• Sonuç bulunamadı

KüreselleĢme sürecinin yoksulluk ile iliĢkisi tanımlanırken üzerinde durulması gereken en önemli nokta küreselleĢmenin beraberinde getirdiği uluslararası kuruluĢlar ve bunların azgeliĢmiĢ ya da geliĢmekte olan ülkelerde uyguladığı yapısal uyum programlarıdır.

1970‟li yıllarda azgeliĢmiĢ ülkelerin ekonomik durumu kötüleĢmiĢ ve izleyen dönemlerde eski büyüme stratejileri sürdürülemez hale gelmiĢtir. Bu ortamda 1980‟li

yıllardan itibaren bu ülkeler IMF ve Dünya Bankası‟nın yönlendirmesiyle neo-liberal politikaların yörüngesine girmiĢtir. IMF ve Dünya Bankası tedavisinin birleĢtirilmesi azgeliĢmiĢ ülkeler için “Ģok tedavisi” olarak adlandırılmaktadır (Bello, 1998: 61).

ġok tedavisi ile azgeliĢmiĢ ülkelerde sanayileĢme, büyüme, gelir dağılımı, yoksulluk gibi orta/uzun dönem yapısal sorunlar yerini kısa dönem istikrar ve bu ülkelerin dıĢa açık serbest piyasa ekonomisine geçiĢini planlayan daha uzun erimli yapısal uyum politikalarına bırakmıĢtır (ġenses, 2002: 38).

Genel olarak Yapısal Uyum Kredilerinden yararlanma koĢulları ve gerekçeleri Ģunlardı:

Enflasyonu denetim altına almak, dıĢarıdan sermaye talebi akıĢını kısmak. Bu tür önlemler pratikte, eğitim, sağlık ve refah harcamalarının kısılması anlamına geliyordu.

Enflasyonu aĢağı çekmek ve ihracatı rekabetçi kılmak üzere ücretleri düĢürmek ya da sert önlemlerle yükselmesini durdurmak.

Yerli sanayinin rekabetçi gücünü artırmak ve ihracata yönelik üretimi teĢvik etmek üzere, teĢvikleri kurumsallaĢtırmak. Bunların her ikisi de, ülkenin en büyük gereksinme duyduğu dövizi sağlamanın ve dıĢ pazara dönük büyümenin iç pazara dönük büyümeden daha dinamik olduğu gerekçesine dayandırılıyordu.

Mal ve hizmet üretiminin etkinliğini artırmak ve üzerimi dıĢ rekabete açmak için, sanayi ve finansal hizmetler alanındaki yabancı sermayeye yönelik kısıtlamaları ortadan kaldırmak.

Ġhracatı rekabetçi kılmak üzere, ulusal parayı dolar gibi güçlü yabancı paralar karĢısında devalüe etmek.

Kaynak dağılımını hükümet kararları yerine pazara bırakmak amacıyla, devlet iĢletmelerini (KĠT) özelleĢtirmek ve radikal bir bürokrasiden arındırma (deregülasyon) sürecini baĢlatmak.

Yapısal uyum kredilerinin akıĢı için sadece yukarıdaki koĢulların kabulü yeterli değildir. Bunların dıĢında kredi alan ülkenin, üzerinde anlaĢılan “hedeflere” ulaĢma konusunda bankanın direktiflerine uyulacağı ve itaatte kusur edilmeyeceği güvencesini de vermesi gerekir.

Yapısal uyum kredisi dilimler halinde verilir. Bir sonraki dilime hak kazanmak için öncekinin istenen sonuçlar doğurmuĢ olması gerekir.

Aksi halde bir sonraki dilim kesilmese bile askıya alınır. Yapısal uyum

önlemleri makro-ekonomik politikanın birçok boyutunu kapsadığı için, Yapısal Uyum Kredi AnlaĢması yapmak demek, ülke ekonomisinin denetimini Dünya Bankası‟na bırakmak demektir (Bello, 1998: 56-57).

