• Sonuç bulunamadı

Küreselleşme Süerecinde Bölgesel Enetegrasyonlar ve Avrupa Birliği

Tarihsel gelişimi itibariyle incelendiğinde, bugünkü bölgesel ve küresel entegrasyonların büyük ölçüde ticarete dayanan ve başlangıcı hayli geçmişe giden bir sürecin devamı olduğu görülmektedir. Ortaçağ Avrupa’sında “burg” olarak adlandırılan, kasaba ölçeğindeki coğrafi alanlarda küçük egemenlik birimleri olarak varlığını sürdüren derebeylikler, zamanla ekonominin gelişmesi ile, ticari zorluk yaşamaya başlamışlar ve tüccarların, derebeyliklerin dışına çıkmak istemeleri ile yıkılarak yerlerini krallıklarla bırakmışlardır (Atabey vd., 2006:24). Derebeyliklerin yerini alan krallıklar, belli bir dönem daha geniş bir coğrafi alana yayılan, ticaret için daha belirgin kurallar koyan, dolayısıyla ticarete elverişli siyasi ve ekonomik birlikler olmuştur. Ancak, ticaret erbabının zamanla krallık sınırlarının dışındaki kişilerle giderek büyüyen ticari ilişkiler içine girmesi, krallık yapısının da bir süre sonra ekonomik ve ticari faaliyetler için yetersiz kalmasına yol açmıştır. İzleyen dönemde, nihayet krallıklar yıkılmış ve yerlerine üst bir siyasi ve ekonomik birim olan ulus–devletler kurulmuştur. Daha sonrasında ise, köklerini, Rönesans, Aydınlanma, Fransız İhtilali ve Endüstri Devrimi’ne dayandırabileceğimiz modern/endüstriyel gelişmenin

boyutları ulus–devlet boyutunun ötesine geçmeye başlamıştır. Bu süreçte teknolojik ilerleme de oldukça yol kat etmiştir. Nitekim teknoloji gelişmiş ve ucuz olmasından dolayı giderek yaygınlaşmaya başlamıştır (Bozkurt, 1997:23). Böylece ticaretin önündeki engelleri kaldıran bölgesel ekonomik entegrasyonlar oluşmaya başlamış hatta bunun ötesinde tüm dünyayı tek bir pazar olarak görme eğilimindeki globalleşme eğilimleri güç kazanmıştır (Seyidoğlu, 1993:407). Avrupa’daki kimi ulus–devletler de 20 Yüzyıl’ın ortalarından itibaren ortaya çıkıp gelişen uluslarüstü nitelikteki Avrupa Birliği’ne bazı yetkilerini terk etmişlerdir.

Siyasi ve ekonomik birimlerin küçükten büyüğe olan evrimi büyük ölçüde ekonomik ve özellikle de ticari istek ve ihtiyaçların bir sonucudur. Üretim, tüketim ve ticaret için en uygun ölçü olmaktan çıkan yapı, yerini daha büyük ve gelişmiş olana terk etmektedir. Küreselleşme ile küçük olan birimin yerini daha büyüğe terk etme süreci hızlanmıştır. Bunun yanında ticari sınırların kalkmasıyla birlikte ülkeler daha entegre hale gelererk tekten, bölgesel enetegrasyona ve nihai olarakta küresel entegrasyona doru gitmektedirler. Yerelden küresele doğru olan bu eğilim, bugün de tüm hızıyla devam etmektedir. Küreselleşme ile birlikte ticaret, sermaye hareketleri ve teknoloji akımının transnasyonel bir özellik kazanarak yayılması ve yoğunlaşması milli devlet olgusunu aşmakta, sınır ötesi menfaat gruplarını ve değişik milletlere mensup bireyleri sıkı menfaat bağlarıyla birbirlerine bağlamaktadır. Artık devletlerin yanında, uluslararası şirketler ve sermaye piyasaları, uluslararası sivil toplum kuruluşları, uluslararası ve ulus–üstü örgüt ve kuruluşlar da hem uluslararası siyasetin hem de iç siyasetin önemli aktörleri haline gelmişlerdir. Bu durum ulus–devletin artık siyasal iktidarını bu aktörlerle paylaşmak zorunda kaldığı anlamına da gelmektedir. Ulus–devlet ekonomik, siyasal ve sosyal yasamı düzenlerken giderek artan bir şekilde uluslararası şirketlerin, uluslararası sivil toplum kuruluşlarının, uluslararası kuruluşların ve Avrupa Birliği gibi ulus–üstü örgütlenmelerin iradelerini dikkate almak zorunda kalmaktadır (Tok, 2008:19). Ayrıca bugün artık uluslararası piyasalardaki sermaye hareketleri, çokuluslu şirketlerin faaliyetleri, insan hakları, demokrasi, çevre, güvenlik ve siyasal konular ile ilgili pek çok mesele ulus–devletin tek başına kontrolünde olmaktan çıkmıştır. Böylece, ulus–devletin ekonomik, siyasal ve sosyal işlevleri daralmıştır (Kazgan, 2005).

