• Sonuç bulunamadı

Yapısal Yanlılık Perspektifinden Medyada Yoksulluk; Haberlerde Yoksulluğun Temsili

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Yapısal Yanlılık Perspektifinden Medyada Yoksulluk; Haberlerde Yoksulluğun Temsili"

Copied!
202
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T.C.

ANKARA ÜNĠVERSĠTESĠ SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ

GAZETECĠLĠK ANABĠLĠM DALI

Yapısal Yanlılık Perspektifinden Medyada Yoksulluk;

Haberlerde Yoksulluğun Temsili

Yüksek Lisans Tezi

Aylin YILDIRIM AYKURT

Ankara-2010

(2)

T.C.

ANKARA ÜNĠVERSĠTESĠ SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ

GAZETECĠLĠK ANABĠLĠM DALI

Yapısal Yanlılık Perspektifinden Medyada Yoksulluk;

Haberlerde Yoksulluğun Temsili

Yüksek Lisans Tezi

Aylin YILDIRIM AYKURT

Tez Danışmanı Doç. Dr. Bedriye POYRAZ

Ankara-2010

(3)

T.C.

ANKARA ÜNĠVERSĠTESĠ SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ

GAZETECĠLĠK ANABĠLĠM DALI

Yapısal Yanlılık Perspektifinden Medyada Yoksulluk;

Haberlerde Yoksulluğun Temsili

Yüksek Lisans Tezi

Tez Danışmanı: Doç. Dr. Bedriye POYRAZ

Tez Sınavı Tarihi 17.09.2010

(4)

ÖNSÖZ

Bu çalıĢma, 1980‟lerden sonra küreselleĢmenin etkisiyle derinleĢen yoksulluğun medyada temsilinin yapısal yanlılık boyutundaki yansımasını incelemeyi amaçlıyor.

Öncelikle çalıĢmamın çerçevesini çizmem için bilgi ve birikimini benimle paylaĢan Hocam Doç. Dr. Abdülrezak Altun‟a, çalıĢmam boyunca bana yol gösteren ve sonuca ulaĢabilmemi sağlayan danıĢmanım Doç. Dr. Bedriye Poyraz‟a en içten teĢekkürlerimi sunarım.

Tez konumla ilgili kaynaklara ulaĢmamda katkı sağlayan eĢim Ufuk Aykurt‟a, ölçeğin değerlendirme kısmında istatistik bilgisi ile bana destek olan arkadaĢım Filiz Akar‟a teĢekkür ederim.

Ayrıca hayatımın her anında olduğu gibi bu çalıĢmanın hazırlanmasında da baĢından beri beni destekleyen arkadaĢlarıma, anneme, babama, kardeĢime de çok teĢekkür ederim.

(5)

ĠÇĠNDEKĠLER

ÖNSÖZ ... i

ĠÇĠNDEKĠLER ... ii

KISALTMALAR CETVELĠ ... v

GĠRĠġ ... 1

BĠRĠNCĠ BÖLÜM ... 9

1. KÜRESELLEġME ... 9

1.1. KüreselleĢme Ġle Gelen Yeni Dünya Düzeni ... 9

1.2. KüreselleĢmenin Sonucu: Yeni Yoksulluk ... 14

1.3. Türkiye‟nin Sürece Eklemlenmesi ... 26

ĠKĠNCĠ BÖLÜM ... 30

2. YOKSULLUK ... 30

2.1. Yoksulluk Kavramı ve Farklı Tanımlar ... 30

2.1.1. Gelire Dayalı Yoksulluk... 30

2.1.2. Ġnsani Yoksulluk ... 35

2.1.2.1. Geleneksel Yoksulluk/Yeni Yoksulluk ... 37

2.1.2.2. Sınıfaltı (Underclass) ... 39

2.1.2.3. Kırsal Yoksulluk / Kentsel Yoksulluk ... 42

2.1.3. Yoksulluğu Etkileyen Faktörler ... 44

2.1.4. Yoksulluğun Nedenleri ... 46

2.1.5. Farklı Ġdeolojik Perspektiflerden Yoksulluk ... 50

2.1.6. Türkiye‟den Yoksulluk Görünümleri ... 52

2.1.6.1. Yoksulluk ve Hanehalkı Büyüklüğü ... 53

2.1.6.2. Hanehalkının Cinsiyet ve Eğitim Durumuna Göre Yoksulluk Oranları . 54 2.1.6.3. Fertlerin ÇalıĢma Durumları ... 55

2.1.6.4. Hanehalkını OluĢturan Fertlerin Ġktisadi Faaliyetine Göre Yoksulluk Oranları... 55

2.1.6.5. Kırsal / Kentsel Yoksulluk Oranları ... 56

2.1.6.6. Bölgeler Arası Farklılıklar ... 56

2.1.6.7. Gecekondu ... 57

2.1.6.8. Geçinme Stratejileri... 59

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ... 61

3. HABERLERDE YOKSULLUĞUN TEMSĠLĠ VE YAPISAL YANLILIK ... 61

3.1. Medya ve Temsil ... 61

3.2. Nesnellik ve Yanlıllık... 66

3.3. Yapısal Yanlılık... 72

3.3.1. Çerçeve Kurma ... 73

3.3.2. DoğallaĢtırma ... 79

3.3.3. Özneleri Konumlandırma ... 81

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM ... 86

4. GAZETECĠLERĠN YOKSULLUK VE MEDYADA TEMSĠLĠ HAKKINDA GÖRÜġLERĠ ... 86

(6)

4.1. KiĢisel Bilgi Formundan Elde Edilen Bulgular... 86

4.1.1. ÇalıĢtığı Kurum ... 86

4.1.2. Uzmanlık Alanı ... 87

4.1.3. Cinsiyet... 88

4.1.4. YaĢ ... 88

4.1.5. Kıdem ... 89

4.1.6. Eğitim Düzeyi ... 90

4.1.7. Fakülte ... 91

4.2. Veri Toplama Aracı (Gazetecilerin Yoksulluk ve Medyada Temsili YaklaĢımları Ölçeği) ... 92

4.3. Verilerin Analizi ... 98

4.4. Bulgular Ve Yorumlar ... 98

4.4.1. Medyada Yoksulluğun Temsili YaklaĢımı EleĢtirel Boyutu... 99

4.4.1.1. Medya Mensuplarının Cinsiyete Göre EleĢtirel Boyuttaki Durumları .. 101

4.4.1.2. Medya Mensuplarının YaĢ DeğiĢkenine Göre EleĢtirel Boyuttaki Durumları ... 102

4.4.1.3. Medya Mensuplarının ÇalıĢtığı KuruluĢa Göre EleĢtirel Boyuttaki Durumları ... 103

4.4.1.4. Medya Mensuplarının Uzmanlık Alanı DeğiĢkenine Göre EleĢtirel Boyuttaki Durumları ... 104

4.4.1.5. Medya Mensuplarının Kıdem DeğiĢkenine Göre EleĢtirel Boyuttaki Durumları ... 105

4.4.1.6. Medya Mensuplarının Fakülte DeğiĢkenine Göre EleĢtirel Boyuttaki Durumları ... 106

4.4.1.7. Medya Mensuplarının Eğitim Düzeyi DeğiĢkenine Göre EleĢtirel Boyuttaki Durumları ... 107

4.4.2. Medyada Yoksulluğun Temsili YaklaĢımı Liberal Boyutu ... 107

4.4.2.1. Medya Mensuplarının Cinsiyete Göre Liberal Boyuttaki Durumları .... 109

4.4.2.2. Medya Mensuplarının YaĢ DeğiĢkenine Göre Liberal Boyuttaki Durumları ... 110

4.4.2.3. Medya Mensuplarının ÇalıĢtığı KuruluĢa Göre Liberal Boyuttaki Durumları ... 111

4.4.2.4. Medya Mensuplarının Uzmanlık Alanı DeğiĢkenine Göre Liberal Boyuttaki Durumları ... 112

4.4.2.5. Medya Mensuplarının Kıdem DeğiĢkenine Göre Liberal Boyuttaki Durumları ... 113

4.4.2.6. Medya Mensuplarının Fakülte DeğiĢkenine Göre Liberal Boyuttaki Durumları ... 113

4.4.2.7. Medya Mensuplarının Eğitim Düzeyi DeğiĢkenine Göre Liberal Boyuttaki Durumları ... 114

4.4.3. Medya Mensuplarının Yoksulluk ve Medyada Temsiline ĠliĢkin EleĢtirel Ve Liberal Boyuttaki YaklaĢımları ... 115

4.4.4. Medya Mensuplarının Yoksulluk ve Medyada Temsiline ĠliĢkin Ölçek Maddelerine Katılımlarına Göre Dağılımları ... 118

BEġĠNCĠ BÖLÜM ... 124

5. HABERLERDE YOKSULLUĞUN TEMSĠLĠNĠN ÇÖZÜMLEMESĠ ... 124

(7)

5.1. ÇalıĢmanın Yöntemi ... 124

5.1.1. Örneklem ... 124

5.1.2. Yöntem ... 125

5.2. Çözümleme... 127

5.2.1. Nicel Veriler ... 127

5.2.2. Makro Yapı Ġncelemeleri ... 128

5.2.2.1. Tematik Yapılar ... 129

5.2.2.2. ġematik Yapılar ... 146

5.2.2.2.1. Hikâye Örgüsü Ve Arkaplan Bilgisi (Durum) ... 146

5.2.2.2.2. Yorum... 149

5.2.3. Mikro Yapı Ġncelemeleri ... 155

5.2.3.1. Cümle Yapıları (Sentaktik Çözümleme) ... 155

5.2.3.2. Sözcüklerin Seçimi (Lexical Çözümleme) ... 159

5.2.3.3. Haberin Retoriği... 160

SONUÇ VE DEĞERLENDĠRMELER ... 163

KAYNAKÇA ... 177

EKLER ... 190

ÖZET ... 193

ABSTRACT ... 194

(8)