Soyak, yapısal uyum programlarının son 20 yıllık uygulaması sonucunda özellikle yoksullukla bağlantıları açısından etkilerini Ģöyle belirlemiĢtir;

Büyük ölçekli iĢten çıkartmalar neticesinde kamu sektöründe kitlesel iĢsizliğin ortaya çıkması,

Arızi ve düĢük ücretli yeni tip iĢlerde artıĢ,

Sendikaların faaliyetlerinin zayıflaması ve istihdam standartlarının tedrici olarak aĢınması,

Bedava ve eriĢilebilir kamu hizmetlerinin azalması ve devletin sosyal rolünün zayıflatılması,

Sosyal programlar için bütçenin kesilmesi ve kamu hizmet sektörlerinin özelleĢtirilmesi,

Tarımın çökertilmesinden kaynaklanan temel besin maddelerinde kıtlık,

Çevrenin ve doğanın bozulması,

Temel mal ve hizmetlerin fiyatlarının artması,

Bazı bölgelerde okuma-yazma oranının görece azalma,

Nüfusun önemli bir kısmında özellikle de kadın ve çocuk nüfusunda sağlığın bozulması ve kolera ve verem gibi hastalıkların yeniden görülmeye baĢlaması (Soyak, 2004: 38-39).

Peki geliĢmiĢ ülkelerin Üçüncü Dünya ülkelerine yapısal uyum programlarını uygulama isteğinin nedeni neydi? Bu noktada Freeman ve Kagarlitsky‟nin sorduğu diğer bir soru yanıtı nerede aramamız gerektiği konusunda ilham veriyor;

“Büyük imparatorluklar geçmiĢte büyük toprak parçalarını iĢgal etmiĢ ve bu yerleri tahakkümleri altında tutmuĢlardır. Ama artık oralardan çekilmiĢlerdir, dolayısıyla imparatorluklar çağı sona ermiĢtir. GeçmiĢte kalan bir sistemin yerine bugün artık bağımsız ve egemen ülkelerden oluĢan bir dünya sistemi geçmiĢtir. Egemen bir ülke, iĢgal edilmemiĢse, nasıl tahakküm altında olabilir ki?”( Freeman ve Kagarlitsky, 2008: 41)

Hardt ve Negri tam da bu noktaya değinerek, küreselleĢmenin Ģirketler veya ekonomik piyasalar üzerindeki yasal ve siyasal kontrol biçimlerinin değiĢmesi

anlamına geldiğini belirtmektedir. Yazarlara göre “IMF, Dünya Bankası ve diğer ulusüstü kurumların hepsinin meĢruluğunun nihai kaynağı bunların politik tasarımının asıl amacı, yani en temel düzeyde, küresel kapitalist piyasaya uygun bir liberal düzeni yerleĢtirme projesidir” (Hardt ve Negri, 2004: 185,191,192).

Bello ise Yapısal Uyum ve Ġstikrar Programlarının acil hedefinin “Kuzey‟in finansal çıkarlarının imdadına yetiĢmek” ve “Kuzey‟in özel ticari bankalarını kurtarmak” olduğunu belirtmektedir. Bu hedefi gerçekleĢtirilebilmek için “Dünya Bankası ve IMF, Üçüncü Dünya‟nın itaatkar borçlularına hızlı Standby ve yapısal uyum kredileri sağlama” konusunda iĢlev görecekti. Böylece krediler daha sonra faiz ödemeleri olarak “özel bankaların kasalarına transfer edilecekti” (Bello, 1998:117).