Özellikle, Soğuk Savaş'tan sonra uluslararası sistem henüz tamamlanmamış olan bir küreselleşme süreci içine girmiştir ve küreselleşme olgusu bu dönemde kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştır. Küreselleşme süreci sonucunda ortaya çıkan karşılıklı bağımlılıklar, devletin sınır aşan ekonomik ilişkiler üzerindeki kontrolünü azaltmaktadır. Ekonomik ilişkilerin zedelenmeden devam etmesi ve gelişmesi için gerekli olan uluslararası istikrar

ihtiyacı, küresel ekonomik sistemle bütünleşen ülkeler arasında savaş ihtimalini çok büyük ölçüde azaltmaktadır (DPT, 2004).

Bölgesel entegrasyon, yapılan bölgesel bir antlaşma çerçevesinde, bölgesel işbirliği tesis etmeyi ve bir sinerji oluşturmayı amaçlayan süreçtir. Özellikle küreselleşme ile daha etkili bir süreç haline gelmiştir. Dinamik bir süreç olan bölgesel entegrasyon, ulusal düzeydeki mevcut değerlerin, entegrasyon ile yeni bir forma büründüğü ve etkinliğinin artırıldığı dünya çapındaki bir fenomen (Lombaerde ve Langenhove, 2007:7) olarak değerlendirilirken, diğer taraftan devletlerin karşılıklı olarak ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel ve askeri etkileşimlerini artırmak amacıyla gerçekleştirilen süreç (Ginkel ve Langenhove, 2003:38) olarak da tanımlanmaktadır.

Federal sistemler, birlik ve bölgesel çeşitlilik, etkin bir merkezi güç ihtiyacı ile bu gücün sınırlandırılması ve kontrol edilmesi ihtiyacı arasındaki uzlaşma üzerinde temellendirilmiştir (Heywood, 2006:44). Bölgesel entegrasyonlar da, federalizm benzeri yapılar olarak, ortak değerler üzerinde inşa edilen politikalarla daha etkin ve etkili olmayı hedeflemektedir.

Van Langenhove, bölgesel entegrasyonların en azından bazı unsurlara sahip olması gerektiğini savunmaktadır. (Lombaerde ve Langenhove, 2007:7). Langenhove’a göre bölgesel entegrasyonlar;

 Bölgedeki ticari entegrasyonu kuvvetlendirecek bir yapıya sahip olmalıdır. Ticari ilişkilerin güçlendirilmesi, ortak politika ve rejimlerin uygulanması bölgesel entegrasyonun başarısı için kilit öneme sahiptir.

 Özel sektörün gelişmesine yönelik uygun ortamı sağlamalıdır. Özel sektörün gelişiminin önündeki engelleri kaldıracak yapıda olmalıdır.

 İktisadi büyüme ve bölgesel bütünleşmeyi sağlayacak bir altyapıya sahip olmalı; buna bağlı olarak kamu sektöründe de iyileşme sağlamalıdır.

 Sosyal dışlanma gibi sorunları ortadan kaldıracak yapıda olmalı ve sivil toplumu güçlendirmeli ve bölgede barış ve güvenliği tesis edebilmelidir.

 Bölgesel düzeyde çevresel programlar geliştirebilmeli ve dünyadaki diğer bölgelerle ve bölgesel entegrasyonlarla mevcut etkileşimi kuvvetlendirebilmelidir.

