• Sonuç bulunamadı

1.6. Aile ve Boşanmaya İlişkin Kuramsal Yaklaşımlar

2.1.4. Boşanmanın Sosyolojik Dinamikleri

2.1.4.2. Kadının İşgücüne Katılımı

Dünyanın hemen her ülkesinde önemli bir üretim unsuru olan kadınların emek piyasalarındaki varlıkları gerek geçmişte, gerekse günümüzde erkeklerin gerisinde, ‘ikincil işgücü’ statüsü ile sınırlı kalır. Kadınların emek piyasalarındaki ikincil statüleri temelde kadını çocuk doğuran ve onun bakımını üstlenen, ev işlerini yapan; buna karşın erkeği ise piyasada çalışarak para kazanan birey olarak konumlandıran cinsiyete dayalı geleneksel iş bölümünden kaynaklanır. Bu türden bir iş bölümünün değişime uğramasında 1750’lerden itibaren İngiltere’de sanayileşmenin başlaması etkili olur. Sanayileşmeyle birlikte üretim fabrikalarda yapılmaya başlar. Sanayileşmenin getirdiği makineleşme ve istihdam anlayışı, kas gücüne dayanan ve bunun için de fazla sayıda bireyin çalışmasına ihtiyaç duyulan üretim modelini değişime uğratır. Sanayileşmede temel olan, belli bir iş için yeterli donanımı olan kişiyi istihdam etmektir (Giddens, 2005, s.385). Dolayısıyla Tilly and Scott’ın (1978) belirttiği gibi Avrupa sanayisinde başlayan kitle üretiminin yanı sıra tarımda da devrim niteliğinde gelişmelerin yaşanması tarımda ihtiyaçtan çok daha fazla olan kadın işgücü için, istihdam sorunu yaratır. Bunun sonucunda boşa çıkan tarımsal kadın işgücü kente göç ederek emek piyasalarına işgücü olarak katılmaya başlar. Sanayileşmenin bu ilk döneminde özellikle tekstil işkolunda çalıştırılan kadın işgücü oranı 10 yıllık bir süreç içerisinde %10 oranında bir artış göstererek 1841’de %35’lerden 1851’de %45’e yükselir. Yine aynı yıllarda, imalat sanayisinin tarım sektöründen boşa çıkan kadın işgücüne istihdam yaratmakta yetersiz kalması, kadın işgücünün önemli bir kısmının (%40) kentlerde hizmet sektöründe temizlikçi olarak çalışmaya başlamasına sebep olur. İngiltere’de bu şekilde başlangıç gösteren kadınların işgücüne katılımı süreci daha sonraları Fransa başta olmak üzere diğer Avrupa ülkelerine de

yayılır. Avrupa kıtası ile sınırlı kalmayan sanayileşme kaynaklı kadın istihdamı Amerika Birleşik Devletleri’nde de tarım sektöründe ücretsiz aile işçisi olarak istihdam imkânı bulabilen kadınların sanayi sektöründe çalışmalarının önünü açar. Zamanla gelişen sanayinin etkisiyle ise artan ölçekler ve firma sayılarına bağlı olarak kadınlar imalat sanayisinin yanı sıra; tezgahtarlık, sekreterlik, muhasebecilik gibi hizmet işlerinde de çalışma imkanı elde ederler (Özer ve Biçerli, 2003, s.57). Kadının işgücüne katılımı üzerinde en etkili olaylardan bir diğeri ise, II.Dünya Savaşı’dır.