Fremaan‟ın ifadesiyle “Çoğunluğun yoksul olduğu bir dünyada marjinaller zenginlerdir. ĠĢte bu nedenden dolayı zenginlerin zenginliklerini doğrudan siyasi tahakküm kurarak sürdürmekten baĢka seçenekleri yoktur” (Freeman,2008: 83). Bu hedeften hareketle üçüncü dünya ülkelerinde devletin ekonomideki etkinliği azaltılmıĢ, devlet iĢletmeleri özelleĢtirilmiĢ, ithalatın artırılması ve yabancı sermaye giriĢine yönelik korumacı duvarlar yıkılmıĢ ve dünya pazarıyla bütünleĢme hızı artırılmıĢtır.

1980‟li yıllarda 70‟in üstünde Üçüncü Dünya Ülkesi IMF ve Dünya Bankası programlarına teslim olmuĢ ve söz konusu yıllarda, “uzaklardaki Washington‟dan yönetilen ve istikrar, yapısal uyum, Ģok tedavisi, Güney‟in ortak kaderi haline gelmiĢtir” (Bello, 1998: 61-62).

BirleĢmiĢ Milletler Afrika Komisyonu 1988‟de yaptığı bir değerlendirmede yapısal uyum programlarının asıl amacının “ekonominin üretici ve dağıtıcı

sektörlerindeki devlet müdahalesini budamak veya bütünüyle ortadan kaldırmak”

olduğunu ortaya koymuĢtur (Bello, 1998: 62)

Afrika ülkelerinin 1980‟li yıllardaki deneyimi üzerine araĢtırmalar yürüten UNICEF iktisatçısı EVA Jespersen, istikrar ve yapısal uyum programlarının etkisini ölçmek üzere programların uygulandığı 24 ülkeyi, sermaye birikimi oranı, GSMH içinde sanayi ürünleri payıyla ölçülen ekonomik yapının çeĢitlenmesi ve ihracat performansı açısından olmak üzere üç ölçüte göre bir derecelendirmeye tabi tutmuĢtur. Jespersen‟in elde ettiği bulgulara göre;

20 ülkede sermaye birikimi yavaĢlamıĢtır.

18 ülkede GSMH içinde sanayi ürünleri payı azalmıĢ veya duraklamıĢtır. Bu yatırımlarda dünya ölçeğindeki düĢüĢ dikkate alındığında beklenen sonuçtur. Dolayısıyla 1980‟lerin uyum çabaları zaten cılız olan sanayi yapısını daha da zayıflamasıyla sonuçlandı.

24 ülkenin 13‟ünde ihracat, miktar olarak gerilerken, 11‟inde arttı.

Fakat bunun ödemeler dengesi üzerindeki etkisi „ekseri ihmal edilebilir düzeydeydi‟ (Jespersen‟den Aktaran Bello, 1998: 64-65)

Washington Politika AraĢtırma Enstitüsünden John Kavanagh küreselleĢmenin çok az sayıdaki insana çok büyük fırsatlar sağlarken, dünya nüfusunun üçte ikisini dıĢarıda bırakan ya da kenara iten bir paradoks olduğunu ifade etmektedir (Bauman, 2006: 83).

Robinson ise artan yoksulluğun, eĢitsizliğin, kenara itilmenin ve yoksulluğun ulusötesi elitlerin yere göğe koyamadıkları o küresel kapitalist bolluğun karanlık yüzünü oluĢturduğunu ifade etmektedir (Robinson, 2008: 225). KüreselleĢme eĢitsiz bir geliĢme olanağı sunmaktadır. KüreselleĢme ve yapısal uyum programları sonrasında Doğu Asya ve Güney Asya‟nın bazı bölgeleri dıĢında Güney‟in birçok

yerinde görülen durum büyümenin durması veya aĢırı düzeyde düĢmesi, yoksulluğun yaygınlaĢması, her ülke içinde ve ülkeler arasında eĢitsizliğin derinleĢmesi olmuĢtur (Bello, 1998: 93; Bello ve Malig, 2008: 111).