KISALTMALAR CETVELĠ

AB : Avrupa Birliği

ABD : Amerika Birleşik Devletleri

CCCS : Çağdaş Kültürel Çalışmalar Merkezi DPT : Devlet Planlama Teşkilatı

GSMH : Gayri Safi Milli Hasıla GSYİH : Gayri Safi Yurt İçi Hasıla

GUMG : Glasgow Üniversitesi Medya Grubu IMF : Uluslararası Para Fonu

İGE : İnsani Gelişme Endeksi İGR : İnsani Gelişme Raporu

SHÇEK : Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu STK : Sivil Toplum Kuruluşları

TÜİK : Türkiye İstatistik Kurumu

UNDP : Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı UNICEF : Birleşmiş Milletler Çocuk Fonu

(9)

GĠRĠġ:

Tarihin her döneminde hayatlarını sürdürebilmek için gerekli standartlara sahip olmayan insanlar var olmuĢtur. Ama günümüzde yoksulluk giderek derinleĢmekte, çeĢitlenmekte ve evrensel boyutlara ulaĢmaktadır. Yoksulların sayısı zenginlerin sayısından daha hızlı artarken, diğer yandan da yoksul ile zengin arasındaki uçurum derinleĢmektedir.

GeliĢme sürecindeki bir ülke olan Türkiye‟de yoksulluk sorununun yansımaları görülmektedir. Maddi yardım almak için uzun kuyruklarda bekleyen, birbirlerini ezen insanlar; her geçen gün sayıları artan dilenciler, evsizler; yoksulluk dolayısıyla sistem dıĢına atılan ve “etrafa dehĢet saçan” tinerciler, hırsızlar, kapkaççılar... Uzayan liste yoksulluğun ülkemizde geldiği noktayı ve çözülmesi gereken bir sorun olarak önemini ortaya koymaktadır. Peki bu ortamda haberlerde

“yoksulluk”a nasıl yer verilmektedir? Soruyu yanıtlayabilmek için öncelikle Türkiye‟de medyanın 1980 sonrası geçirdiği değiĢim üzerinde durulmalıdır.

1980 sonrası süreç, bütün dünya ülkelerinde olduğu gibi Türkiye‟de de medya sektörünü etkilemiĢtir. YaĢanan Yeniden Yapılanma, Türkiye‟nin iktisat politikalarının dünyadaki neo-liberal ilkelerin doğrultusunda radikal değiĢikliklere uğratılmasını da beraberinde getirmiĢtir. Bu ortamda sermaye medyanın gücünün farkına varmıĢ ve medya alanında yatırımlarını artırmıĢtır. Böylece medya alanı büyük sermaye gruplarının denetimi altına girmeye baĢlamıĢ ve bunun sonucu olarak da tekelleĢme eğilimleri hız kazanmıĢtır. 1980'lerden sonra dıĢarıdan büyük sermayenin gelmesi ile medya sektörü hızlı bir büyüme sürecine girmiĢ ve gazete patronluğu, gazeteci ailelerin elinden çıkarak, Türk ekonomisinin önemli isimlerinin

(10)

eline geçmeye baĢlamıĢtır. Büyük sermaye sahipleri yeni yatırımlar yaparak alandaki etkinliklerini artırmıĢlardır. Aynı gruba bağlı yeni yayınlar çıkararak, teknolojilerini en verimli biçimde kullanmayı amaçlamıĢlardır. Benzer içerikli gazeteleri, sunumlarını farklılaĢtırarak, farklı kitlelere ulaĢmayı baĢarmıĢlardır. Bu alana yapılan özel giriĢimlerin önünün açılması çok sayıda medya kuruluĢunun halka ulaĢmasını sağlamıĢtır. Öncelikle gazetelerde daha sonra da televizyonda görülen bu durum, haberlerde ve haber olacak olayların seçiminde değiĢim yaratmıĢtır. Haber, Türkiye‟de 1980 sonrası süreçte sermayenin basın sektörüne girmesi ve tekelleĢmeler sonucunda ticari bir mala dönüĢmüĢtür. Gazeteci-okur iliĢkisi, üretici-tüketici iliĢkisine dönüĢmüĢtür. Haber materyali de diğer medya ürünleri gibi alınıp satılmaktadır. Haber ticari mala dönüĢünce, okuyucunun ya da izleyicinin beğenileri daha da önemli hale gelmiĢtir. Daha fazla insana ulaĢmak için onların ilgisini çekecek olana yönelmek, onları eğlendirmek de haber vermenin yanında yerine getirilmesi gereken iĢlevlerin arasına girmiĢtir. MagazinleĢme ve ilgi çekici olana yönelme Türk haber medyasını tanımlayan kavramlar haline gelmiĢtir1.

Türk haber medyasının geldiği bu nokta dikkate alındığında medyanın yoksulluk gibi ciddi bir soruna yaklaĢımı daha büyük bir önem kazanmaktadır. Bu bağlamda yapılacak araĢtırmanın problemini; yazılı ve görsel basında yoksulluğa nasıl yer verildiği ile gazetecilerin yoksullukla ilgili görüĢlerinin ne olduğunun (nasıl olduğunun) tespit edilmesi oluĢturmaktadır.

1 1980 sonrası Türk Basını konusunda detaylı bilgi için bkz; (Alemdar, 1999); (Bumin, 1998); (Çaplı, 2001);

(Görgülü, 1991); (Kocabaşoğlu, 1997); (Otan, 1995); (Özsever, 2004); (Sönmez, 2003); (Tılıç, 2003);

(Tokgöz,2000).

(11)

AMAÇ VE YÖNTEM

Bu araĢtırmanın genel amacı Ankara‟da ulusal basında ve haber ajanslarında çalıĢan gazetecilerin yoksulluk ve medyada temsili ile ilgili görüĢleri ile yoksulluğun yazılı basında nasıl yer aldığının incelenmesidir.

Bu genel amaç doğrultusunda hazırlanan araĢtırma kapsamında karma bir yöntem kullanılarak ikili bir uygulama gerçekleĢtirilmiĢtir. Ġlk uygulamada Ankara‟da ulusal gazetelerde ve haber ajanslarında çalıĢan gazetecilere yoksulluk ve medyada yoksulluğun temsili hakkındaki görüĢlerine iliĢkin bir ölçek uygulanmıĢ ve aĢağıdaki sorulara yanıt aranmıĢtır:

Ankara ilinde ulusal basında ve haber ajanslarında görev yapan gazeteciler yoksulluk konusunda liberallik ve eleĢtirellik özelliklerini taĢıma durumuna göre nasıldır?

Gazetecilerin yoksulluk hakkındaki görüĢleri o ÇalıĢtığı kuruluĢ

o Uzmanlık alanı o Cinsiyet

o YaĢ o Kıdem

o Eğitim düzeyi

o Mezun olduğu fakülte

DeğiĢkenleri açısından farklılık göstermekte midir?

(12)

GerçekleĢtirilen ikinci uygulamada ise örneklem olarak seçilen gazetelerde söylem analizi gerçekleĢtirilmiĢ ve aĢağıdaki sorulara yanıt aranmıĢtır:

Yoksulluğa iliĢkin haberler medyada nasıl temsil edilmektedir?

o Medyada yoksulluk, toplumsal bağlamından kopuk bir biçimde bireyselliğe indirgenerek mi ele alınmaktadır?

o Haberler yoksulluğun nedenlerine mi yoksa sonuçlarına mı odaklanmaktadır?

o Yoksulluğun nedeni nasıl sunulmaktadır?

o Yoksulluğa iliĢkin haberlerin birbirleriyle bağlantısı var mıdır?

o Yoksullukla ilgili haberler ön plana çıkarılan içerik nedir?

o Yoksulluk konusundaki iktidar görüĢü haberlerde yeniden kurulmakta mıdır?

o Ġncelenen gazeteler arasında söylem farkı var mıdır?

Gazeteler üzerinde yapılan bu çalıĢmada örneklem olarak Radikal, Hürriyet, Posta ve Yeni ġafak gazeteleri seçilmiĢtir. Belirlenen gazetelerin konuya yaklaĢımının incelenmesi açısından Türk halkının yoksulluğa karĢı en çok duyarlı olduğu düĢünülen Ramazan ayı, araĢtırma için üzerinde durulması gereken dönem olarak belirlenmiĢtir. Yapılan incelemede Teun van Dijk‟ın söylem çözümlemesi modelinden yararlanılmıĢtır.

Bununla birlikte çalıĢma için gerekli literatür okumaları da gerçekleĢtirilmiĢtir.

(13)

ÇalıĢmanın birinci bölümünde KüreselleĢme ile gelen yeni dünya düzeni ve bu düzenin yoksulluk üzerindeki etkileri tartıĢılmaktadır. Bu bölümü araĢtırmanın temel kavramı olan yoksulluğun tanımı, türleri, nedenleri, Türkiye‟deki görünümlerini içeren ikinci bölüm takip etmektedir. Üçüncü bölümde ise medyada temsil konusu ele alınmıĢ ve yapısal yanlılık boyutundaki tartıĢmalar aktarılmıĢtır.

AraĢtırmaya iliĢkin ilk uygulamanın yer aldığı dördüncü bölümde gazetecilerin yoksulluk ve medyada temsiline iliĢkin görüĢlerini içeren ölçek çalıĢması aktarılmıĢ, bu çalıĢmaların bulgu ve sonuçlarına yer verilmiĢtir. Ġkinci uygulamanın yer aldığı beĢinci bölümde ise seçilen gazeteler üzerine yapılan söylem çözümlemesinin sonuçları sunulmuĢtur. ÇalıĢma, genel bir değerlendirmenin yapıldığı sonuç bölümüyle tamamlanmıĢtır.