Savaş yıllarında erkeklerin savaşa katılımı işgücü kıtlığı yaratır. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından karşılaşılan işgücü ihtiyacının doğal bir sonucu olarak erkek işlerine kadınlar istihdam edilir (Giddens, 2005, s.385-386). İkinci Dünya Savaşı, işgücünün çeşitlenmesinde etkili olduğu kadar üretim biçimleri üzerinde de etkili olur. Söz konusu savaşın ardından A.B.D.’de hakim üretim biçimi olan fordist üretim başta Avrupa olmak üzere tüm ülkelerde yayılmaya başlar. Belirli iş tanımlarını ve ortalama vasıfsız işçinin kullanabileceği düşük teknolojiyi temel alan bu üretim biçimi içerisinde standart tüketim maddelerinin üretilerek geniş ve tek düze pazarlara dağıtımı savaş sonrası dönemden 1970’lere kadar başarılı bir şekilde işler (Kurtulmuş, 1996, s.181). Ne var ki 1970’lerde sistem kaynaklı verimlilik düşüşlerinin yaşanması ve küreselleşmeyle bağlantılı olarak uluslar arası ticaretin genişlemesi ve standart ürünlerden çok, özelliği olan ürünlere talebin artması sistemin değişen durumlara uyum sağlayamamasına neden olur. Dolayısıyla üretim sisteminde bir değişikliğe gidilmesi gerekliliği doğar. Aynı dönemde Japonya’da uygulanan esnek üretim biçiminin başarılı sonuç vermesi, uyguladıkları üretim sistemi başarısız olan diğer ülkelerin Japonya’daki bu modeli örnek almalarında etkili olur. Çalışma sürelerinin sabit olmayışı temeline dayanan esnek üretim modelinde işgücü fabrika içinde farklı işlerde kullanılır, işgücünü sürekli olarak fabrikada tutan çalışma saatleri uygulamasından vazgeçilir. Firmaların çerçeve çalışma süresini tespit ederlerken, bu çerçeve içinde hangi sürelerde çalışacaklarına işçilerin kendilerinin karar verdikleri bu sistemde bütün işçilerin firmada olması gereken ara saatleri de tespit edilir. Böylelikle işçiler günlük veya haftalık tam zamanlı çalışma zorunluluğundan kurtulur (Özer ve Biçerli, 2003, s.59).

Esnek üretim sistemi çalışma sürelerinin esnekleşmesinin yanı sıra malların kitlesel olarak üretilmesi yerine küçük bölümlerde üretimi ve standartlaştırılmış üretim yerine ürün çeşitlemesine dayanan değişik ürün türlerinde üretimin yapılmasını da içerir. Üretimin esnekleşmesi ile birlikte işletmelerin tam zamanlı çalışan sayısını azaltarak giderek artan oranda yarı zamanlı ve geçici personel istihdamına yöneldikleri ve/veya fason çalışma biçimlerine kaydıkları görülür. Bu yeni sistem özellikle gelişmiş ülkelerde aile içi

sorumlulukları nedeniyle emek piyasalarına katılamayan kadınların piyasada çalışmalarına önemli ölçüde olanak sağlar. Esnek üretim sisteminin yaratmış olduğu yarı zamanlı istihdam ile kadınlar evdeki sorumluluklarını aksatmadan piyasada çalışma imkânı bulabilirlerken; artan uluslar arası rekabetin maliyeti ön plana çıkarması dolayısıyla tekrar önem kazanan fason üretim modeliyle de gelişmiş ülkelerde önemini yitirmiş olan eve iş verme uygulaması tekrar rağbet kazanarak, iş piyasasında kadın emeğini aranan bir güç haline getirir (Eraydın ve Erendil vd., 1999, s.20). Esnek üretim sisteminin bir diğer özelliği de esnek uzmanlaşmadır. Firmaların değişen müşteri taleplerini karşılayabilmek için işçilerin yerleri ve işlevlerinin üretim sürecinde rahatlıkla değiştirilmesi esasına dayanan esnek uzmanlaşma, bilgisayarlar ve mikro teknolojinin üretimde yaygın olarak kullanılmasını gerektirir (Kurtulmuş, 1996, s.183). Çoğunlukla nitelikli işgücünün lehine olan bu durum, daha düşük nitelikli sıradan işlerin de yaratılmasına imkan sağlaması bakımından kadınların işgücüne katılımında etkilidir (Eraydın ve Erendil vd., 1999, s.22).

Türkiye’de kadınların tarım ve ev dışındaki çalışma hayatına girmeleri, 20. yüzyılın başlarında yaşanan savaşlar nedeniyle erkeklerin orduya katılmaları sonucunda azalan işgücünü desteklemek zorunluluğuyla başlamış olsa da özellikle Cumhuriyet sonrası hızla yaşanan sanayileşme ve beraberinde getirdiği kentleşme ve göç etkenleri iş yaşamında artan kadın oranlarında etkili olur (Günindi-Ersöz, 1999, s.51). Göç ve kentleşme, modernleşme temelinde değişime uğrayan ailenin biçimlenmesinde etkili olan sosyal gerçekliklerdir.