Ellwood küreselleĢmenin mantığını Ģöyle açıklamaktadır;

“Servet ve gelirlerin en alttan en üste transferi küreselleĢme mantığının bir parçasıdır… Ekonomik mantık basit; Ģirketlerin ve zengin bireylerin (bunlar vergi indirimlerinden en çok yararlanan oluyor, yani gelir ne kadar yüksekse kazanç da o kadar büyük) ceplerine daha çok para koymak; daha fazla yatırım, istihdam ekonomik büyüme ve herkese refah yolunu açacaktır”

(Ellwood, 2002: 90).

KüreselleĢme süreci, dünyadaki güçler dengesinin; azgeliĢmiĢ ülkeler karĢısında sanayileĢmiĢ ülkelerin genel olarak da emek karĢısında sermaye kesiminin giderek güçlendiği bir çerçevede geliĢmektedir (ġenses, 2004: 19).

Yüceol, küreselleĢme sürecinin emek piyasası üzerindeki etkileri Ģu Ģekilde belirlemiĢtir;

“a) Büyük ölçekte iĢten çıkarmalar sonucunda kamu sektöründe kitlesel iĢsizlik,

b) Arızi, esnek ve düĢük ücretli, iĢ güvencesinin az olduğu yeni tip iĢlerde artıĢ,

c) Yeni teknolojilerin istihdamın imalat sanayinden hizmet sektörüne, sektörler arası vasıfsız emekten de vasıflı emeğe kaymasındaki etkileri,

d) Sendikaların faaliyetlerinin zayıflaması ve istihdam standartlarının tedrici olarak aĢınması ve emek piyasalarında deregülasyon uygulamalarının yaygınlaĢması” (Yüceol, 2005:508).

Yapısal uyum politikaları reel ücretler üzerinde de etkili olmuĢtur. Yapısal uyum programlarını uygulayan hemen her ülkede reel ücretlerde kısa sürede büyük düĢüĢler olmuĢtur (ġenses, 2002: 191). Ayrıca iĢini kaybeden insanların sayısının artması da ücretlerdeki düĢüĢü artırmıĢtır. Çünkü bu insanlar, çalıĢanlar için alternatif oluĢturmaktadırlar. Çok düĢük ücret karĢılığında da olsa çalıĢmayı, iĢsiz kalmaya

tercih etmektedirler.

Neo-liberal söylemin azgeliĢmiĢ ülkelerde yerleĢmesi amacını taĢıyan yapısal uyum programları zengin ile yoksul arasındaki uçurumu artırmıĢtır. Gelir dağılımı yoksulların durumunu daha da kötüleĢtirecek biçimde bozulmuĢtur. Programların uygulanma süreci içinde meydana gelen bir diğer önemli geliĢme de orta sınıfların durumlarının bozulması olmuĢtur.

KüreselleĢme ve yapısal uyum programları, özelleĢtirmeler yoluyla kamu kesiminin ağırlığının ve kamu açıklarının azaltılmasını amaçlamıĢtır. Bu amaç doğrultusunda “uygulandıkları ülkelerde sağlık, eğitim ve konut gibi sosyal sektörlere ve altyapı hizmetlerine yapılan kamu cari ve yatırım harcamalarının ve çeĢitli alanlarda uygulanan sübvansiyonların kısılmasına yol açmıĢtır” (ġenses, 2002:

195). Belirlenen politikalar doğrultusunda sağlık, eğitim, elektrik, su, ulaĢım gibi hizmetlere harcanan para kısılmıĢ ya da bu alanlar özelleĢtirilmiĢtir. ÖzelleĢtirmeler beraberinde fiyat artıĢlarını getirmiĢ ve bu artıĢlardan en çok etkilenen ise yoksullar olmuĢtur. Ġstihdam ve sosyal güvenlik politikalarına verilen önemin azalması geliĢmiĢ ülkelerde bile yoksulluğun önemli nedenlerinden birini oluĢturmuĢtur. Bu açıdan küresel ekonomi politikaları özellikle 1980‟lerden itibaren yoksullukla doğrudan iliĢkili olduğu görülmektedir (Yılmaz ve Cural, 2009: 69-70).