KURAMSAL ÇERÇEVE

Medya üzerine yapılan incelemelerde temel olarak iki yaklaĢım ayırt edilebilmektedir. Bunlar; liberal çoğulcu yaklaĢım ve eleĢtirel yaklaĢımdır. Yapılan incelemenin eleĢtirel yaklaĢımın değerlendirmeleri doğrultusunda Ģekillendiğini söylemek mümkündür.

Bu yaklaĢımlar ve aralarındaki temel farklılıkları Ģu Ģekilde özetlemek mümkündür;

Liberal çoğulcu yaklaĢım ile eleĢtirel yaklaĢım arasındaki en temel fark, iktidarı tanımlama biçimlerinden kaynaklanmaktadır. Ġktidarı kiĢi odaklı olarak ele alan liberal çoğulcu yaklaĢıma göre birey, kendi seçimlerini aklıyla bulabilir ve böylece kendi faydasını maksimize edebilir. Kendi seçimlerini yapan birey güç

(14)

kullanım hakkında vazgeçer ve böylece devlet iktidarı kurulur. Sonuç olarak bireye ait olan iktidar devredilir ve sonra temsil edilir. EleĢtirel yaklaĢımın iktidar anlayıĢı ise bunun çok uzağındadır. Bu bakıĢ, kapitalist ekonomik sistemin altında yatan dinamiklere ve bunun iktidar üzerindeki ağırlığına eğilir. Ġktidarı belirli bir sınıfın ya da grubun elinde toplanmıĢ olarak gören eleĢtirel yaklaĢıma göre, iktidara sahip olan onu kendi çıkarları doğrultusunda kullanır.

Her iki yaklaĢımın iktidara bakıĢları, medyayı ve onun ürünlerini değerlendirme biçimlerini de etkilemektedir. Liberal çoğulcu yaklaĢım medyayı ekonomi ve siyasetten ayrı olarak değerlendirmekte fakat bunların birbirlerini etkiledikleri üzerinde durmaktadır. EleĢtirel yaklaĢımda ise ekonomik determinizm vardır. “Alt yapı üst yapıyı belirler” mantığı temel oluĢturmaktadır. Fakat eleĢtirel bakıĢ içindeki farklı yaklaĢımlar ekonomik determinizm konusuna farklı derecelerde ağırlık vermektedir. Liberal çoğulcu yaklaĢım modern basın kuruluĢlarında mülkiyet ve yönetimin farklı ellerde olduğunu dolayısıyla editöryal bağımsızlık olduğunu vurgulamaktadır. Yayın politikasını belirleyen mülkiyet sahibi kiĢi değil tüketicidir.

Tüketicinin (bağımsız bireyin) istekleri dikkate alınır ve medya kuruluĢunun yayın politikası buna göre belirlenir. Liberal çoğulcu yaklaĢım tüketici istekleri doğrultusunda belirlenen yayın politikasına vurgu yaptığı için temsil sorunu ile ilgilenmez. Bu yaklaĢıma göre medya toplumun aynasıdır. EleĢtirel yaklaĢım tüketicinin belirleyiciliğini sınırlandıran etkenlerin (-zaman, -maddi olanaklar, - kültürel donanım) üzerinde durur ve bu ortamda temsilin eĢit bir Ģekilde iĢlemediğini vurgular. Bu bağlamda eleĢtirel yaklaĢım içinde medyada temsil ile ilgili araĢtırmalar yapılmaktadır. Ġktidarın eĢitsiz dağılımı üzerinde duran eleĢtirel yaklaĢıma göre medya da bu eĢitsizliği yeniden kurmaktadır. Medya toplumun bir aynası değildir,

(15)

aksine toplumda gerçeklik tanımlamaları yapan, bunları metinleri aracılığıyla inĢa eden bir araçtır.

Ġki yaklaĢımın yöntemsel açıdan da farklılıkları bulunmaktadır. Liberal çoğulcu yaklaĢım, dile bakarken anlamın mesaj gönderen tarafından belirlendiğini ve alıcının bu mesajı, gönderenin belirlediği biçimde açımlayacağını kabul eder.

Anlama iliĢkin teorik bir tartıĢma yapmaz ve medya metinlerini nicelleĢtirerek ele alır. Ġçerik çözümlemelerini de nicelleĢtirerek yapar.

Medya metinlerinin içeriğine bakıĢı açısından eleĢtirel yaklaĢımın değerlendirilebilmesi için bu yaklaĢımın alt baĢlıklarının incelenmesi gerekmektedir.

EleĢtirel yaklaĢım kendi içinde iki baĢlık altında ele alınabilir; araçsalcı yaklaĢım ve yapısalcı yaklaĢım. EleĢtirel yaklaĢımla ilgili olarak daha önce ifade edilen noktalar bu iki bakıĢ açısından da geçerli olmakla birlikte bunlara verdikleri ağırlıklar birbirlerinden farklıdır. Araçsalcılar da yapısalcılar da yapıya önem verirler. Ancak yapıyı kavrama biçimleri birbirinden farklıdır. Araçsalcı yaklaĢım yapıyı sınırlandırır, çünkü yapıyı ekonomik belirleyiciliğe göre açıklar. Araçsalcı yaklaĢımda katı bir ekonomik determinizm vardır. Bu noktada yapısalcılardan farklılaĢmaktadır. Çünkü yapısalcı yaklaĢım ekonominin belirleyiciliğini temel olarak kabul etmekle birlikte üst yapının etkisini de ele alıp değerlendirir. Üst yapının görece özerkliği üzerinde durur yapısalcı yaklaĢım. Yapısalcılara göre her toplumsal oluĢumun farklı koĢulları ve farklı özerklik durumları vardır. Araçsalcı yaklaĢımdaki katı ekonomik determinizmin bir sonucu, basını kapitalistlerin aracı olarak ele almaktır. Bu bakıĢ açısıyla hareket edildiğinde medya belirli bir kesimin aracıysa ve özerk noktası yoksa içeriğe bakmanın bir anlamı yoktur. Oysa

(16)

yapısalcılara göre medya grup çıkarlarına hizmet etmekle birlikte günlük pratikler içinde özerk noktalar söz konusudur. Bu bağlamda içeriğe bakmak önemlidir. 2

2 Medya çalışmalarındaki temel yaklaşımlar konusunda daha fazla bilgi için bakınız; (Curran, 1993); (Hall, 1999); (İnal, 1996); ( İnal, 1997); (Murduck, 1980).

(17)

BĠRĠNCĠ BÖLÜM

1. KÜRESELLEġME

1.1. KÜRESELLEġME ĠLE GELEN YENĠ DÜNYA DÜZENĠ

Dünya son yıllarda hayatın her alanında büyük değiĢimleri beraberinde getiren ve adına küreselleĢme denen entegrasyon sürecini deneyimlemektedir.

KüreselleĢme, teknolojik geliĢmeleri hızlandıran, daha önce var olmayan ekonomik olanakları sunan, siyasi reformları ve kültürel dönüĢümleri içinde barındıran bir olgudur.

Geri döndürülemez ve dıĢında kalınamaz bir süreç olarak görülen küreselleĢmeyi dünyanın tek bir bütün olarak yapılaĢması ve dünyanın tek bir pazar haline gelmesi biçiminde tanımlamak mümkündür. KüreselleĢme, yeni ortaya çıkan bir olgu değildir. Kapitalizm, tarih sahnesine çıktığı andan itibaren küreselleĢmeyi de beraberinde ortaya çıkarmıĢtır (Saylan, 1997:10).

Bello ve Malig‟in ifadesi ile “küreselleĢme sermayenin, üretimin ve piyasaların- yerküre ölçeğindeki-hızlı entegrasyonudur” (Bello ve Malig, 2008: 109).

KüreselleĢme ekonomik bakımdan ülke ekonomilerinin dünya pazarına eklemlenmesi olarak tanımlanır. Savran, neoliberal bir bütünleĢme olarak tanımladığı küreselleĢmenin, sermayenin doymak bilmez iĢtahına, piyasa güçlerinin dizginsiz hakimiyetine, emperyalist güçlerin emirlerine ve dolayısıyla bir bütün olarak bakıldığında güçlünün koyduğu yasaya dayanan uluslararası bir bütünleĢme biçimi olduğunu belirtmektedir (Savran, 2008:189).

1929 Bunalımının baĢladığı Ġngiltere ve ABD, aynı zamanda bunalımı aĢmak için çözüm çabalarının da ilk adımlarının atıldığı ülkeler olmuĢtur. ABD ve Ġngiltere,

(18)

yeni pazarlar bulmak için çalıĢmalara baĢlamıĢlardır. Bu ortamda iletiĢim teknolojileri önemli bir yatırım alanı olarak ön plana çıkmıĢtır. KüreselleĢme, kapitalizmin içine girdiği bu bunalımın çıkıĢ noktası olarak görülmüĢtür. ĠletiĢim teknolojileri ise küreselleĢmenin motor gücünü oluĢturmuĢtur.

Gencay ġaylan‟ın da vurguladığı gibi, “Yeni Dünya Düzeni” küresel bir düzendir (ġaylan, 1995:143), yani ekonomik birim tüm dünyadır. Yeni Dünya Düzeni‟nin belirleyici öğeleri; liberalleĢme ve küreselleĢmedir. KüreselleĢme sürecinin yürütücüleri de, uluslararasılaĢmıĢ ya da büyük ulusötesi Ģirketlerle, uluslararası finans kurumlarıdır. Bu küresel kuruluĢ ve korporasyonlar, dünyanın çok değiĢik yörelerinde yaĢayan milyonlarca insanın kaderini, kendi hükümetlerinin verdikleri kararlardan çok daha fazla etkileyebilmektedirler (ġaylan, 1995:165).

