybetmekten korkuyorum şimdi.

- Öyle demeyin…

- Ama gerçek bu… Birazdan elektrik gelecek, asansör çalışmaya başlayacak… sanki askıya alınmış bir zaman dilimindeyiz

- Zamanın durdurulması gibi…

121

- Evet… Ama aynı zamanda yeniden akmaya başladığında… Asansör çalıştığında… Hayatlarımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz. Bu an hiç yaşanmamış gibi olacak.’’ (s.74)

Bu zamanda asılı kalma durumu, iki karakteri birbirine daha da yaklaştırmıştır. Fakat ortaya çıkan bu yakınlaşma öykünün sonunda sınırları aşar ve bir sınırsızlık oluşturur. İki karakter adeta iç içe geçmiştir. Öykü baştan sonra bir diyalog hâlinde ilerlerken, ani bir şekilde monologa dönüşür:

‘’- Biz hep böyle karanlıkta söyleşmek üzere yaratılmışız belki de… - Belki de siz yoksunuz.

- Belki de bu asansörün içinde yalnızım. Belki de zihnimin bir oyunu bu. Varlığınız…

- Belki de bir rüyanın içindeyim.

- Belki de o ağır yalnızlık anlarından birinde beni sarmalamasını istediğim bir hayal tutsağı oldum…

Belki de saçmalıyorum…

Neden cevap vermiyorsunuz? Orada mısınız? Ne olur konuşun… Orada olduğunuzu söyleyin bana… Birileri olmalı.’’ (s.75)

Yazar tarafından gerçek ve gerçeküstü bir gerçeklik durumu oluşturulur. Okur yine derin bir yanılsama hâlinde, ucu açık bir hikâyeyle karşı karşıyadır. Sonunda hayal olan karakter; Necip midir, yoksa Gülin midir? Sorusuna cevap aranırken ikisinin de kurmaca olduğu ıskalanır. Hikâyenin sonunda tek başına kalan karakterin, ‘’birileri olmalı’’ serzenişi, asansör/asansör boşluğuna, dolayısıyla Kara Kitap ve Hüsn-ü

Aşk’a bir gönderme midir, yoksa okura bir sesleniş midir, yoksa her ikisi de mi?

Gülsoy’un metinlerarasılık, üstkurmaca, rüya, fantastik, bilinçaltı gibi pek çok farklı tekniği bir araya getirerek oluşturduğu Karanlıkta öyküsü, okura modern dünyanın sıkıntılarını ve sıkışmışlığını sorgulatırken, sanatsal anlamda da gerçeküstü bir dünyanın kapılarını aralar.