• Sonuç bulunamadı

Roma Antlaşmasına göre Avrupa Birliği belli üyeler ile sabit kalmayacak ve genişlemeye açık olacak ve sınırları gelişecekti (Günuğur, 2007:45). Nitekim Avrupa Birliği genişlemesinin tanımını yapacak olursak, genişleme, Avrupa Birliği’ne yeni ülkelerin katılmasıdır (Bomberg ve Stubb, 2005:149). Diğer bir deyişle genişleme, “Avrupa Birliği’nin üye olmayan devletlere açılımı” olarak da nitelendirilmektedir. Ayrıca, genişleme, yeni bir devletin üyelik kabulü, potansiyel arz eden istikrara sahip olmayan demokratik ülkelerin demokratikleşme süreci, siyasi ve ekonomik istikrarı sağlama ve en önemlisi Birlik’in sınır güvenliğinin sağlanmasıdır.

Genişleme, 1950’li yılların başından beri Avrupa Birliği’ne sıkça tartışılan bir konu olmakta ve Avrupa Birliği’nin önemli bir gündem maddesini teşkil etmektedir (Dinan, 2006:272). Şöyle ki Avrupa Birliği yıllar boyu komşu ülkeler için bir çekim/odak noktası olurken, onları zamanla Birlik’e dâhil etmiş, onların Birlik üyeliğine giden yollarını açmıştır. Başlangıçta altı farklı devletin Avrupa Toplulukları çatısı altında bir araya gelerek haiz oldukları yetkilerin bir kısmını merkezi bir otoriteye devretmesiyle Avrupa Birliği bütünleşme süreci başlamıştır. Bu süreci aşamalı olarak üye devlet sayısını ve yetki alanını artırarak devam eden ve günümüzde ekonomik/sektörel açıdan olduğu kadar siyasal açıdan da iddialı olmaya çalışan bütünleşme hareketi, entegrasyon sürecini inceleyen araştırmacılar için bir çekim noktası olmuştur. Fakat Ortak Pazar, AET bünyesinde pek çok krizin yaşanmasına ve üye altı devlet arasında çoğunlukla işbirliği ve uzlaşmanın imkânsızlaşmasına, dolayısıyla derinleşme yolunun tıkanmasına neden olmuştur. Özellikle üye ülkelerin kendi aralarında kurucu antlaşma ile belirlenen hedeflere ulaşmak için yasalarını uyumlaştırma zorunluluğu sıkıntı ve krizlere yol açmıştır. Derinleşmenin tıkandığı bu noktada genişleme süreci başlamış, Avrupa Topluluğu içinde farklı gelişme düzeyleri ve sosyo–kültürel özellikleri olan ülkeler birleşmiştir (Özonur, 2006:2).

Nitekim başlangıçta sadece altı üyesi olan Birlik, günümüzde 27 ülkeye ulaşmıştır. (Kahraman, 2003:355). Fakt Avrupa Birliği genişleme sürecini henüz sonlandırmış deil. Şöyle ki, Roma Antlaşması’nın 237. ve 239. Maddelerinde, her Avrupa ülkesinin topluluğa üyelik için başvurabileceği ve bütünleşme ile genişlemenin limitsiz bir süreç olduğu vurgulanmıştır. Bu düzenlemeler, Avrupa düşüncesinin, geçmişten gelen önemli bir siyasi tercih olduğunu göstermiştir. Avrupa Komisyonu'nun 2007–2008 genişleme stratejisi ile ilgili yayınladığı raporda genişlemenin, bugün dahi Avrupa Birliği’nin en güçlü siyasi aracı olduğu vurgulanmıştır. Genişlemeyle birlikte Birlik’in güvenliğinin sağlanmasında, çatışmanın

giderilmesinde ve Avrupa için hayati bir öneme sahip olan sürekli ve sürdürülebilir bir enerji arzının tedarik edilmesinde Birlik’in daha güçlü olacağı düşünülmüştür (EC, 2007).

Avrupa Birliği entegrasyonunun başlangıcını oluşturan altı devletle başlayan genişleme süreci günümüze dek kendine has bir şekilde dikkatlice düşünülmüş ve genişlemenin her bir safhası yine dikkatlice tasarlanmış, süreç, bazen uzun müzakere ve uzlaşmalar ile devam ettirilmiştir. İlk genişleme sürecinin müzakereleri on yıldan fazla bir zaman alırken, üçüncü genişleme dalgasının müzakereleri on yıldan daha kısa sürmüştür (Akay, 2005:466) ve en son besinci dalganın gerçekleşmesi de dört yıla yakın bir zaman almıştır (Laursen, 2005:10).