Hardt ve Negri, küresel piyasa güçleriyle yasal veya siyasal kurumlar arasındaki sürekli etkileĢimi üç genel kategori üzerinde açıklamaktadır; bunlardan birincisi doğrudan Ģirketler tarafından yaratılan ve yönetilen özel anlaĢmalar ve özel otorite biçimlerinden oluĢurken ikincisi, ulus-devletler arasındaki ticaret anlaĢmalarınca kararlaĢtırılan ve doğrudan çeĢitli uluslararası ticaret ve üretim pratiklerini belirleyen kimi düzenleyici mekanizmalardır. Üçüncüsü ise uluslararası ya da ulusüstü kurumlarca muhafaza edilen ve uluslararası ya da küresel düzeyde iĢleyen genel normları (IMF, Dünya Bankası) içermektedir (Hardt ve Negri, 2004:

185-186). Hardt ve Negri‟ye göre bu karmaĢık bütünü göz önünde bulundurduğumuzda yalnızca IMF ve Dünya Bankası‟nı ortadan kaldırmak küresel hiyerarĢiyi azaltmayacaktır (Hardt ve Negri, 2004:193).

Hardt ve Negri bu kategorilerin temel iĢlevlerini Ģöyle açıklamaktadır;

(19)

“Birinci düzey, kapitalistlerin kârlarını garantilemek amacıyla kendi aralarındaki iliĢkileri düzenlemesidir; ikincisi, ulus-devletlerin aralarındaki görüĢmelerle uluslararası bir uzlaĢma oluĢturmaya çalıĢmasıdır; üçüncüsü de, yeni bir küresel otoritenin inĢası Ģeklinde kurucu projedir. …ulusal ve bölgesel ticaret politikaları ve ticaret anlaĢmaları ve de ulusüstü ekonomik kurumlar birbirleriyle eĢgüdüm halinde küresel ekonominin yasalarını oluĢturarak verili düzeni korumaya ve yeniden üretmeye çalıĢır. …en zengin ve güçlü Ģirketlerin ve ülkelerin çıkarları, çeliĢkilere rağmen, hatasız Ģekilde kollanmalıdır. Hepsinin en temel düzeyde korumak zorunda olduğu Ģey, küresel iĢ bölümü ve güçbölümü yani küresel siyasal bedeni Ģekillendiren hiyerarĢilerdir” (Hardt ve Negri, 2004:192).

KüreselleĢme sürecinin ülke ekonomilerinde meydana getirdiği dönüĢümlerin dıĢında bütün devletlere politika ve kurumlarını belli bir doğrultuda değiĢtirmeleri yönünde baskı yapmaktadır. Bu süreçte uluslararası ve uluslar-üstü kuruluĢlar, pek çok alanda ulus devletin yetki ve otoritesini onun elinden almaya baĢlamıĢlardır.

Ulus devletlerin etkisinin giderek zayıflaması, buna karĢılık çokuluslu Ģirketlerin baĢat bir rol üstlenmesi de küreselleĢme sürecinin en temel özellikleri arasında yer almaktadır (ġenses, 2004:13-14)

Ülkelerarası sermaye akıĢını hızlandıran küreselleĢme, güçlü olan sermayenin kendisine yeni alanlar bularak daha da güçlenmesine olanak sağlamaktadır. Böylece küçük sermayelerin sürekli kaybedip yok olduğu bir rekabet ortamını doğmaktadır.

Ülkelerin ekonomik ve siyasal anlamda birbirlerine yakınlaĢmaları, kültürel anlamda birbirlerinden etkilenmeleri sonucunu doğurmuĢtur. Sosyo-kültürel küreselleĢme ile ülkeler, farklı kültürleri daha yakından tanıma olanağı bulmaktadır.

Bu, ilk bakıĢta çok olumlu bir geliĢme olarak görülmekle birlikte, küreselleĢmenin batı kültürünü ve onun değerlerini ön plana çıkardığı ve yaymaya çalıĢtığı gerçeği düĢünüldüğünde iyimser bakıĢ açısını yok etmektedir.

Hardt ve Negri ise günümüz dünyasının emperyalizm kavramıyla

(20)

açıklanmadığını belirtmektedir. Ulus-ötesi Ģirketlerin engel tanımayan etkinliği karĢısında modernliğin ulus-devletlere dayanan egemenlik yapısı giderek zayıflamaktadır. Bunun yerini alan egemen yapı ise, ulus-ötesi Ģirketlerden ve ticari ağlardan oluĢan her Ģeyi içselleĢtirmiĢ, ağ tarzında örgütlenmiĢ, toprağa bağlı olmayan, merkezsiz, uluslarüstü ve tüm dünyayı kontrol altında tutan bir güce sahiptir. BaĢını ne ABD'nin ne de baĢka bir gücün çektiği bu esnek ve belirsiz egemenlik aygıtını Hardt ve Negri, 'imparatorluk' olarak adlandırmıĢtır (Hardt ve Negri, 2001).

Savran ise küreselleĢme teorisinin geldiği noktayı Ģöyle ifade etmektedir;

KüreselleĢme teorisi öylesine etkinlik kazanmıĢtır ki, kurulu düzenin düĢünürleri ve sözcüleri için tabiri caizse ortak akıl haline gelmiĢ, belli baĢlı fikirleri popüler medyada yadsınması imkansız bir dogma biçiminde yaygınlık kazanmıĢtır. KüreselleĢme teorisinin özü dört ana önermeyle özetlenebilir: 1. KüreselleĢme, en son teknolojik geliĢme dalgasının, yani enformasyon ve iletiĢim teknolojilerindeki geliĢmelerin dolaysız bir ürünüdür. 2. KüreselleĢme, kaçınılmaz ve geriye döndürülemez bir süreçtir. 3.

Dünya ekonomisinin yenilerdeki bütünleĢmesi, ulus-devleti modası geçmiĢ bir tarihsel kategori haline getirmiĢtir. 4.küreselleĢme kapitalizmin tarihsel geliĢiminde, emperyalist aĢamadan farklı, yeni bir aĢama baĢlamıĢtır. Bu önermelerin hiçbirisi, günümüz dünya kapitalizminin gerçekleriyle yüzleĢme sınavından baĢarıyla çıkamaz (Savran, 2008:152).

Toplumsal hayatın her alanını etkileyen küreselleĢme sürecinin etkilerinin olumlu mu yoksa olumsuz mu olduğu, üzerinde yoğun tartıĢmaların yaĢandığı bir konudur. KüreselleĢmeye kendi bakıĢ açılarına göre açıklama getirmeye çalıĢan araĢtırmacılardan bazıları sürecin olumlu etkilerini vurgularken, diğerleri ise ortaya çıkardığı tehditler üzerinde odaklanmaktadır.

KüreselleĢme söylemi taraftarları, bu sürecin orta ve uzun vadede herkes için bir zenginleĢmeyi beraberinde getireceğini iddia etmektedir. Onlara göre küreselleĢme, çağdaĢlaĢma ve geliĢme demektir, desteklenmesi gereken ve herkese

(21)

yarar sağlayan bir süreçtir. Ekonomik açıdan dünya kaynakları akılcı ve verimli olarak kullanılmakta ve böylece dünya ticareti ve geliĢimi hızlanmaktadır.

KüreselleĢme süreci ile Batı‟nın demokrasi ve insan hakları anlayıĢı az geliĢmiĢ ülkelere taĢınmakta, ayrıca iletiĢim alanındaki geliĢmeler ile her Ģeyden anında haberdar olan bireyin özgürlüğünü güçlendiren bir etki yaratarak demokratikleĢme sürecini hızlandırmaktadır. Uluslararası düzen açısından ise Dünyaya Batı düzeninin egemen olması ile ideolojik kavgaların son bulduğu yeni bir dünya düzeni oluĢmaktadır (Çeken ve Ark, 2008: 81-82)

KüreselleĢme sürecinin savunucuları küreselleĢmenin eĢitlik, özgürlük ve demokrasi getireceğini ve ülkelerarası karĢılıklı bağımlılığı artıracağını iddia etmektedirler. Ancak eĢit konumda olmayan ülkeler arasında karĢılıklı olarak gerçekleĢecek bir bağımlılık iliĢkisinin var olduğunu ya da var olacağını düĢünmek gerçekçi bir yaklaĢım değildir. GeliĢmiĢ ülkeler bu iliĢkide her zaman avantajlı bir konuma sahip olacaktır.

Kitle iletiĢim araçlarındaki hızlı geliĢim bilgi akıĢını hızlandırmıĢ ve bu akıĢın maliyetini de düĢürmüĢtür. KüreselleĢmenin de bu geliĢmelere eklemlenmesiyle “ülkeleri ve insanları birbirinden ayıran fiziki engeller” neredeyse ortadan kalkmıĢtır. KüreselleĢme yandaĢları, bu geliĢmeler ile teknolojiye ve bilgiye eriĢimin artık herkes için mümkün olduğunu iddia etseler de, eriĢim için yalnızca teknolojik geliĢmelerin yeterli olmadığı bilinmektedir. Ġnsanların ekonomik, sosyal, kültürel konumları ve zamanlarının olup olmaması önem taĢımaktadır.