İlk bölgeselleşme hareketi 1834 yılında Almanya'da "Gümrük Birliği"nin kurulması ile gerçekleştirilmiştir (DPT, 1995). Benelux ülkeleri arasındaki gümrük birliği 1948 yılında işlerlik kazanmıştır. 1958 yılında gümrük birliği olarak kurulmuş olan Avrupa Ekonomik Topluluğu'nun uzun vadeli amacı, üye ülkeler arasında Ortak Pazar oluşturmaktı. EFTA 1960 yılında Serbest Ticaret Bölgesi olarak kuruldu. Bu gelişmelerden sonra dünyada 1960'lı yıllarda çeşitli bölgeselleşme hareketleri görüldü. Bu çerçevede Latin Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (LAFTA) 1961 yılında, Orta Amerika Ortak Pazarı (CACM) 1961, Arap Ortak Pazarı 1964, Güney Afrika Gümrük Birliği ise 1969 yılında kuruldu.

1960'lı yıllarda kurulan iktisadi birleşmelerin temel özellikleri birleşmelerin Kuzey– Kuzey (Avrupa Topluluğu) veya Güney–Güney tipi (LAFTA) birleşmeler olmaları ve iktisadi birleşme hareketlerinde amacın farklılıklar göstermesidir. Avrupa Topluluğu için başlangıçta siyasi nedenlerin iktisadi nedenlerden daha önemli olduğu ifade edilmektedir. Diğer taraftan EFTA ve Güney–Güney birleşmelerinde iktisadi faktörlerin ön planda olduğu belirtilmektedir. Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile yakın bir zamanda kurulan LAFTA’nın, AET’ye göre kuruluş aşamasındaki en büyük handikabı üye ülkelerin hukuki, siyasi ve iktisadî açılardan birbirlerine yakın olmamalarıdır (Ferrari, 1993:45). Güney Doğu Asya Ulusları Birliği (ASEAN) Asya’da kurulan bir bölgesel entegrasyondur. Her ne kadar gelişmişlik olarak Avrupa’daki muadillerinden geri kalmışsa da Doğu–Asya’daki birçok ekonomist, ekonomik büyümenin ve parasal istikrarın orta vadede sağlanacağı kanısındadırlar (Wieneke ve Takenberg, 2005).

Bu bağlamda Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), Dünya Bankası (IBRD), Birleşmiş Milletler (BM) gibi kuruluşlar küresel işbirliklerine zemin sağlarken, Avrupa Birliği (Avrupa Birliği), Kuzey Amerika Serbest Ticaret Antlaşması (NAFTA), Güney Amerika Ortak Pazarı (MERCOSUR), Güney Doğu Asya Ulusları Birliği (ASEAN) ve Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) ise bölgesel işbirliği imkânlarına zemin hazırlamaktadır. Avrupa Birliği bölgesel entegrasyonlara verilebilecek en güzel örneklerden biri olarak kaşımıza çıkmaktadır.

Ülkeler arasında oluşan yakın işbirliği, iki yüz yıldan beri süregelen devletin egemen olduğu uluslararası yapıyı değiştirmektedir. Nitekim harita üzerinde çok fazla ülke ve bölgenin var olmasına ve bu ülke veya bölgelerin, coğrafi, siyasi ve hukuksal olarak farklılıklar arz etmelerinden dolayı ülkeler pasaport uygulamalarına halen devam etmektedirler (Mc Cormick, 2005:2). Sürdürülebilir bir barışın elde edilmesi, ticaretin

önündeki tüm engellerin kaldırılması, bireylerin sınırötesi serbest dolaşımının sağlanması, entegre piyasalarının ve ortak politikaların oluşturulması, bölgesel entegrasyonların nedenleri olarak kabul edilmektedir. Bölgesel ekonomik entegrasyonun en güzel örneklerinden biri olarak karşımız Avrupa Birliği çıkmaktadır.