Tarihsel süreç içinde Avrupa Birliği bir yandan derinleşirken bir yandan da genişlemiştir (EC, 2003:4). 1951 yılında yaşlı kıtanın merkezinde Kuzey–Güney ekseninde yer alan altı ülkeyle başlayan bütünleşme girişiminde, gerçeklesen son dalgasının ardından Avrupa Birliği 27 üyeli bir hale gelmiştir. Kimileri Avrupa Birliği’nin sınırlarını Atlantik’ten başlatıp Ural Dağları’na kadar devam ettirirken, kimileri ise Büyük Britanya Adasını bile Avrupa’ya dâhil etmemektedir. Avrupa Birliği’nin genişlemesinin 40 ülkeye kadar sürmesi, İzlanda’dan Hazar Denizi’ne kadar uzanabilmesi olası (Gökbunar, 2008:5) görülmektedir.

İlk Avrupa Birliği genişleme süreci Roma Antlaşması ile kurulan Avrupa Ekonomik Topluluğu ile oluşmuştur. Kurucu Altı üye; Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda, İtalya ve Lüksemburg’tur. Bu ülkeler aynı zamanda 1952 tarihli AKÇT’nin de kurucusuydu. İlk olarak birliği destekleyici konumundaki İngiltere Şubat 1961’de ilk kez resmen adaylığını koymuş, ancak de Gaulle tarafından gelen veto ile topluluğa katılamamıştır. Daha sonra 10 Mayıs 1967’de başvurmuş fakat bir kez daha de Gaulle eksenli Fransız vetosu ile karşılaşmıştır. Bu vetoların ardında “İngiltere’nin aslında Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) ‘Truva Atı’ olduğu ve topluma katılımı halinde amacının Avrupa bütünleşmesini salt bir ticaret bölgesi kapsamında tutmak olacağı” mantığı belirleyici olmuştur (Günuğur, 2007:59). Buna mukabil, Belçika, Hollanda, İtalya ve Lüksemburg birlik içinde olası bir Alman–Fransız hegemonyasını dengelemek, Almanya ise Ortak Pazar sayesinde İngiltere’ye daha fazla ihracat yapabilmek amacıyla İngiltere’yi desteklemişlerdir (Gonzale, t.y.:25).

1969 yılında Lahey Zirvesinde İngiltere, İrlanda, Norveç ve Danimarka Topluluğa katılma talebini dile getirmiş ve bunun üzerine bu ülkelerle müzakereler başlatılmıştır. Bu devletlerden İngiltere, Danimarka ve İrlanda tam üye olarak topluluğa 1 ocak 1972 yılında

katılmışlardır. Norveç’in katılım antlaşması adı geçen ülkede yapılan halk oylamasıyla reddedilmiştir. Böylece, ilk genişleme süreci sona ermiştir (Karluk, 2005:17).

Avrupa Entegrasyonunda ikinci adım, Yunanistan’ın Topluluğa katılımıyla gerçekleşmiştir. Yunanistan ilk olarak 9 Temmuz 1961 yılında AET’ye başvurmuş, fakat 1967 yılında Albaylar Cuntası’nın yönetime el koymasıyla süreç dondurulmuştur (Günuğur, 2007:61). Daha sonrasında demokrasinin restore edilmesiyle 1975 yılında Yunanistan, yeniden üyelik başvurusunda bulunmuştur (Bomberg and Stubb, 2005:283). Böylelikle Yunanistan ile Katılım Antlaşması,1 28 Mayıs 1979 tarihinde imzalanmıştır. Atina Katılım Antlaşması, 1981 yılında yürürlüğe girmiş ve bütünleşme, 10 ülkeye ulaşmıştır. Tarım ekonominse sahip olması, coğrafik olarak Balkanlar’da bulunması ve katı bir Ortodoks anlayışının bulunmasından dolayı Yunanistan’ın Birlik’e katılımı, oldukça önemsenmiştir.