KüreselleĢme ideolojisini savunanlar bu sürecin yeni olduğunu iddia etmektedirler. 1980‟lerde yeni bir dünya düzeninin kurulduğu iddiası ile baĢlayan bu süreç, dünya medyası tarafından da desteklenmiĢ, olumlanarak sunulmuĢtur.

(22)

Robertson ise küreselleĢmenin yeni olmadığını, kapitalizmin bir aĢaması olduğunu ve baĢlangıcının 15. Yüzyılın ilk dönemlerine gittiğini belirtmektedir (Robertson, 1999). KüreselleĢmeyi eleĢtirenler sürecin, emperyalizmin 21. Yüzyıldaki adı olduğunu söylemekte ve ekonomik açıdan küreselleĢmenin Batı‟nın ekonomik düzeni olan kapitalizmin dünyaya yayıldığı durum olduğunu ifade etmektedirler. Bu noktada amaç Batının dünya pazarındaki payını artırmaktır. Ancak küreselleĢme ile birlikte Batı zenginleĢirken dünya genelinde gelir dağılımı bozulmakta, yoksulluk artmakta çevre kirliliği gibi unsurlar ortaya çıkmaktadır. Siyasal açıdan küreselleĢme, batılı ülkelerin demokrasi getirme adına az geliĢmiĢ ülkelere müdahalelerini beraberinde getirmekte ve az geliĢmiĢ ülkelerin bağımsızlığını zedelemektedir. Son olarak uluslararası düzen açısından ise küreselleĢme ile gelen yeni dünya düzeni çatıĢmayı, terörü, yoksulluğu ve sefaleti artırmaktadır (Çeken ve Ark, 2008: 82-83).

Ancak Bauman‟ın ifade ettiği gibi küreselleĢme savunucularına göre Zenginlik küresel, sefalet ise yereldir, ama bu ikisi arasında nedensel bir iliĢki yoktur (Bauman, 2006: 86).

1.2. KÜRESELLEġMENĠN SONUCU: YENĠ YOKSULLUK

KüreselleĢme sürecinin yoksulluk ile iliĢkisi tanımlanırken üzerinde durulması gereken en önemli nokta küreselleĢmenin beraberinde getirdiği uluslararası kuruluĢlar ve bunların azgeliĢmiĢ ya da geliĢmekte olan ülkelerde uyguladığı yapısal uyum programlarıdır.

1970‟li yıllarda azgeliĢmiĢ ülkelerin ekonomik durumu kötüleĢmiĢ ve izleyen dönemlerde eski büyüme stratejileri sürdürülemez hale gelmiĢtir. Bu ortamda 1980‟li

(23)

yıllardan itibaren bu ülkeler IMF ve Dünya Bankası‟nın yönlendirmesiyle neo-liberal politikaların yörüngesine girmiĢtir. IMF ve Dünya Bankası tedavisinin birleĢtirilmesi azgeliĢmiĢ ülkeler için “Ģok tedavisi” olarak adlandırılmaktadır (Bello, 1998: 61).

ġok tedavisi ile azgeliĢmiĢ ülkelerde sanayileĢme, büyüme, gelir dağılımı, yoksulluk gibi orta/uzun dönem yapısal sorunlar yerini kısa dönem istikrar ve bu ülkelerin dıĢa açık serbest piyasa ekonomisine geçiĢini planlayan daha uzun erimli yapısal uyum politikalarına bırakmıĢtır (ġenses, 2002: 38).

Genel olarak Yapısal Uyum Kredilerinden yararlanma koĢulları ve gerekçeleri Ģunlardı:

Enflasyonu denetim altına almak, dıĢarıdan sermaye talebi akıĢını kısmak. Bu tür önlemler pratikte, eğitim, sağlık ve refah harcamalarının kısılması anlamına geliyordu.

Enflasyonu aĢağı çekmek ve ihracatı rekabetçi kılmak üzere ücretleri düĢürmek ya da sert önlemlerle yükselmesini durdurmak.

Yerli sanayinin rekabetçi gücünü artırmak ve ihracata yönelik üretimi teĢvik etmek üzere, teĢvikleri kurumsallaĢtırmak. Bunların her ikisi de, ülkenin en büyük gereksinme duyduğu dövizi sağlamanın ve dıĢ pazara dönük büyümenin iç pazara dönük büyümeden daha dinamik olduğu gerekçesine dayandırılıyordu.

Mal ve hizmet üretiminin etkinliğini artırmak ve üzerimi dıĢ rekabete açmak için, sanayi ve finansal hizmetler alanındaki yabancı sermayeye yönelik kısıtlamaları ortadan kaldırmak.

Ġhracatı rekabetçi kılmak üzere, ulusal parayı dolar gibi güçlü yabancı paralar karĢısında devalüe etmek.

Kaynak dağılımını hükümet kararları yerine pazara bırakmak amacıyla, devlet iĢletmelerini (KĠT) özelleĢtirmek ve radikal bir bürokrasiden arındırma (deregülasyon) sürecini baĢlatmak.

Yapısal uyum kredilerinin akıĢı için sadece yukarıdaki koĢulların kabulü yeterli değildir. Bunların dıĢında kredi alan ülkenin, üzerinde anlaĢılan “hedeflere” ulaĢma konusunda bankanın direktiflerine uyulacağı ve itaatte kusur edilmeyeceği güvencesini de vermesi gerekir.

Yapısal uyum kredisi dilimler halinde verilir. Bir sonraki dilime hak kazanmak için öncekinin istenen sonuçlar doğurmuĢ olması gerekir.

Aksi halde bir sonraki dilim kesilmese bile askıya alınır. Yapısal uyum

(24)

önlemleri makro-ekonomik politikanın birçok boyutunu kapsadığı için, Yapısal Uyum Kredi AnlaĢması yapmak demek, ülke ekonomisinin denetimini Dünya Bankası‟na bırakmak demektir (Bello, 1998: 56-57).

Soyak, yapısal uyum programlarının son 20 yıllık uygulaması sonucunda özellikle yoksullukla bağlantıları açısından etkilerini Ģöyle belirlemiĢtir;

Büyük ölçekli iĢten çıkartmalar neticesinde kamu sektöründe kitlesel iĢsizliğin ortaya çıkması,

Arızi ve düĢük ücretli yeni tip iĢlerde artıĢ,

Sendikaların faaliyetlerinin zayıflaması ve istihdam standartlarının tedrici olarak aĢınması,

Bedava ve eriĢilebilir kamu hizmetlerinin azalması ve devletin sosyal rolünün zayıflatılması,

Sosyal programlar için bütçenin kesilmesi ve kamu hizmet sektörlerinin özelleĢtirilmesi,

Tarımın çökertilmesinden kaynaklanan temel besin maddelerinde kıtlık,

Çevrenin ve doğanın bozulması,

Temel mal ve hizmetlerin fiyatlarının artması,

Bazı bölgelerde okuma-yazma oranının görece azalma,

Nüfusun önemli bir kısmında özellikle de kadın ve çocuk nüfusunda sağlığın bozulması ve kolera ve verem gibi hastalıkların yeniden görülmeye baĢlaması (Soyak, 2004: 38-39).

Peki geliĢmiĢ ülkelerin Üçüncü Dünya ülkelerine yapısal uyum programlarını uygulama isteğinin nedeni neydi? Bu noktada Freeman ve Kagarlitsky‟nin sorduğu diğer bir soru yanıtı nerede aramamız gerektiği konusunda ilham veriyor;

“Büyük imparatorluklar geçmiĢte büyük toprak parçalarını iĢgal etmiĢ ve bu yerleri tahakkümleri altında tutmuĢlardır. Ama artık oralardan çekilmiĢlerdir, dolayısıyla imparatorluklar çağı sona ermiĢtir. GeçmiĢte kalan bir sistemin yerine bugün artık bağımsız ve egemen ülkelerden oluĢan bir dünya sistemi geçmiĢtir. Egemen bir ülke, iĢgal edilmemiĢse, nasıl tahakküm altında olabilir ki?”( Freeman ve Kagarlitsky, 2008: 41)

Hardt ve Negri tam da bu noktaya değinerek, küreselleĢmenin Ģirketler veya ekonomik piyasalar üzerindeki yasal ve siyasal kontrol biçimlerinin değiĢmesi

(25)

anlamına geldiğini belirtmektedir. Yazarlara göre “IMF, Dünya Bankası ve diğer ulusüstü kurumların hepsinin meĢruluğunun nihai kaynağı bunların politik tasarımının asıl amacı, yani en temel düzeyde, küresel kapitalist piyasaya uygun bir liberal düzeni yerleĢtirme projesidir” (Hardt ve Negri, 2004: 185,191,192).

Bello ise Yapısal Uyum ve Ġstikrar Programlarının acil hedefinin “Kuzey‟in finansal çıkarlarının imdadına yetiĢmek” ve “Kuzey‟in özel ticari bankalarını kurtarmak” olduğunu belirtmektedir. Bu hedefi gerçekleĢtirilebilmek için “Dünya Bankası ve IMF, Üçüncü Dünya‟nın itaatkar borçlularına hızlı Standby ve yapısal uyum kredileri sağlama” konusunda iĢlev görecekti. Böylece krediler daha sonra faiz ödemeleri olarak “özel bankaların kasalarına transfer edilecekti” (Bello, 1998:117).

Fremaan‟ın ifadesiyle “Çoğunluğun yoksul olduğu bir dünyada marjinaller zenginlerdir. ĠĢte bu nedenden dolayı zenginlerin zenginliklerini doğrudan siyasi tahakküm kurarak sürdürmekten baĢka seçenekleri yoktur” (Freeman,2008: 83). Bu hedeften hareketle üçüncü dünya ülkelerinde devletin ekonomideki etkinliği azaltılmıĢ, devlet iĢletmeleri özelleĢtirilmiĢ, ithalatın artırılması ve yabancı sermaye giriĢine yönelik korumacı duvarlar yıkılmıĢ ve dünya pazarıyla bütünleĢme hızı artırılmıĢtır.