İnsanların, grupların, kültürlerin, dinlerin, etnik toplulukların ve başkaca insan toplulukları ya da kurumların tarım toplumu özelliklerinden bir bakıma koparak kentlerde farklı bir düzen içinde yaşamaya başlamaları, ailenin kentlileşme sürecini başlatır. Endüstrileşmenin beraberinde getirdiği modern kent hayatında değişen üretim ilişkileriyle bağlantılı olarak aile bireyleri ihtiyaçları olan hizmet ve araçlara ulaşabilmek için aile dışı üretim sürecine katılmak zorundadır. Ailenin büyük ölçüde bir tüketim alanına dönüştüğü günümüz kent ailesinde tüketim ihtiyaçlarının çoğalması, değer yapılarının değişmesi ve bireyselliğin ön plana çıkması dolayısıyla hem kadın hem de erkek ev dışında bir işte çalışmak zorundadır (Canatan ve Yıldırım, 2009, s.161-162). Dolayısıyla günümüz toplumlarında kadınların işleri sadece ev içinde sınırlı kalmamakta kadınlar da iş hayatında yer almakta, ev dışında ücretli işlerde çalışmaktadır. Tarihte ilk kez çalışan kadınların eve eşlerinden daha fazla gelir getirdiklerine de yine günümüz enformasyon toplumunda şahit olunur. Öyle ki bu oran Amerikan kadınları arasında çalışan her 3 kadından 1’ini ifade eder (Coates, 2008, s.37-38). Ancak daha önceleri görevleri evle sınırlı kalan kadının, değişen toplum yapısıyla bağlantılı olarak erkeğin yanı sıra ev dışında ücret karşılığı çalışmaya

başlaması, kadının geleneksel cinsiyet rollerinden tamamen sıyrıldığı anlamına gelmez. Cinsiyete dayalı iş bölümü çerçevesinde “ekmek kazanan” erkek ve ailedeki bireylerin bakımlarını sağlayan “dişi kuş” kadın rolü ortadan kalkmaz (Adak, 2007, s.139).

Adak’ın (2007, s.140) aktardığı üzere, Minibaş (1998, s.335) geçen üç yüz yıl içinde kadınların çalışma yaşamına katılımlarının bazı faktörlere bağlı olarak değişebildiğini belirtir. Genel olarak üretim ve istihdam politikaları, ekonomik krizler, enformel sektörün büyüklüğü, nüfus artış hızı, kentleşme, toplumun insan kaynağının yetiştirilmesine verdiği önem, iletişim araçlarını kullanmanın yaygınlaşması, ulaşım olanaklarındaki çeşitlilik, siyasi darbeler, toplumsal değer yargıları ise kadının işgücü arzını etkileyen kaynaklardır. Nitekim cinsiyet rolleriyle ilintili bir şekilde daha önceleri kadınsı işler olarak nitelenen, hizmet ve bakımla ilgili hemşirelik, hosteslik, öğretmenlik, tezgâhtarlık gibi işlerde çalışan kadınların (Koray vd., 199, s.23) eğitimin önem kazanmasıyla çalışma alanları genişler. 1990’lı yılların başından itibaren üniversiteler kadınların çalışma alanlarından biri haline gelir. Kadınların yüksek öğrenim hakkından yararlanmaları 19. yüzyılda burjuva toplumunun gelişimine dayanır. Adak ve Cömertler’in (2005(b), s.11) aktardığına göre Costas burjuva toplumun gelişiminin eğitimin önem kazanmasında etkili olduğunu ve bu sayede önceleri sadece erkeklere tanınan yüksek öğrenim hakkının kadınlara da açılmış olduğunu belirtir. Yapılan yüksek öğretim reformları ve yeniden yapılanan yüksek öğretim sistemleri sayesinde kadınlara öğrenci ve akademisyen olarak yüksek öğretime girme yolları açılmıştır.