Freeman ve Kagarlitsky, son yüzyılda zengin ve yoksullar arasındaki uçurumun artan grafiğini Ģu Ģekilde ortaya koymaktadır;

“Yirminci yüzyılın baĢlarında (klasik emperyalizmin en tepe noktasına ulaĢtığı zamanlar), kiĢi baĢına düĢen gayri safi yurtiçi hasılada en zengin ile en yoksul ülke arasındaki fark 22‟ye 1‟di. 1970 yılına gelindiğinde ise bu fark 88‟e 1 olmuĢtur. 2000 yılına gelindiğinde ise –yani piyasa, tarihteki en geniĢ sınırlarına ulaĢtığında- aradaki fark 267‟ye 1‟e çıkmıĢtır. Bu sürecin, piyasanın kendisinden baĢka bir kaynağının olması düĢünülemez” (Freeman

ve Kagarlitsky, 2008: 19).

Görüldüğü gibi daha fazla zenginlik getireceği varsayılan küreselleĢme, bütün dünyada yoksulluğun artmasına neden olmuĢ ve bu süreçte uygulanan iktisadi ve sosyal politikalar sonucunda pek çok insan iĢsiz kalmıĢtır Bu insanlar “yeni yoksullar” olarak adlandırılan kesimi oluĢturmuĢtur.

KüreselleĢme sonucunda çokuluslu Ģirketlerin artan sermayeleri ve etki alanları, ulusal üretim düzeyini ve istihdam yapısını daraltıcı yönde etki yapmıĢtır.

Geleneksel üretimin azalması ve istihdamın daralması ile emek faktörü olumsuz olarak etkilenmiĢtir. Artan yabancı yatırımlar üretken ekonominin daralması ve yaratılan ulusal gelirin azalmasını beraberinde getirmiĢtir. Bütün bunlara üretimin azalması ve istihdam yapısında teknoloji ve uzmanlık ağırlıklı yapısal değiĢimin yaĢanması eklenince iĢsizlik artmıĢtır. Kötü yaĢam koĢulları ve bölgesel dengesizliklerin de etkisiyle yaĢanan göç kent yoksulluğunu desteklemekte ve

“küresel geliĢmelerin olumsuz etkileri ile kentlerde yoğunlaĢan yeni yapı ile eklemlenemeyerek „sosyal dıĢlanma‟ yaĢayan yeni yoksulları ortaya çıkarmaktadır”

(Altay, 2007: 58). Bu sürece bir de sosyal devlet anlayıĢının daralması eklenince yeni yoksulların sayısı her geçen gün artmaktadır.

1970‟lerden sonra yeni iktisadi ve sosyal yapılanmaların oluĢması sonrasında ortaya çıkan yeni yoksullar, geleneksel yoksullardan farklı olarak sadece uzun dönem iĢsizlik nedeniyle oluĢan ekonomik dıĢlanmayı değil aynı zamanda politik denklemin tamamen dıĢında kalma ve her türlü sosyal grup ve aileden kopma sonucu siyasal ve sosyal olarak da dıĢlanmıĢlardır (IĢık ve Pınarcıoğlu, 2001: 70)

Bauman‟a göre eski zenginler zengin olmak ve zengin kalabilmek için yoksullara ihtiyaç duyuyordu. Bu bağımlılık, her zaman, çıkar çatıĢmalarını

yumuĢatmıĢ ve belli belirsiz de olsa fakirlere özen gösterme çabalarına neden olmuĢtu. Yeni zenginin artık yoksula ihtiyacı yoktur (Bauman, 2006: 84).

Buğra ve Keyder‟e göre toplumsal bütünleĢme ihtimalini büyüt çapta ortadan kaldıran koĢulların bir ürünü olan yeni yoksulluk, toplumsal dıĢlanma riski taĢıyan, kenarda kalan, özellikle ekonomik iliĢkiler bakımından sistemle bütünleĢmesi giderek zorlaĢan bir tabakaya iĢaret etmektedir (Buğra ve Keyder, 2003: 21, 23).