1980‟li yıllarda 70‟in üstünde Üçüncü Dünya Ülkesi IMF ve Dünya Bankası programlarına teslim olmuĢ ve söz konusu yıllarda, “uzaklardaki Washington‟dan yönetilen ve istikrar, yapısal uyum, Ģok tedavisi, Güney‟in ortak kaderi haline gelmiĢtir” (Bello, 1998: 61-62).

BirleĢmiĢ Milletler Afrika Komisyonu 1988‟de yaptığı bir değerlendirmede yapısal uyum programlarının asıl amacının “ekonominin üretici ve dağıtıcı

(26)

sektörlerindeki devlet müdahalesini budamak veya bütünüyle ortadan kaldırmak”

olduğunu ortaya koymuĢtur (Bello, 1998: 62)

Afrika ülkelerinin 1980‟li yıllardaki deneyimi üzerine araĢtırmalar yürüten UNICEF iktisatçısı EVA Jespersen, istikrar ve yapısal uyum programlarının etkisini ölçmek üzere programların uygulandığı 24 ülkeyi, sermaye birikimi oranı, GSMH içinde sanayi ürünleri payıyla ölçülen ekonomik yapının çeĢitlenmesi ve ihracat performansı açısından olmak üzere üç ölçüte göre bir derecelendirmeye tabi tutmuĢtur. Jespersen‟in elde ettiği bulgulara göre;

20 ülkede sermaye birikimi yavaĢlamıĢtır.

18 ülkede GSMH içinde sanayi ürünleri payı azalmıĢ veya duraklamıĢtır. Bu yatırımlarda dünya ölçeğindeki düĢüĢ dikkate alındığında beklenen sonuçtur. Dolayısıyla 1980‟lerin uyum çabaları zaten cılız olan sanayi yapısını daha da zayıflamasıyla sonuçlandı.

24 ülkenin 13‟ünde ihracat, miktar olarak gerilerken, 11‟inde arttı.

Fakat bunun ödemeler dengesi üzerindeki etkisi „ekseri ihmal edilebilir düzeydeydi‟ (Jespersen‟den Aktaran Bello, 1998: 64-65)

Washington Politika AraĢtırma Enstitüsünden John Kavanagh küreselleĢmenin çok az sayıdaki insana çok büyük fırsatlar sağlarken, dünya nüfusunun üçte ikisini dıĢarıda bırakan ya da kenara iten bir paradoks olduğunu ifade etmektedir (Bauman, 2006: 83).

Robinson ise artan yoksulluğun, eĢitsizliğin, kenara itilmenin ve yoksulluğun ulusötesi elitlerin yere göğe koyamadıkları o küresel kapitalist bolluğun karanlık yüzünü oluĢturduğunu ifade etmektedir (Robinson, 2008: 225). KüreselleĢme eĢitsiz bir geliĢme olanağı sunmaktadır. KüreselleĢme ve yapısal uyum programları sonrasında Doğu Asya ve Güney Asya‟nın bazı bölgeleri dıĢında Güney‟in birçok

(27)

yerinde görülen durum büyümenin durması veya aĢırı düzeyde düĢmesi, yoksulluğun yaygınlaĢması, her ülke içinde ve ülkeler arasında eĢitsizliğin derinleĢmesi olmuĢtur (Bello, 1998: 93; Bello ve Malig, 2008: 111).

Ellwood küreselleĢmenin mantığını Ģöyle açıklamaktadır;

“Servet ve gelirlerin en alttan en üste transferi küreselleĢme mantığının bir parçasıdır… Ekonomik mantık basit; Ģirketlerin ve zengin bireylerin (bunlar vergi indirimlerinden en çok yararlanan oluyor, yani gelir ne kadar yüksekse kazanç da o kadar büyük) ceplerine daha çok para koymak; daha fazla yatırım, istihdam ekonomik büyüme ve herkese refah yolunu açacaktır”

(Ellwood, 2002: 90).

KüreselleĢme süreci, dünyadaki güçler dengesinin; azgeliĢmiĢ ülkeler karĢısında sanayileĢmiĢ ülkelerin genel olarak da emek karĢısında sermaye kesiminin giderek güçlendiği bir çerçevede geliĢmektedir (ġenses, 2004: 19).

Yüceol, küreselleĢme sürecinin emek piyasası üzerindeki etkileri Ģu Ģekilde belirlemiĢtir;

“a) Büyük ölçekte iĢten çıkarmalar sonucunda kamu sektöründe kitlesel iĢsizlik,

b) Arızi, esnek ve düĢük ücretli, iĢ güvencesinin az olduğu yeni tip iĢlerde artıĢ,

c) Yeni teknolojilerin istihdamın imalat sanayinden hizmet sektörüne, sektörler arası vasıfsız emekten de vasıflı emeğe kaymasındaki etkileri,

d) Sendikaların faaliyetlerinin zayıflaması ve istihdam standartlarının tedrici olarak aĢınması ve emek piyasalarında deregülasyon uygulamalarının yaygınlaĢması” (Yüceol, 2005:508).

Yapısal uyum politikaları reel ücretler üzerinde de etkili olmuĢtur. Yapısal uyum programlarını uygulayan hemen her ülkede reel ücretlerde kısa sürede büyük düĢüĢler olmuĢtur (ġenses, 2002: 191). Ayrıca iĢini kaybeden insanların sayısının artması da ücretlerdeki düĢüĢü artırmıĢtır. Çünkü bu insanlar, çalıĢanlar için alternatif oluĢturmaktadırlar. Çok düĢük ücret karĢılığında da olsa çalıĢmayı, iĢsiz kalmaya

(28)

tercih etmektedirler.

Neo-liberal söylemin azgeliĢmiĢ ülkelerde yerleĢmesi amacını taĢıyan yapısal uyum programları zengin ile yoksul arasındaki uçurumu artırmıĢtır. Gelir dağılımı yoksulların durumunu daha da kötüleĢtirecek biçimde bozulmuĢtur. Programların uygulanma süreci içinde meydana gelen bir diğer önemli geliĢme de orta sınıfların durumlarının bozulması olmuĢtur.

KüreselleĢme ve yapısal uyum programları, özelleĢtirmeler yoluyla kamu kesiminin ağırlığının ve kamu açıklarının azaltılmasını amaçlamıĢtır. Bu amaç doğrultusunda “uygulandıkları ülkelerde sağlık, eğitim ve konut gibi sosyal sektörlere ve altyapı hizmetlerine yapılan kamu cari ve yatırım harcamalarının ve çeĢitli alanlarda uygulanan sübvansiyonların kısılmasına yol açmıĢtır” (ġenses, 2002:

195). Belirlenen politikalar doğrultusunda sağlık, eğitim, elektrik, su, ulaĢım gibi hizmetlere harcanan para kısılmıĢ ya da bu alanlar özelleĢtirilmiĢtir. ÖzelleĢtirmeler beraberinde fiyat artıĢlarını getirmiĢ ve bu artıĢlardan en çok etkilenen ise yoksullar olmuĢtur. Ġstihdam ve sosyal güvenlik politikalarına verilen önemin azalması geliĢmiĢ ülkelerde bile yoksulluğun önemli nedenlerinden birini oluĢturmuĢtur. Bu açıdan küresel ekonomi politikaları özellikle 1980‟lerden itibaren yoksullukla doğrudan iliĢkili olduğu görülmektedir (Yılmaz ve Cural, 2009: 69-70).

Freeman ve Kagarlitsky, son yüzyılda zengin ve yoksullar arasındaki uçurumun artan grafiğini Ģu Ģekilde ortaya koymaktadır;

“Yirminci yüzyılın baĢlarında (klasik emperyalizmin en tepe noktasına ulaĢtığı zamanlar), kiĢi baĢına düĢen gayri safi yurtiçi hasılada en zengin ile en yoksul ülke arasındaki fark 22‟ye 1‟di. 1970 yılına gelindiğinde ise bu fark 88‟e 1 olmuĢtur. 2000 yılına gelindiğinde ise –yani piyasa, tarihteki en geniĢ sınırlarına ulaĢtığında- aradaki fark 267‟ye 1‟e çıkmıĢtır. Bu sürecin, piyasanın kendisinden baĢka bir kaynağının olması düĢünülemez” (Freeman

(29)

ve Kagarlitsky, 2008: 19).

Görüldüğü gibi daha fazla zenginlik getireceği varsayılan küreselleĢme, bütün dünyada yoksulluğun artmasına neden olmuĢ ve bu süreçte uygulanan iktisadi ve sosyal politikalar sonucunda pek çok insan iĢsiz kalmıĢtır Bu insanlar “yeni yoksullar” olarak adlandırılan kesimi oluĢturmuĢtur.

KüreselleĢme sonucunda çokuluslu Ģirketlerin artan sermayeleri ve etki alanları, ulusal üretim düzeyini ve istihdam yapısını daraltıcı yönde etki yapmıĢtır.

Geleneksel üretimin azalması ve istihdamın daralması ile emek faktörü olumsuz olarak etkilenmiĢtir. Artan yabancı yatırımlar üretken ekonominin daralması ve yaratılan ulusal gelirin azalmasını beraberinde getirmiĢtir. Bütün bunlara üretimin azalması ve istihdam yapısında teknoloji ve uzmanlık ağırlıklı yapısal değiĢimin yaĢanması eklenince iĢsizlik artmıĢtır. Kötü yaĢam koĢulları ve bölgesel dengesizliklerin de etkisiyle yaĢanan göç kent yoksulluğunu desteklemekte ve

“küresel geliĢmelerin olumsuz etkileri ile kentlerde yoğunlaĢan yeni yapı ile eklemlenemeyerek „sosyal dıĢlanma‟ yaĢayan yeni yoksulları ortaya çıkarmaktadır”

(Altay, 2007: 58). Bu sürece bir de sosyal devlet anlayıĢının daralması eklenince yeni yoksulların sayısı her geçen gün artmaktadır.