Kadının iş hayatında yer alması onun taleplerini artırır. Bir yandan ekonomik olarak güvence elde eden kadın, toplum içindeki konumunu büyük oranda değiştirecek olan kadın hareketlerinin de etkisiyle bir bilince ulaşır (Clarke-Stewart and Brentano, 2006, s.9-10). Abadan’dan (1982) aktarıldığı gibi, ekonomik, sosyal ve teknolojik alanda meydana gelen değişmeler toplumların düşünsel anlamda gelişmesini de beraberinde getirerek kişisel haklar ve cinsiyetler arası eşitsizliğin sorgulanmasında etkili olur. Ortaya çıkan düşünsel çatışma ortamı bazı akımların kuvvetlenmesine olanak sağlarken, feminizm bu alandaki en önemli akımlardan biri haline gelir. Önce 1920’lerde, daha sonra II. Dünya Savaşı’nda, ardından da 1960’larda göç hareketlerinin yoğunlaşması ve kadınların daha fazla iş yaşamı içerisinde yer almaları ile etkin hale gelen feminizm akımının etkisiyle başlatılan cinsiyet ayrımcılığına karşı mücadeleler sonucunda Batı toplumlarında cinsiyetler arasında büyük oranda siyasal, ekonomik ve toplumsal eşitlik sağlanır. Bu süreç sonunda kadının toplumsal yapı içerisinde edilgen bir yapıdan etkin bir konuma geçmesi; evlenme ve boşanma gibi sosyal olgularda modern yaşama özgü yeni durumlara yol açar (Aydın ve Baran, 2010, s.119-120). Kendi kimliğiyle bir farkındalığa ulaştırılan kadının kendine güveni artar. Böylece hem iş yerinde

hem de evde daha bağımsız hale gelir. Kadının kendisini güç ve eşitlik talep eden bir varlık olarak konumlandırması ise, hem ev içindeki hem işteki statüsünü artırır. Kadın var olmak için artık kocasının statüsünden yararlanmak ya da geçimini onun parasıyla sağlamak durumunda değildir. Dolayısıyla mutsuz olduğu bir evliliği sürdürmek konusunda daha az isteklidir. Üstelik 1960 ve 1980 yılları arasında etkili olan kadın hareketlerinin yanı sıra toplumun genelinde meydana gelen değişimler, kişisel beklentilerde de bir değişim yaratarak boşanma oranlarındaki artışta etkin bir rol oynarlar. Toplumun üyelerinin anlam ve kişisel tatmin arayışına girdiği bu dönemler evlilik ve aile kurumlarının da sorgulanmasına yol açtığı gibi, evlilik ve boşanmaya yaklaşımı değiştirir. Bu yıllar, mutsuz giden evlilikleri karşısında bireylerin daha az tolerans göstermeye başladıkları yıllardır. Öyle ki 1962 yılında yapılan bir araştırmada görüşülen kadınların yarısı mutsuz giden evliliklerini devam ettirme eğilimindeyken; bu değişimlerle birlikte aynı kadınların 1985’te beşte birinden daha azı evliliğini sürdürme eğilimi gösterdiği belirlenmiştir (Clarke-Stewart and Brentano, 2006, s.9- 10). Kadınların ev dışında çalışmaları onların tamamen kendilerine ait yeni bir alana sahip olmalarını sağlarken; sahip oldukları iş, bu alanda yaşayabilmeleri için gerekli geliri de onlara sunar. Dolayısıyla çalışan kadın gelenekselleşmiş ailenin kendisine biçtiği rolleri uygulamak ya da geçim kaygısıyla eşine itaat etmek konusunda daha az istekli olabilir. Bu durum ise evliliklerin sona ermesinde etkilidir (Coates, 2008, s.37-38).