Güney genişlemesi olarak da adlandırılan genişlemede Yunanistan, Portekiz ve İspanya iki farklı dalga ile Birlik’e üye olmuşlardır. Bu ülkelerin sergilemiş oldukları yapısal farklılıklara rağmen Birlik’e üye oluşları, normal karşılanmıştır. Nitekim bu ülkeler Birlik üyeliğine başvurdukları zaman sağcı iktidarlar tarafından yönetilmekteydiler. Fakat ülkelerin sergilemiş oldukları olumsuzluklara rağmen Avrupa tarihi ve kültürünün bir parçası olmaları ve yeni demokrasiye geçtikleri için desteklenmeleri gerekliliği düşüncesiyle, yüksek orandaki işsizlik oranlarına, bölgesel eşitsizliklere ve bu bağlamda oluşturabilecekleri büyük göç potansiyellerine rağmen Birlik’e üye olmuşlardır (Bomberg and Stubb, 2005:283).

Öte yandan, tarım, balıkçılık, endüstri ve serbest işgücü dolaşımı gibi konularda sergilemiş oldukları olumsuzluklara rağmen İspanya ve Portekiz’in 1977 yılındaki başvurusu, Komisyon tarafından her iki ülke için de olumlu karşılanmıştır (Bomberg and Stubb, 2005:283). Siyasi olarak bu ülkelerin üyelik başvurularına ciddi bir engel çıkmazken, üye devletler için ticari kaygılar ön planda yer almaktaydı.

Nitekim Portekiz’in tekstil, İspanya’nın ise şarap ürünlerinde oldukça iyi olması, bu alanlarda ticaret yapan İtalya ve Fransa’yı tedirgin etmiştir. Öte yandan balıkçılık alanında da İspanya oldukça iyi bir durumdaydı. Balıkçılık ve şarap üretiminde İspanyollar iyi olduğu için Fransız şarap üreticileri ve balıkçıların oluşturduğu muhalefetten dolayı Jacgues Chirac, o dönemde tam üyelik yerine ortaklık statüsü önerdi. Ayrıca Topluluk’a katılacak olan bu ülkelerin işsizlik seviyelerinin azaltılması ve tarımsal ve endüstriyel alanlarda verimliliği

1

artırmaları için Topluluk fonlarına ihtiyaçları vardı. Bu durum 1979 yılında meydana gelen ikinci petrol krizi ile Topluluğu mali yönden olumsuz etkiledi (Bomberg and Stubb, 2005:283). Fakat tüm olumsuzluklara rağmen Topluluk, bu iki ülkeye yardımda gecikmedi. Geçiş aşamasında ticari alanlarda gösterilen kısıtlamalara rağmen bu iki ülke ile Katılım Antlaşması, 12 Haziran 1985 tarihinde Madrid ve Lizbon’da imzalandı. Fakat Antlaşma, onay aşamasında Portekizli komünistlerin olumsuz yönde oy kullanmaları nedeniyle, 1 Ocak 1986 tarihinde yürürlüğe girdi.

1980’li yılların ikinci yarısında başlayan Avrupa Birliği entegrasyonunun dördüncü genişlemesi, aynı zamanda EFTA genişlemesi olarak da adlandırılmıştır. Ekonomik açıdan Avrupa’da tek Pazar oluşturma isteği, EFTA ülkelerini (Avusturya, Norveç, Finlandiya, İzlanda, İsveç, Norveç ve Lihtenştayn), Topluluk ülkeleri ile müzakereler yapmaya itmiştir.

Fakat EFTA ülkeleri, üyeliğin vermiş olduğu sorumlulukları üstlenmeden Avrupa Ekonomik Alanı oluşturmak istiyorlardı (Bomberg and Stubb, 2005:285). Nitekim 2 Mayıs 1992 tarihinde Portekiz’in Porto kentinde imzalanan antlaşma ile Avrupa Ekonomik Alanı (AEA) kuruldu ve kurumsal bir yapı kazanmış oldu. AEA alanı kurulduktan sonra dört EFTA ülkesi, üyelik için Birlik’e üyelik başvurusunda bulundu. Avusturya, İsveç ve Finlandiya ile müzakereler, 1 Şubat 1993, Norveç ile de 25 Nisan 1993 tarihinde başladı. Uluslararası alanda bu ülkelerin tarafsız bir politika izlemesi, başlangıçta süreci olumsuz etkilemesine rağmen Maastricht Antlaşması’nın 1 Kasım 1993 yılında yürürlüğe girmesi müzakerelerini hızlandırdı (Günuğur, 2007:65). 24 Haziran 1994 tarihinde Yunanistan’ın Kofu kentinde Katılım Antlaşması imzalandı. Nitekim üyelik antlaşmalarının onaylanması sırasında Norveç’te yaşanan ‘yol kazası’ ile birlikte Avrupa, 1 Ocak 1995 tarihinde bir Birlik olarak 15 üyeye ulaştı.