1970‟lerden sonra yeni iktisadi ve sosyal yapılanmaların oluĢması sonrasında ortaya çıkan yeni yoksullar, geleneksel yoksullardan farklı olarak sadece uzun dönem iĢsizlik nedeniyle oluĢan ekonomik dıĢlanmayı değil aynı zamanda politik denklemin tamamen dıĢında kalma ve her türlü sosyal grup ve aileden kopma sonucu siyasal ve sosyal olarak da dıĢlanmıĢlardır (IĢık ve Pınarcıoğlu, 2001: 70)

Bauman‟a göre eski zenginler zengin olmak ve zengin kalabilmek için yoksullara ihtiyaç duyuyordu. Bu bağımlılık, her zaman, çıkar çatıĢmalarını

(30)

yumuĢatmıĢ ve belli belirsiz de olsa fakirlere özen gösterme çabalarına neden olmuĢtu. Yeni zenginin artık yoksula ihtiyacı yoktur (Bauman, 2006: 84).

Buğra ve Keyder‟e göre toplumsal bütünleĢme ihtimalini büyüt çapta ortadan kaldıran koĢulların bir ürünü olan yeni yoksulluk, toplumsal dıĢlanma riski taĢıyan, kenarda kalan, özellikle ekonomik iliĢkiler bakımından sistemle bütünleĢmesi giderek zorlaĢan bir tabakaya iĢaret etmektedir (Buğra ve Keyder, 2003: 21, 23).

IĢık ve Pınarcıoğlu, yeni yoksulluk sürecinde belirginleĢen bazı unsurları Ģöyle sıralamaktadır;

“GeliĢmiĢ ülkelerin geldiği bu noktada, sistemin iĢleyiĢinde yoksullara gereksinmesinin giderek azaldığı ve yoksulluğun ortadan kaldırılmasının, sistemin sorunu olmaktan yavaĢ yavaĢ çıkıp, insani bir sorun haline geldiği görülmektedir.

GeliĢmiĢ ülkelerde görülen yeni yoksulluk kıtlık yoksulluğundan risk yoksulluğuna geçiĢin unsurlarını içinde barındırmaktadır. Refah devletinin sağladığı korunaklı ortamın ortadan kalkıĢı ve bilgi toplumunun sebebi olduğu iĢgücü azalıĢı, karĢısında geniĢ bir kesim iĢini kaybetme riski ile karĢılaĢabilmekte; bu çalıĢan kesimlerin sistem dıĢına atılma tehlikesi ile beraber yaĢamasına sebep olmaktadır.

Yeni yoksulluk yalnızca gelir-tüketim sorunları dolayısıyla yoksulların mutlak bir fakirlik çizgisinde yaĢamıyla ilgili değil, onların yaĢamlarını iyileĢtirecek "yapabilirliklerini" kısmen ya da tamamen kaybetmesiyle ilgilidir. Refah devleti boyunca alıĢılan "korunaklı" ortamın yok olmasıyla birlikte yoksulluk stratejisi geliĢtirmeye kabiliyeti olmayan kitlelerin aniden kronik iĢsizlikle karĢılaĢması, yapabilirlik olmadığında, özellikle geliĢmiĢ ülkelerde, yoksullar karĢılarında oynanan oyunda pasif kalabilmekte ve teslimiyetçi bir duruma düĢebilmektedir.

Etnik unsurlar arasında görülen dayanıĢma ya da çatıĢma iliĢkileri, aile yapısındaki değiĢimler, cemaatlerin önemi gibi kültürel sorgulamalar siyasi ve ekonomik değiĢimlerin yanında önem kazanmaya, yeni yoksulluğun önlenmesinde geleneksel devlet temeli yoksulluk çözümlerinin dıĢına çıkmaya baĢlamıĢtır. Yoksulların yerel topluluk dayanıĢmasını geliĢtirerek yoksulluktan kurtulmak için gerekli donanımlarını artırma çabalan önemsenmektedir” ( IĢık; Pınarcıoğlu, 2001: 70-73 ).

Yeni yoksullukla birlikte gelen kavramlardan özellikle üç tanesi dikkat çekmektedir; toplumsal dıĢlanma (social exculision), alt sınıf (sınıf altı - underclass)

(31)

ve kenardalık (marginality). Bu kavramlar temelde farklı coğrafyalardan kaynaklanmaktadır. Kenardalık daha çok Latin Amerika bağlamında kullanılan ve sistemin dıĢında kalmıĢlığı ifade eden bir kavramken, sınıf altı Amerika‟da sistemin dönüĢmesinden sonra artık aynı olanaklara sahip olamayan ve sosyal özellikleri dolayısıyla da artık bir sosyal sınıf olarak değerlendirilemeyen sınıflar altı bir tabaka olarak kendi yerleĢim alanlarında hayatlarını sürdüren insanlardır. Daha çok AB ülkelerinde kullanılan bir kavram olan toplumsal dıĢlanma ise ekonomik dıĢlanma (sürekli iĢsizlik) sonrasında gelen kültürel dıĢlanmanın siyasal dıĢlanma ile pekiĢmesi ile ortaya çıkmaktadır. Kentlerin çevrelerinde yaĢayan bu insanlar mekansal olarak da dıĢlanmakta ve böylece toplumsal dıĢlanma sendromu ortaya çıkmaktadır (Buğra ve Keyder, 2003: 20-21). Sosyal dıĢlanma, Adaman ve Keyder tarafından “…

kiĢilerin – yoksulluk, temel eğitim becerilerinden mahrumiyet ya da ayrımcılık dolayısıyla- toplumun dıĢına itilmeleri ve toplumsal hayata dilediklerince katılımlarının engellenmesi süreci” olarak tanımlanmaktadır. (Adaman ve Keyder, 2007:83).

Ekim, sosyal dıĢlanmanın sadece gelir kaynaklarından yoksun kalma ile açıklanamayacağını belirtiyor;

“Bireylerin siyasi ve kültürel olarak dıĢlanmaları da toplumsallıklarını zedeleyen faktörlerdir. Siyasi temsiliyetin zayıflaması ve karar alma süreçlerine katılmama, siyasal alandan dıĢlanmayı doğurabiliyor. Ayrıca, dil, din, yaĢam biçimi gibi özelliklerin toplumun genelinden farklı olması da bireyler için kültürel dıĢlanma tehdidi yaratabiliyor. ĠĢte, tüm bu faktörler bir araya geldiğinde çok boyutlu bir sosyal dıĢlanma sürecine yol açıyor” (Ekim, 2007: 81)

Burchardt, sosyal dıĢlanmıĢ bireyin özelliklerini “toplumda coğrafi olarak yerleĢik, bulunduğu toplumda yurttaĢların normal faaliyetlerine katılamayan ve

(32)

katılmak istese bile, iĢgücü piyasasında „satılabilir‟ nitelikte emek arz edememek, böyle bir birikimi edinebilecek kanallardan mahrum olmak gibi, kendi denetimi dıĢında olan faktörler tarafından engellenmiĢ” olarak ifade etmiĢtir (Burchardt‟dan Aktaran, Yücesan, 2007: 101).

Bauman‟ın ifadesiyle “…adına „küreselleĢme‟ denen süreçler, ayrıcalıkların ve mahrumiyetlerin, servetin ve yoksulluğun, becerilerin ve acizliğin, gücün ve güçsüzlüğün, özgürlüğün ve kısıtlamanın yeniden dağıtımında yankılanır. Bugün dünya çapında tanık olduğumuz Ģey bir yeniden tabakalaĢma sürecidir ve bu süreç boyunca yeni bir toplumsal – kültürel hiyerarĢi, dünya çapında bir derecelendirme oluĢturulmuĢtur” (Bauman, 2006:81).

KüreselleĢme ve yapısal uyum programları elbette tek baĢına yoksulluğun nedenini oluĢturamaz. Üçüncü Dünya ülkelerinde yoksulluk ve eĢitsizlik 1980 öncesinde de vardı ama son yıllarda büyük bir sıçrama kaydettiği kesindir. Yapısal uyum programları, anahtar unsurları, borç krizi yüzünden kredi akıĢının durması, yabancı sermaye yatırımlarının iyice azalması, Üçüncü Dünya‟nın temel mal fiyatlarının aĢırı düĢüĢü, buna karĢılık ithal ettikleri sanayi ürün fiyatlarının önlenemeyen yükseliĢi sonucu değiĢim hadlerinin bozulması olan kısır döngüyle bağını kuran araçlardı (Bello, 1998: 93). Yani küreselleĢme ve yapısal uyum programları “...eskiden var olan sistemik unsur ve eğilimlerin hızlanarak sürmesine ve yoksulluğun ve daha genel anlamda kutuplaĢmanın” artmasına katkıda bulunmaktadır (ġenses, 2002: 216).

Kaplinsky „ye göre birçok insan küreselleĢme ve ekonomik geliĢme doğrultusunda yapılan kaynak dağılımının, yoksulluğun önemini tanımak ve eĢit dağılım yapmak anlamında baĢarısız olduğu kararına varmaktadır. KüreselleĢmenin

(33)

getirdiği yoksulluk ve eĢitsizlik, büyümenin sürdürülebilirliğini tehdit eden unsurlardır (Kaplinsky, 2005: 47).