Savaşa karşı barışın sağlanması amacıyla Avrupa’da birçok düşünür ve siyaset adamı Avrupalılık oluşumuna dair birçok proje ortaya atmışlardır. Geçen yüzyıllarda La Rochefoucauld, Saint Simon, William Penn, Duc de Sully, Augustin Thierry, Emille de Girardin, Victor Hugo, Count Coudenhove Kalergi, De Gasperi, M. Briand gibi düşünürler ve 20. Yüzyıl’da Jean Monet, Robert Schuman, Demirer, Henry Speak ve de Gaulle birleşik bir Avrupa yapısının oluşmasında oldukça etkili olmuşlardır (Kızıltan ve Kaya, 2003:3). Nitekim Pierre Dubois, Kutsal Toprakların Kurtarılışı (1306) adlı yapıtında papa önderliğinde bir Hıristiyan birliğinin kalıcı barışı sağlayacağı düşünülmüştür. Bir başka örnek olarak Duc de Sully, ‘Anılar’(1638) adlı yapıtında barış için bir Avrupa Federasyonu önermiştir ve Osmanlı İmparatorluğu ve Çarlık Rusyası gibi Avrupalı olmayan devletleri dışlamıştır Victor Hugo ise kalıcı barış için bir ‘Avrupa Birleşik Devletleri’ kurulmasını şiddetle önermiştir. Fakat Avrupa fikrinin bu kadar eski olmasına rağmen Avrupa’nın siyasi ve ekonomik bir birlik olma yolunda attığı adımların İkinci Dünya Savaşı sonrası hızlandığı kabul edildiğinde bu oluşum oldukça yeni sayılmaktadır (Günuğur, 2007:9).

II. Dünya Savaşı’nın yol açtığı büyük yıkım sonrası oluşan yeni dünya düzeninde Avrupa, ABD ve Rusya arasında bir sınır bölge olarak, bölgesel düzeyde askeri, ekonomik ve siyasi baskılara maruz kalmış, çözümü hem sosyal hem de bölgesel düzeyde kendisine dönüşte bulmuştur. Nitekim Sovyetler Birliği’nin Batı Avrupa’yı iki kutuplu dünyanın diğer tarafı olan ABD’ye yaklaştırmıştır. 1940’lı yıllardan sonra ABD’nin Avrupa’nın meselelerine fazlasıyla müdâhil olma isteği ise yakında Avrupa’da meydana gelecek bütünleşme fikrini güçlendirmiş ve bu süreci daha da hızlandırmıştır (Cini, 2007:10). Böylece bir refah devleti inşa edilmiş, bölgesel uzlaşma öncelikle ekonomik anlamda Avrupalılaşmada bulunmuştur (Ülgen, 2003:38).

Avrupa Birliği, yirmi yedi üye ülkeden oluşan ve toprakları büyük ölçüde Avrupa Kıtası’nda bulunan siyasi ve ekonomik bir örgütlenmedir (Cini, 2007:30). Dolayısıyla Avrupa Birliği’nin üye devletlerarasındaki ilişkileri düzenleyen uluslararası yapısı, merkezi hükümetlerin yetkilerini aşan uluslarüstü karakteri (Aydın, 1996:71) ve hükümetdışı organizasyonlara uzanan geniş sınırları ile bütünleşme alanındaki en iyi örneklerden biri

olarak karşımızda durmaktadır.

Şu anki Avrupa Birliği entegrasyonunun ilk adımı olarak Monnet, “Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu” isimli uluslarüstü bir yetkiyle donatılmış bir örgüt kurma önerisini Almanya’da Prof. Walter Hallstein ile birlikte geliştirmiştir. Monnet’e göre; Avrupa’da barışı ve zenginliği sağlayacak olan bir organizasyonun, üye devletlerin politikalarından bağımsız ve uluslarüstü bir yapıda olması gerekmekle birlikte; böyle bir organizasyon için büyük hedefler belirlemek aynı zamanda başarısızlığa yol açabilecektir. Bu fikri temel dayanak kabul eden Fransız dışişleri bakanı Robert Schuman 9 Mayıs 1950 tarihinde, Fransa ve Almanya arasındaki kömür ve çelik kaynaklarının birleştirilmesini, savaş sanayinin temel girdileri olan bu maddelerin üretim ve kullanımının uluslarüstü bir organın kullanımına bırakılmasını önermiştir. Bu deklarasyon ile Fransa, Ruhr bölgesinde bulunan ve savaş ekonomisinin iki temel girdisi olarak kabul edilen kömür ve çelik maddelerini bir devletin tekelinden çıkarıp ulusüstü bir otoriteye devrini öngörmekte ve bu oluşuma tüm Demokratik Batı Avrupa Ülkelerini davet etmekte ve böylece Ortak Pazar kurmayı hedeflemekteydi. Schuman Deklarasyonu ile üç hedef amaçlanmaktaydı (Günuğur, 2007:37). Bunlar; Fransa ile Almanya’yı yakınlaştırmak, aşamalı bir şekilde Avrupa’da entegrasyonu sağlamak ve genişlemeyi özendirmek amacıyla, egemenlik yetkilerinin bir bölümünün kullanımını devretmekti.