SSCB’nin dağılmasından sonra demokratik ve ekonomik yapılarını sürdürülebilir kılmak için Orta ve Doğu Avrupa Ülkeleri, Maastricht Antlaşması’nın imzalanmasından sonra Birlik’e üyelik başvurusunda bulunmaya başladı. Nitekim 2004 Mayıs’ında Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinden, Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Estonya, Slovenya, Slovakya, Litvanya ve Letonya, Birlik’e katıldılar ve bunları, Kıbrıs ve Malta takip etti. Böylece Avrupa Birliği, 25 üyeye ulaştı. Komünist rejimlere sahip bu ülkelerin ekonomik ve politik olarak tam zıttı olan bir sisteme Avrupa Birliği ile geçmeleri kimi zorlukları getirdi ve bu ülkelerin, bazı safhalardan geçmeleri gerekecekti:

1. Ön Geçiş Dönemi: Eski rejim tamamıyla sonlandırılırken, yeni rejime uyum süreci

yaşanacaktı.

2. Demokratik Dönüşüm: Otoriter rejimler yerlerini demokratik rejimlere

bırakacaklardı.

3. Demokrasinin Güçlenmesi: Devletlerin kurumsal yapıları, tamamıyla demokratik

sisteme geçirilecekti (Günuğur, 2007:65).

Başlangıçta, 1999’da Helsinki Zirvesi’nde Romanya ve Bulgaristan ile müzakerelere başlanmasına karar verilmiş, fakat daha sonra bu ülkelerin demokratikleşme ve insan hakları konularında göstermiş oldukları zafiyetlerden dolayı diğer 10 ülkeden geri kalmışlardı. Fakat son genişleme ile Romanya ve Bulgaristan, 1 Ocak 2007 tarihinde Birlik’in üyesi oldular.

“Avrupa Topluluğu” fikri yaklaşık iki asırlık bir zaman diliminde hümanist ve barışçıl bir düşünce ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim Dünya savaşı sonrası yeni ve güçlü bir ivmelenme ile 1957 Roma Antlaşmasına dayalı olarak hayata geçirilmiştir. Bu antlaşma ile ekonomik ve siyasi entegrasyonun elde edilmesi için yavaş ve sağlam adımlara atılması beklenmiştir. Böylece Avrupa Birliği kendi içindeki entegrasyonu adım adım ilerletirken entegrasyonun nasıl olacağına dair teoriler Avrupa Birliği entegrasyona farklı yorumlar getirmiştir. Tartışmaların odağını ise egemenlik hakkının devri ve yüksek politika alanlarında ortak politika arayışlarını oluşturmaktadır.

Başlangıçta savaşın yıkım etkisinden ziyade işbirliğinin ortak kazanımları üzerine kurulan Avrupa Birliği, küresel dünya ekonomisi içerisinde daha sağlam bir yer edinebilmek için Birlik sınırlarını Doğu’ya kaydırmaya başlamıştır. Fakat beklenenin aksine Avrupa Ekonomisi son on yıl içinde durgun büyüme ve yükselen işsizlik sorunları ile baş etmeye çalışmaktadır. Avrupa Birliğinin genişlemesiyle bütün üye devletlerin karşılıklı artan ticaret hacimlerinin Avrupa ekonomisini büyüteceği ve alan içerisinde yer alan toplumların hissedilir bir refah artışı kaydedeceği beklenilmekteydi. Fakat Ortak Pazar alanı genişledikçe hem gelişmiş ülkeler hem de Birliğe yeni katılan gelişmekte olan ülkeler durgunlaşan büyüme oranları şiddetli işsizlik sorunları ve gelir artışları ile mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Politik olarak ise halen yüksek politika olarak adlandırılan siyasi alanlarda ortak bir politika oluşturulamamış, bununla birlikte Avrupa Anayasası üye devletlerin vetosu ile reddedilmiş ve böylece 1950’li yıllarda başlayan Avrupa Birliği bütünleşme süreci eski heyecanı yitirmiştir.