IĢık ve Pınarcıoğlu, yeni yoksulluk sürecinde belirginleĢen bazı unsurları Ģöyle sıralamaktadır;

“GeliĢmiĢ ülkelerin geldiği bu noktada, sistemin iĢleyiĢinde yoksullara gereksinmesinin giderek azaldığı ve yoksulluğun ortadan kaldırılmasının, sistemin sorunu olmaktan yavaĢ yavaĢ çıkıp, insani bir sorun haline geldiği görülmektedir.

GeliĢmiĢ ülkelerde görülen yeni yoksulluk kıtlık yoksulluğundan risk yoksulluğuna geçiĢin unsurlarını içinde barındırmaktadır. Refah devletinin sağladığı korunaklı ortamın ortadan kalkıĢı ve bilgi toplumunun sebebi olduğu iĢgücü azalıĢı, karĢısında geniĢ bir kesim iĢini kaybetme riski ile karĢılaĢabilmekte; bu çalıĢan kesimlerin sistem dıĢına atılma tehlikesi ile beraber yaĢamasına sebep olmaktadır.

Yeni yoksulluk yalnızca gelir-tüketim sorunları dolayısıyla yoksulların mutlak bir fakirlik çizgisinde yaĢamıyla ilgili değil, onların yaĢamlarını iyileĢtirecek "yapabilirliklerini" kısmen ya da tamamen kaybetmesiyle ilgilidir. Refah devleti boyunca alıĢılan "korunaklı" ortamın yok olmasıyla birlikte yoksulluk stratejisi geliĢtirmeye kabiliyeti olmayan kitlelerin aniden kronik iĢsizlikle karĢılaĢması, yapabilirlik olmadığında, özellikle geliĢmiĢ ülkelerde, yoksullar karĢılarında oynanan oyunda pasif kalabilmekte ve teslimiyetçi bir duruma düĢebilmektedir.

Etnik unsurlar arasında görülen dayanıĢma ya da çatıĢma iliĢkileri, aile yapısındaki değiĢimler, cemaatlerin önemi gibi kültürel sorgulamalar siyasi ve ekonomik değiĢimlerin yanında önem kazanmaya, yeni yoksulluğun önlenmesinde geleneksel devlet temeli yoksulluk çözümlerinin dıĢına çıkmaya baĢlamıĢtır. Yoksulların yerel topluluk dayanıĢmasını geliĢtirerek yoksulluktan kurtulmak için gerekli donanımlarını artırma çabalan önemsenmektedir” ( IĢık; Pınarcıoğlu, 2001: 70-73 ).

Yeni yoksullukla birlikte gelen kavramlardan özellikle üç tanesi dikkat çekmektedir; toplumsal dıĢlanma (social exculision), alt sınıf (sınıf altı - underclass)

ve kenardalık (marginality). Bu kavramlar temelde farklı coğrafyalardan kaynaklanmaktadır. Kenardalık daha çok Latin Amerika bağlamında kullanılan ve sistemin dıĢında kalmıĢlığı ifade eden bir kavramken, sınıf altı Amerika‟da sistemin dönüĢmesinden sonra artık aynı olanaklara sahip olamayan ve sosyal özellikleri dolayısıyla da artık bir sosyal sınıf olarak değerlendirilemeyen sınıflar altı bir tabaka olarak kendi yerleĢim alanlarında hayatlarını sürdüren insanlardır. Daha çok AB ülkelerinde kullanılan bir kavram olan toplumsal dıĢlanma ise ekonomik dıĢlanma (sürekli iĢsizlik) sonrasında gelen kültürel dıĢlanmanın siyasal dıĢlanma ile pekiĢmesi ile ortaya çıkmaktadır. Kentlerin çevrelerinde yaĢayan bu insanlar mekansal olarak da dıĢlanmakta ve böylece toplumsal dıĢlanma sendromu ortaya çıkmaktadır (Buğra ve Keyder, 2003: 20-21). Sosyal dıĢlanma, Adaman ve Keyder tarafından “…