Bu çerçevede öncelikle savaş sanayinin temel girdilerini oluşturan kömür ve çeliğin kullanımını uluslarüstü bir yapının denetimine bırakmak amacıyla zamanın Dışişleri Bakanı Robert Schuman’ın yaptığı çağrı Almanya, Belçika, İtalya, Hollanda ve Lüksemburg tarafından olumlu karşılanmış ve nihayetinde 1951 yılında Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) kurulmasıyla sonuçlanmıştır.

Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT):Avrupa Birliği entegrasyonunda en önemli adımın başlangıcı bizatihi Fransız devlet adamı Jean Monnet’in Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) teklifiyle atılmıştır. Yeni–İşlevselcilik yaklaşımının da esin kaynağı olan bu teklif, özde fonksiyonel işbirliğini esas almakla birlikte kurduğu ulusüstü yüksek otorite ile federalizme benzemektedir. Bu topluluğun teorik temelini İşlevselci yaklaşımın kurucusu olan Mitrany “Federal–Fonksiyonalizm”, E. Haas ise “Neo–Fonksiyonalizm” olarak kavramlaştırmıştır.

1951 yılında Paris Antlaşması’ndan yola çıkarak kurulan AKÇT 1952 yılında uygulamaya girmiştir. Antlaşma yüksek otorite ve kurumsal bir yapı içeren altı üye devlet (Benelux Ülkeleri, Almanya, İtalya ve Fransa) arasında kömür ve çelik piyasasını entegre eden bir yapı içermektedir (Dinan, 2006:128). Schuman, Plan’ı, AKÇT’nin Almanya ve Fransa arasındaki uzlaşmayı sağlayıcı bir faktör olarak görmektedir.

Avrupa’da işbirliğinin ötesine geçen AKÇT’nin amaçlarına ve organlarına bakıldığında amacı (Bozkurt, 1997:9); daha rasyonel üretimi ve dağıtımı sağlamak, üye altı devletin, kömür ve çelik piyasalarını tek piyasa haline getirmek, verimi artırmak ve maliyeti düşürmek, ülkelerarası barışı sağlamak, “Kömür ve Çelik Birliği” gibi Avrupa’da birçok alanda birliklerin kurulumuna gitmektir. AKÇT’nin organları ise (Günuğur, 2007:10), Yüksek Otorite, Ortak Parlamento, Özel Bakanlar Konseyi ve Adalet Divanı’dır.

AKÇT Uluslarüstü yetkiler ile donatılmış bir örgüt olmasına rağmen bir gümrük birliği bile oluşturamamış ve iki üründe serbest dolaşım bölgesi ancak kurabilmiştir. Avrupa’nın savaştan dolayı henüz yaralarını saramamış olması ve Avrupa halklarının birbirlerine duydukları güvensizlik bir bütünleşme için uygun bir ortam oluşturmamaktaydı. Böylece AKÇT Birlik olmanın asgari şartlarını sağlayamamıştır (Çalış, 2006:41). Fakat tüm bu olumsuzluklara rağmen, Avrupa Birliği tarihini izleyenlerin ortak görüşü federalist açıdan yetersiz olmasına ve kurumsal eksikliklere rağmen 1952 yılında yürürlüğe giren AKÇT Antlaşması başarıyla uygulanmıştır. Başlangıçta Almanya ve Fransa arasında kömür ve çelik ticaretini düzenleyen bir tür serbest ticaret antlaşması olan AKÇT sonraları farklı ülkelerin katılımıyla ekonomik entegrasyona dönüşen bir yapının oluşumu için gerekli asgari şartları hazırlamıştır. Bu başarı üye devletleri daha ileri boyuttaki bir bütünleşme için fazlasıyla cesaretlendirmiştir. Bu anlamda AKÇT, Roma Antlaşması’na giden yolu açmıştır.