Enerji alanında yaşanan son Ukrayna krizi Avrupa Birliğinde var olan enerji güvenliği konusunu Avrupa Birliği gündeminin başına oturtmuştur. Ortak, alternatif ve güvenilir enerji kaynakları bulma arayışları Avrupa Birliği üye devletlerinin bu alanda ortak işbirlikleri ile sonuçlanmıştır. Dolayısıyla enerji, Avrupa Birliği entegrasyon sürecinde Birlik üyeleri için yeni bir entegrasyon aracı olarak kendini hissettirmeye başlamıştır. Enerji alanında üye devletlerin oluşturacağı işbirliği ve ortak Avrupa Birliği enerji politikası kaybolmuş olan bütünleşme heyecanının yeniden kazanılmasına sebep olacaktır. Bu bağlamda Avrupa Birliği ardı ardına ortak enerji politikalarının oluşumu amacıyla raporlar hazırlamaktadır. Enerji alanında başlayan ve daha sonra farklı alanlara yayılan işbirliği, ortak enerji politikası oluşturma çabaları ile beraber ortak enerji piyasaları oluşumuna da katkıda bulunacak, üye devletler arasındaki siyasi ve ekonomik ilişkilerin yenilenmesinde yardımcı olacaktır. Bu durumu Yeni–İşlevselcilik yaklaşımı ile açıklamak mümkündür. Yine yüksek politika olarak adlandırılan güvenlik politikasının da bir parçası olan enerji güvenliği konusunda karar alma yetkisinin ulusüstü bir kuruma devredilmesini “ulus–üstücülük yaklaşımı” ile açıklamak mümkündür.

İKİNCİ BÖLÜM

DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE ENERJİ SEKTÖRÜNÜN GENEL DURUMU

İnsanlığın en önemli ve vazgeçilmez saydığı ihtiyaçlardan birisi şüphesiz ki enerjidir. Şöyle ki ülkelerin refah düzeyleri bir yandan kişi başına düşen milli gelirle değerlendirilmekle beraber, öte yandan aynı zamanda kişi başına enerji tüketimiyle de değerlendirilmekte ve enerji, ekonomik bir gelişme aracı olarak görülmektedir. Tarihte enerjiye ulaşmak ile ekonomi arasında sıkı bir ilişki vardır (Demirbaş, 2003:310).

Enerji, yine ülkelerin ekonomik gelişmişliklerini ve ulusal güvenliklerini derinden etkileyen temel bir olgudur. Ekonomik gelişmişlikle birlikte artan enerji talebi ülkeleri sürdürülebilir enerji arzı sağlamaya bu kaynakları çeşitlendirmeye ve verimli kullanılır bir hale getirmeye itmiştir. Günümüzdeki temel enerji kaynakları denilince en başta sayılan kömür, petrol, doğalgaz ve nükleer enerji yakın dönemlerde gündeme gelen kaynaklardır (Kibaroğlu, 2004). Bu enerji kaynakları içerisinde dünyada sadece belli bölgelerde olması ve öneminin giderek artmasından dolayı petrol ve doğalgaz farklı bir öneme sahiptir. Geçen yüzyılın önde gelen önemli enerji kaynağı olarak ilk başta petrol gittikçe önemini artırmış, sonrasında nükleer enerji ve son yıllarda da doğalgaz temel ve hayati enerji kaynakları olarak karşımıza çıkmıştır. Giderek artan ve küresel ısınmada önemli bir yer teşkil eden ve sınırlı olan kömür, petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynaklarına ikame olarak yenilenebilir ve çevre dostu olarak tanımlanan rüzgâr, güneş, jeotermal ve biyoenerji enerji kaynakları olarak yer almaktadır. Şu anki tüketim ile azımsanacak bir orana sahip olan bu yenilenebilir enerji kaynaklarının diğer enerji kaynaklarının bir gün tükenecek olmasından ve çevreye olan yan etkilerinden dolayı gelecekte geliştirileceği muhakkaktır (Kibaroğlu, 2004).