kiĢilerin – yoksulluk, temel eğitim becerilerinden mahrumiyet ya da ayrımcılık dolayısıyla- toplumun dıĢına itilmeleri ve toplumsal hayata dilediklerince katılımlarının engellenmesi süreci” olarak tanımlanmaktadır. (Adaman ve Keyder, 2007:83).

Ekim, sosyal dıĢlanmanın sadece gelir kaynaklarından yoksun kalma ile açıklanamayacağını belirtiyor;

“Bireylerin siyasi ve kültürel olarak dıĢlanmaları da toplumsallıklarını zedeleyen faktörlerdir. Siyasi temsiliyetin zayıflaması ve karar alma süreçlerine katılmama, siyasal alandan dıĢlanmayı doğurabiliyor. Ayrıca, dil, din, yaĢam biçimi gibi özelliklerin toplumun genelinden farklı olması da bireyler için kültürel dıĢlanma tehdidi yaratabiliyor. ĠĢte, tüm bu faktörler bir araya geldiğinde çok boyutlu bir sosyal dıĢlanma sürecine yol açıyor” (Ekim, 2007: 81)

Burchardt, sosyal dıĢlanmıĢ bireyin özelliklerini “toplumda coğrafi olarak yerleĢik, bulunduğu toplumda yurttaĢların normal faaliyetlerine katılamayan ve

katılmak istese bile, iĢgücü piyasasında „satılabilir‟ nitelikte emek arz edememek, böyle bir birikimi edinebilecek kanallardan mahrum olmak gibi, kendi denetimi dıĢında olan faktörler tarafından engellenmiĢ” olarak ifade etmiĢtir (Burchardt‟dan Aktaran, Yücesan, 2007: 101).

Bauman‟ın ifadesiyle “…adına „küreselleĢme‟ denen süreçler, ayrıcalıkların ve mahrumiyetlerin, servetin ve yoksulluğun, becerilerin ve acizliğin, gücün ve güçsüzlüğün, özgürlüğün ve kısıtlamanın yeniden dağıtımında yankılanır. Bugün dünya çapında tanık olduğumuz Ģey bir yeniden tabakalaĢma sürecidir ve bu süreç boyunca yeni bir toplumsal – kültürel hiyerarĢi, dünya çapında bir derecelendirme oluĢturulmuĢtur” (Bauman, 2006:81).

KüreselleĢme ve yapısal uyum programları elbette tek baĢına yoksulluğun nedenini oluĢturamaz. Üçüncü Dünya ülkelerinde yoksulluk ve eĢitsizlik 1980 öncesinde de vardı ama son yıllarda büyük bir sıçrama kaydettiği kesindir. Yapısal uyum programları, anahtar unsurları, borç krizi yüzünden kredi akıĢının durması, yabancı sermaye yatırımlarının iyice azalması, Üçüncü Dünya‟nın temel mal fiyatlarının aĢırı düĢüĢü, buna karĢılık ithal ettikleri sanayi ürün fiyatlarının önlenemeyen yükseliĢi sonucu değiĢim hadlerinin bozulması olan kısır döngüyle bağını kuran araçlardı (Bello, 1998: 93). Yani küreselleĢme ve yapısal uyum programları “...eskiden var olan sistemik unsur ve eğilimlerin hızlanarak sürmesine ve yoksulluğun ve daha genel anlamda kutuplaĢmanın” artmasına katkıda bulunmaktadır (ġenses, 2002: 216).