Avrupa Toplulukları:Benelux ülkeleri ve Almanya, Fransa ve İtalya hükümetlerinin delegeleri Avrupa entegrasyonunun genişletilmesi yolunda Messina Konferansında bir memorandum sunarak, taşıma, nükleer ve geleneksel enerji gibi alanlarda başlatılacak işbirliğinin hem Avrupa’da güvenliğin sağlanması ve hayat standardının yükseltilmesinde etkili olacağını hem de entegrasyon sürecini hızlandıracağını düşünmekteydiler (Bozkurt, 1997:10). Böylece Avrupa bütünleşmesinin geliştirilmesine yönelik ikinci aşama 1957 yılında Roma Antlaşması’nın imzalanmasıyla atılmıştır.

Bu Antlaşma ile iki yeni topluluk daha oluşturulmuştur. Bunlar; gümrük birliği işlemlerini sağlayan “Avrupa Ekonomik Topluluğu” (AET) ve nükleer enerji çalışmaları yürütmek için kurulan ‘‘Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’’ (Euratom)dur. Bu antlaşma kapsamında kurulan Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu, nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanılmasını sağlamak ve bu alanda ülkelerin kaynaklarını bir araya getirmeyi amaçlamaktaydı. Nitekim Batı Avrupa Ülkeleri genellikle enerji bağımlısı ülkelerdir. Bu ülkeler için enerji kaynaklarının sürdürülebilir bir erişim imkânı sağlamak ve enerji araçlarını elde etmek hayati bir konumdadır. Enerji kaynakları açısından nükleer enerji o dönem itibari ile savaş ekonomisi için hayati bir önem taşımaktaydı (Günuğur, 2007:19). Antlaşma’nın amaçlarından birisi, nükleer enerjinin gerek Topluluk içinde ve gerekse Topluluk dışında dağılımına yönelik düzenlemeler yapmaktı. Roma Antlaşması’yla, Antlaşmayı imzalayan altı ülkenin ekonomik gelişme konusunda bütün güçlerini seferber ederek işbirliğine girmeleri sonucu Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun kuruldu ve daha sonra bu üç topluluk bir araya gelerek Avrupa Topluluğu’nu oluşturdular.

Avrupa Ekonomik Topluluğunu kuran Roma Antlaşması Avrupa bütünleşme sürecinde ayrı bir yere sahiptir. Nitekim, bu bütünleşme modelinin diğerlerinden farkı ekonominin tümünü kapsayan bir entegrasyonu gündeme getirmiş olmasıdır. AET’de tarım, ticaret, çevre, ulaştırma gibi konularda ortak politikaların oluşturulması ve rekabet mevzuatının yakınlaştırılması hedeflenmiştir (Bluman, 2004:1). AET, taşıdığı yapısal içerikler yönüyle Paris Antlaşması’na benzer bir yaklaşım üzerine inşa edilmiştir. Nitekim AET Antlaşması’nın ikinci maddesinde, Topluluğun amacı, “Üye ülkeler arasında Topluluk yoluyla ekonomik faaliyetlerin uyumlu bir şekilde geliştirilmesi, sürekli ve dengeli bir genişleme, istikrarı artırma, yaşam standartlarının hızlı geliştirilmesi ve daha yakın ilişkilerin desteklenmesi” olarak açıklanmıştır. Bu amaçları gerçekleştirmek amacıyla üye devletler kendi aralarındaki ticarette tarife dışı araçlar da dâhil, tüm gümrük vergileri ve diğer kısıtlamaları ortadan kaldırmayı, mal, hizmet ve sermayenin dolaşım serbestîsinin sağlanmasını ve son olarak da ortak bir gümrük tarifesi ile yine ortak bir ticaret politikası oluşturmayı kabul etmişleridir (EC, 2006:179).