Devletler bu yaşamsal ihtiyaçları sağlamak amacıyla özellikle son yüzyılda enerji kaynaklarına sahip olmak, olamadığı takdirde de bu enerji kaynaklarının dağıldığı veya yoğunlaştığı bölgelerde kontrole sahip olmak, kaynakların üretilmesinde, farklı amaçlı kullanımlara dönüştürülmesinde ve dağıtımında söz sahibi olmak istemişlerdir. Bu talepler her devletin günümüzde en stratejik hedefi haline gelmiştir. Nitekim ABD’nin Irak müdahalesinin altında yatan en önemli sebeplerden birinin yoğun enerji kaynaklarına sahip olan bu bölgeyi

kontrol altına almak olarak iddia edilmektedir. Bu bağlamda enerji denildiği zaman, öncelikli olarak her devlet kendi kendine yeterli olmak istemektedir. Bu nedenle enerji kaynakları, üretimi ve tedariki konularında dışa ne kadar az bağımlı olunursa o ölçüde güvenli olunacağına inanılmaktadır. Enerji bağımsızlığı ile siyasi bağımsızlık ve ekonomik istikrar arasında güçlü bir ilişki bulunmaktadır. Özellikle ekonomik gelişmişlik açısında oldukça ileri bir noktada olan Avrupa Birliği, Rusya’ya olan enerji bağımlılığından dolayı hayli tedirgin olmakta ve enerji arzını çeşitlendirmenin yollarını aramaktadır.

Öte yandan küreselleşme ile ortaya çıkan bütünleşme çabaları ülkeleri belli alanlarda işbirliğine itmektedir. Ülkelerin ekonomik ve siyasi işbirliği çabalarının yanında enerji alanında da işbirlikleri gelişmeye başlamış hatta bu gelişme zaruri hale gelmiştir. Ülkeler açısından kendi kendine yeterli olma prensibi uygulamada istisnalar dışında görülmemektedir. Bu tespitte en önemli faktör enerji kaynakları ile bu kaynaklara daha çok ihtiyaç duyan coğrafyanın örtüşmemesidir. Örneğin, nüfusun ve göreceli olarak kişi başı enerji tüketim miktarının düşük olduğu Orta Doğu bölgesi petrol ve doğalgaz rezervlerinin yarısından fazlasına sahiptir. Bununla birlikte nüfusun ve kişi başı enerji tüketim miktarının çok daha fazla yoğun olduğu Japonya petrol ve doğalgaza sahip değildir. Sonuç olarak orantısız bir dağılım ve enerji kullanımının olduğu varsayımına ulaşmak oldukça kolaydır.

Bunun yanında ülkelerin birbirleriyle savaş nedeni olarak görülen enerji, özellikle son dönemde Çin, Hindistan ve Latin Amerika'nın sanayileşmesi ve buralardaki insanların hayat standartlarının yükselmesi ile giderek önemini artırmıştır. Ekonomik gelişmişlikle birlikte artan enerji talebi ülkeleri sürdürülebilir enerji arzı sağlamaya ve yenilebilir enerji kaynakları oluşturmaya itmiştir. Bu çerçevede sanayileşmiş ülkelerin enerji bölgelerine verdiği önem giderek artmıştır. Bu bölgelerin önde gelenleri Hazar Bölgesi, Rusya, İran, Arap Yarımadası ve Afrika’dır.

Sürdürülebilir bir kalkınmayı sağlamak için sürdürülebilir enerji arzının temini Dünya gündeminin ilk sırasını almaya başladığı 1980'li yıllardan günümüze dek, çevreye uyumlu, devamlılık arz eden ve de makul bir fiyat ödeyerek alınabilen enerji yapısını oluşturmak gayreti ve çabası artarak devam etmektedir. Dünya nüfusunun % 20'sini teşkil eden gelişmiş ülkeler en kötü ihtimalle bulundukları gelişmişlik düzeyini korumak, geri kalan % 50 gelişmekte olan ülkeler gelişmişlik seviyelerini yükseltmek ve nihayet % 30 civarındaki 2 milyar insan ticari enerjiye kavuşmak için uğraş vermektedir. Uluslararası düzeyde son 20–25 yılda yapılan ve geleceğin enerji girdi yapısını araştıran pek çok çalışma yapılmaktadır. 21.

Yüzyıl’ın ilk yarısında dünya temel enerji kaynağı olarak kömür % 26–24, sıvı petrol % 40 ve doğalgaz % 22–26 ile önemli bir noktada yer almıştır. Dolayısıyla 21’nci Yüzyıl’da 19. ve 20. Yüzyılların enerji kaynaklarına bağlı olacak, bununla birlikte sadece bu enerji kaynaklarının girdi oranları değişikliğe uğrayacaktır (Özer, 2004:1).