Kadınların ekonomik hayata katılımıyla ekonomik bir bağımsızlık elde etmeleri, onların boşanma riskini artırdığı gibi, aynı zamanda potansiyel bir eş olarak beklentilerini de yükseltir. Öyle ki bazı durumlarda kadının ekonomik hayata katılımının sebep olduğu boşanmalar, ancak evliliklerdeki tatmin eksikliğinden kaynaklanan boşanmalardan sonra değerlendirilebilir. Nitekim Amerika’da ülke çapında 1000 kadınla yapılan görüşmelerin değerlendirildiği bir çalışmada, kadınların evliliklerinde aradıkları tatmine ulaşamamış olmaları ve evliliklerindeki bağlılık eksikliğinin, evliliklerini bitirme kararlarında ekonomik bağımsızlıklarından daha etkili olduğu sonucuna varılır (Clarke-Stewart and Brentano, 2006, s.32-33).

Hem erkeğin hem kadının çalışma hayatına sahip olduğu çift gelirli ailelerde paranın aile içindeki bölüşümü ve kullanıldığı alanlar da başlı başına bir tartışma konusudur. Kadınlar çoğunlukla geleceği düşünme eğilimindedirler ve dolayısıyla para harcamak konusunda daha tutumludurlar. Kadınlar aynı zamanda paranın beraber tek bir kaynaktan kullanılmasını kabul etmeyip kendi paralarını ayırmak isterler. Bunun aksine erkekler parayı bir güç aracı olarak görürler. Dolayısıyla eşlerini kontrol edebilmek için evin tüm gelirinin kendilerinde olması beklentisi içindedirler (Coates, 2008, s.44). Her bir bireyin eve gelir getirdiği ve dolayısıyla

kendi parasını harcamak konusunda geleneksel aileye göre çok daha özgür olduğu günümüz ailesinde ise bu durum kaçınılmaz olarak tartışmalara sebep olur.

Çift gelirli ailelerin sıklıkla karşılaştıkları bir diğer sorun ise çalışmaktan arta kalan zamanın evliliğin ilk yıllarında çiftlerin birbirlerini tanımaları için yeterli olmayışıdır. Ev dışında yoğun iş temposunda çalışan çiftler birlikte zaman geçirmek için yeterli vakte sahip değildirler. Yalnızca Amerika toplumunda birlikte geçirilen nitelikli zaman 1975’ten bu yana %26 oranında düşüş gösterir. Ancak günümüz toplumlarında yaşam süresinin yükselmesi, emeklilik süresinde de bir artışa sebep olmuştur. Bu da çiftlerin emekli olduktan sonra birlikte çok fazla zaman geçirmesi demektir ki bu durum, çiftlerin belki de istemedikleri yepyeni bir düzene uyum sağlamaya çalışmaları anlamına gelir (Coates, 2008, s.40).

Geçmişte hayatlarını idame ettirebilmek için kocalarının desteğine ihtiyaç duyan kadınlar günümüzde ise evliliklerini sürdürmek konusunda çekincelere sahiptir. Pek çok araştırmanın da desteklediği gibi toplumun üst sınıflarından gelen ve/veya iyi ücretli işlerde çalışan kadınlar yüksek olasılıklı olarak evliliklerini bitirme eğilimi gösterirlerken; aynı kadınların yeniden evlenme olasılıkları ise en düşük düzeydedir (Parrilo, Stimson and Stimson, 1995, s.292). Kadınların ekonomik olarak bağımsızlık elde etmeleri, onların kötü giden evliliklerini bitirme olasılıklarını artırmakla birlikte, bu demek değildir ki ekonomik durumu iyileşen her kadın boşanma eğilimindedir. Evliliklerinde kadın ve erkeğin birbirini tamamlayan şekilde konumlanıp, ev içi görevlerinde bir iş bölümüne gitmeleri; evliliğin birliğini destekler. Bu durum ise ekonomik bağımsızlık idealinin temelini oluşturur. Ekonomik bağımsızlık idealine göre, eşlerin aile içi rollerinde ve görevlerindeki benzerlik ancak kadının da iş hayatına katılımıyla sağlanır. Bu durum ise çiftlere ortak değerler kazandırarak, onların birbirlerinin hislerini paylaşmalarına fırsat verir. Evliliklerinin daha fazla anlayış ve paylaşma ortamı içinde gerçekleşmesine olanak sağlayarak, eşlerin ilişkilerini de geliştirir (Clarke and Brentano, 2006, s.33).