Kaplinsky „ye göre birçok insan küreselleĢme ve ekonomik geliĢme doğrultusunda yapılan kaynak dağılımının, yoksulluğun önemini tanımak ve eĢit dağılım yapmak anlamında baĢarısız olduğu kararına varmaktadır. KüreselleĢmenin

getirdiği yoksulluk ve eĢitsizlik, büyümenin sürdürülebilirliğini tehdit eden unsurlardır (Kaplinsky, 2005: 47).

Freeman ve Kagarlitsky‟nin ifadesi ile “büyüyen ekonomik eĢitsizlik, özellikle de bölgesel eĢitsizlik, serbest piyasaya dayatılan bir Ģey değil, aksin onun doğurduğu bir sonuçtur” (Freeman ve Kagarlitsky, 2008: 19).

Ekonomik yapıda meydana gelen bu olumsuz yapı, sosyal yaĢamı da aĢındırmıĢtır. Az geliĢmiĢ ülkelerde iĢsizlik oranı büyürken toplumsal huzursuzluk ve Ģiddet artmıĢ, ayrıca beslenme ve sağlık koĢulları kötüye gitmiĢtir (Bello, 1998: 95).

YaĢanan bu süreçte çevre sorunları da yoksulluğu etkileyen olumsuz unsurlardan biri olarak artmıĢtır.

Mevcut duruma bakıldığında küreselleĢmenin zararlı etkileri ortadadır. Peki bu koĢullar altında Üçüncü Dünya hükümetleri küreselleĢmeyi neden benimsemektedir? Bu sorunun en çarpıcı yanıtı Freeman ve Kagarlitsky tarafından verilmiĢtir:

“KüreselleĢmeyi güzelleyen ideoloji bunda bir etkendir ve bu kitabın yazarları bu ideolojiye sağlam temelli bir kuĢkuculukla yaklaĢmaktadırlar.

Akademisyenlerce üretilen küreselleĢme kuramı da, de facto, geliĢmeye iliĢkin determinist ve tek taraflı bir anlayıĢın serbestçe at koĢturmasında sorumluluk sahibidir; Üçüncü Dünya‟ya, arkasına yaslanıp küreselleĢmeden azami fayda sağlaması dıĢında, neredeyse hiçbir alternatif sunulmamaktadır

… Hiçbir ideoloji maddi bir temel olmaksızın kök salamaz. KüreselleĢmeci güçlerin siyasi saldırılarına Üçüncü Dünyanın gösterdiği direnci kırmak için tarihsel açıdan özgül olan iki faktör devreye girmiĢtir. Bunlardan biri düpedüz ekonomik terördür, ekonomik istikrarsızlaĢtırma tehdidi ve borçlandırmadır.

Bunu, doğrudan bir siyasi terör evresi izlemiĢtir, ki hikayenin bu kısmı genellikle hasır altı edilmektedir: ġili‟deki darbe, Arjantin, Brezilya, Filipinler, Türkiye ve daha pek çok ülkedeki diktatörlükler, o amansız askeri zorbalıklara karĢı IMF politikalarının tek seçenek olarak ortaya çıktığı sosyal ve siyasal bir ortam yaratmıĢtır” (Freeman ve Kagarlitsky, 2008: 23-24).

Freeman ve Kagarlitsky, klasik anti emperyalist görüĢün 80 yıl önce geliĢtirdiği ve kendileri için de küreselleĢme karĢıtı düĢüncenin merkezine oturtulmasının gerekliliğine inandıkları spesifik bir bakıĢ açısından söz etmektedirler.

Bu bakıĢ açısına göre “ulus-devletler dünyası, birbiriyle belirli bir iliĢki içerisindeki-temelde farklı olan- iki ayrı gruba bölünmüĢtür: tahakküm edenler ve edilenler”.

Bu bakıĢ açısına göre “ulus-devletler dünyası, birbiriyle belirli bir iliĢki içerisindeki-temelde farklı olan- iki ayrı gruba bölünmüĢtür: tahakküm edenler ve edilenler”.