Antlaşma’nın ikinci maddesinden anlaşılacağı gibi, AET Antlaşması’nın kuruluşunda savaş sonrası yıkılan ekonomilerin inşası gibi ekonomik gerekçeler de etkili olmakla beraber, Avrupada kalıcı barışın tahsis edilmesi ve ortak güvenlik politikaları gibi siyasi sebepler de etkili olmuştur. Antlaşma’da, bir birlikten bahsedilmiş; ekonomik gelişmişliği sağlayacak ve üye ülkeler arasındaki ticareti en doruk noktaya taşıyacak önlemleri almakla tam ekonomik

birlik hedef alınmıştır. Bu Antlaşma ile birlikte ekonomik bütünleşme yolunda bir hayli mesafe kaydedilirken, siyasi bütünleşme fikrine pek vurgu yapılmamıştır.

Avrupa Topluluğu (Avrupa Topluluğu): 1967 yılına gelindiğinde imzalanan Birleştirme Antlaşması ile var olan 3 topluluk, “Avrupa Toplulukları”, yaygın biçimiyle “Avrupa Topluluğu” adıyla tek bir çatı altında toplandı. Avrupa bütünleşmesinin en önemli adımlarından biri, bu üç topluluğun Avrupa Topluluğu’na dönüşmesidir. Topluluğun en önemli ekonomik amacı Avrupa’yı bölen gümrük duvarlarını kaldırarak gümrük birliği çerçevesinde Avrupa ekonomik bütünleşmesini gerçekleştirmektir. Bu dönemde siyasi birlik yönünde önemli tereddütler bulunmasına rağmen, Tek Avrupa Senedi’nin 1986’da imzalanması bu alanda önemli bir gelişme sağlamıştır. 1990 yılında Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Doğu Almanya ve Batı Almanya birleşmiş ve böylece Topluluk doğuya doğru genişlemiştir. Bu genişlemeyle birlikte topluluğa katılmaya aday ülkelerin sağlamakla yükümlü olduğu Kopenhag Kriterleri 1999 yılında kabul edilmiştir. 1993 yılında ise Maastricht Antlaşması yürürlüğe girmiş, ilk kez bu “Avrupa Birliği” terimi kullanılmıştır (Bozkurt, 1997:120).

Avrupa Birliği: Avrupa Birliği Entegrasyon sürecine en önemli katkıyı sağlayan antlaşmalardan biri Maastricht Antlaşması’dır (Günuğur, 2007:25). Avrupa Birliği entegrasyonunu genişletmekte, Avrupa Birliği kurumlarına yenilikler getirmekte ve ortak parasal birliği kurmaktadır. Antlaşma ile Avrupa Topluluğu artık Avrupa Birliği olarak adlandırılıyordu. Antlaşma’nın parlamentolar tarafından onay süreçlerinde bir takım zorluklar çekilmesine rağmen Antlaşma, 1 Kasım 1993’te yürürlüğe girdi. Maastricht Antlaşması egemenlik yetkilerinin kullanımı konusunda üye ülke karar organlarına ciddi kısıtlamalar getirmiştir.

İlk kez Maastricht Antlaşması ile kullanılan “Avrupa Birliği” üç sütün kullanımını uygulamaya sokmuştur. Bugünkü “Avrupa Topluluğu” terimi, geçmişte Avrupa Topluluğu’nu kuran Avrupa topluluklarının uluslarüstü işlemlerini kapsayan birinci sütuna karşılık gelirken, ikinci ve üçüncü sütunlar ise Birlik’in dışişleri ve içişleri ile ilgili, daha çok devletlerarası düzeyde işbirliği imkânı sunmaktadır. Yani devletlerarası işbirliğini farklı alanlarda desteklemektedir. Günlük konuşma dilinde “Avrupa Birliği” terimi, Avrupa Topluluğu için de kullanılmaktadır ve Birlik’in birinci sütununun bir ögesi olarak “Avrupa Topluluğu” adı, öngörüldüğü tarihte yürürlüğe giren Lizbon Antlaşması ile birlikte kullanımdan kalkacaktı (Günuğur, 2007:33).

Maastricht Antlaşması’nda yer alan demokrasi ve dış politika başlıklarında