Freeman ve Kagarlitsky‟nin ifadesi ile “büyüyen ekonomik eĢitsizlik, özellikle de bölgesel eĢitsizlik, serbest piyasaya dayatılan bir Ģey değil, aksin onun doğurduğu bir sonuçtur” (Freeman ve Kagarlitsky, 2008: 19).

Ekonomik yapıda meydana gelen bu olumsuz yapı, sosyal yaĢamı da aĢındırmıĢtır. Az geliĢmiĢ ülkelerde iĢsizlik oranı büyürken toplumsal huzursuzluk ve Ģiddet artmıĢ, ayrıca beslenme ve sağlık koĢulları kötüye gitmiĢtir (Bello, 1998: 95).

YaĢanan bu süreçte çevre sorunları da yoksulluğu etkileyen olumsuz unsurlardan biri olarak artmıĢtır.

Mevcut duruma bakıldığında küreselleĢmenin zararlı etkileri ortadadır. Peki bu koĢullar altında Üçüncü Dünya hükümetleri küreselleĢmeyi neden benimsemektedir? Bu sorunun en çarpıcı yanıtı Freeman ve Kagarlitsky tarafından verilmiĢtir:

“KüreselleĢmeyi güzelleyen ideoloji bunda bir etkendir ve bu kitabın yazarları bu ideolojiye sağlam temelli bir kuĢkuculukla yaklaĢmaktadırlar.

Akademisyenlerce üretilen küreselleĢme kuramı da, de facto, geliĢmeye iliĢkin determinist ve tek taraflı bir anlayıĢın serbestçe at koĢturmasında sorumluluk sahibidir; Üçüncü Dünya‟ya, arkasına yaslanıp küreselleĢmeden azami fayda sağlaması dıĢında, neredeyse hiçbir alternatif sunulmamaktadır

… Hiçbir ideoloji maddi bir temel olmaksızın kök salamaz. KüreselleĢmeci güçlerin siyasi saldırılarına Üçüncü Dünyanın gösterdiği direnci kırmak için tarihsel açıdan özgül olan iki faktör devreye girmiĢtir. Bunlardan biri düpedüz ekonomik terördür, ekonomik istikrarsızlaĢtırma tehdidi ve borçlandırmadır.

Bunu, doğrudan bir siyasi terör evresi izlemiĢtir, ki hikayenin bu kısmı genellikle hasır altı edilmektedir: ġili‟deki darbe, Arjantin, Brezilya, Filipinler, Türkiye ve daha pek çok ülkedeki diktatörlükler, o amansız askeri zorbalıklara karĢı IMF politikalarının tek seçenek olarak ortaya çıktığı sosyal ve siyasal bir ortam yaratmıĢtır” (Freeman ve Kagarlitsky, 2008: 23-24).

(34)

Freeman ve Kagarlitsky, klasik anti emperyalist görüĢün 80 yıl önce geliĢtirdiği ve kendileri için de küreselleĢme karĢıtı düĢüncenin merkezine oturtulmasının gerekliliğine inandıkları spesifik bir bakıĢ açısından söz etmektedirler.

Bu bakıĢ açısına göre “ulus-devletler dünyası, birbiriyle belirli bir iliĢki içerisindeki- temelde farklı olan- iki ayrı gruba bölünmüĢtür: tahakküm edenler ve edilenler”.

Yazarlara göre bu, dünyanın adaletsiz bir yer olduğunu ya da zengin ve yoksul olarak ikiye ayrıldığını söylemekten daha fazlasını içeren bir Ģeydir. “bu, güçle ilgili bir ifadedir. Zengin ülkelerin yoksul ülkeler üzerinde tahakküm kurduğu anlamına gelmektedir. Üstüne üstlük, bu ülkelerin zengin olmasının nedeni de budur”

(Freeman ve Kagarlitsky, 2008: 40).

1.3. TÜRKĠYE’NĠN SÜRECE EKLEMLENMESĠ

Türkiye, kuruluĢundan 1950‟lere kadar kapalı ve korumacı iktisat politikasını benimsemiĢtir. 1946 yılında ise hem tek partili rejimden çok partili rejime hem de liberal ekonomiye geçiĢ yaĢanmıĢtır. Ancak liberal dıĢ ticaret rejiminde dıĢ denge sağlanamayınca 1960‟lardan itibaren korumacı ve ithal ikameci politikalara geçilmiĢtir. Ġthal ikamesi, iç piyasa etrafında ve devlet korumacılığına dayalı, içe dönük büyümeyle beslenen, sadece üretim için gerekli ara mallar ithal eden ekonomidir (Boratav, 2004). Bu dönem sosyal politikalar gözetildiği için sendikalaĢma artmıĢ ve orta sınıf gelirleri yükselmiĢtir. Ancak bu dönemde ithal ikamesinin getirmesi beklenen dıĢarıyla rekabet edebilecek bir sanayi yapısı geliĢtirilememiĢtir.

1970 yılına gelindiğinde dıĢ borçlar, fiyat artıĢları ve döviz darboğazı

(35)

ekonomik bunalımı beraberinde getirmiĢ ve bunun sonucunda hükümet IMF ve Dünya Bankası desteğiyle 1980 yılında dıĢa dönük sanayileĢme ve liberal politikaları uygulamayı mümkün kılan köklü ve radikal kararları almıĢtır. Böylece toplumsal yaĢamın her alanında etkin olan ve bireyin toplumsal ve ekonomik haklarını gözeten ekonomik yapıdan kamu kesimini ve sosyal devlet anlayıĢını daraltan serbest ekonomi politikalarına geçilmiĢtir (Boratav, 2004).

Türkiye ekonomisinin dünya pazarlarına açılması 1980‟lerde yaĢanan bu dönüĢüm ile baĢlamıĢ ve 1990‟da tamamlanmıĢtır. Bu dönemde ilk olarak mal piyasaları dıĢ piyasaya açılmıĢ ve ithalat rejimi serbest hale getirilmiĢtir. Döviz kuru esnekleĢtirilmiĢ ve bunların ardından mali piyasalar serbestleĢtirilmiĢtir. Böylece Türkiye ekonomisi 1990‟lı yıllara tamamen dıĢa açık bir ekonomi yapısında girmiĢtir (Yeldan, 2001: 24-25).

1980 sonrasında sermayenin uluslararasılaĢma hızı artmıĢ ve Türkiye‟de küreselleĢmenin bir parçası haline gelmiĢtir. Türkiye‟de 1980 sonrasında toplumsal hayatta yaĢanan dönüĢüm, temelde ekonomik yapıdaki değiĢimlerin bir uzantısıdır.

KüreselleĢme süreci devletin ekonomideki rolünü yeniden tanımlamıĢ ve mal ve hizmet üretiminden çekilmesini, üretimin özel sektörü bırakılmasını ve devletin sosyal politikalar alanında yavaĢ yavaĢ gerilemesini beraberinde getirmiĢtir.

Ekonomik yapıda meydana gelen bu değiĢimler ile çalıĢanlar örgütsüz bırakılmıĢ, kamusal hizmetler azalmıĢtır.

Sermayeyi destekleyen uygulamaların artması ve alt kesimler lehine koruyucu müdahalelerinin ortadan kalkması yoksulluğu artıran ve hatta yeni yoksulluk türlerini ortaya çıkaran ortamı yaratmıĢtır.

(36)

IMF ve Dünya Bankası tarafından uygulanan yapısal uyum politikaları, ücretlerin düĢmesine, kurumsal hizmetlerde uygulanan politikalarla iĢsizliğe, tarımsal üretimi caydırıcı politikalarıyla da kırda yoksulluğun artmasına neden olmuĢtur (Boratav, 2004). Kırda Ģartların olumsuz hale gelmesi büyük kentlere göçü beraberinde getirmiĢtir ve böylece kentteki iĢsizlik ve yoksulluk artmıĢtır. Kent nüfusuna dahil olan göçmenlerin barınması (gecekondu), istihdamı karĢısında pasif tavır izleyen hükümetler bu alanın düzenlenmesini formel ve enformel süreçlere bırakmıĢlardır (IĢık ve Pınarcıoğlu, 2001: 111).

Türkiye‟de neoliberal politikalara eĢlik eden yüksek ve değiĢken enflasyon ile kentlerde yeterli yasal korunma olmaksızın yayılan enformelleĢme, önemli gelir dağılımı sorunlarına neden olmuĢtur (ġenses, 2009: 684).

KüreselleĢme ile birlikte özellikle büyük kentlerdeki “sosyo-mekansal eĢitsizlikler” derinleĢmiĢ, “enformalleĢme ve gecekondulaĢma” süreçleri çeĢitlenip karmaĢık hale gelmiĢ ve yoksullar kentlerde belirli alanlarda yığılmıĢtır (Yüceol, 2005: 508). Yoksulların kentlerde yoğunlaĢtığı alanlar gecekondu ve varoĢlardır.

Adaman ve Keyder, gecekondu ve varoĢları sosyal dıĢlanma süreçlerine karĢı en savunmasız bölgeler olarak değerlendirmektedir (Adaman ve Keyder, 2007: 84).

Türkiye‟nin büyük kentlerinin gecekondu bölgelerinde yaĢayanlar üzerinde yaptıkları araĢtırmada Adaman ve Keyder, araĢtırmaya katılanların yarıya yakınının yoksulluk, eğitim seviyesi, giyim-kuĢam, etnik köken, Ģive ve dini inanç gibi nedenlerle kendilerini toplumdan dıĢlanmıĢ hissettiklerini belirtmektedir. Gecekondu bölgelerinde yaĢayanların büyük bir kısmı iĢ imkanlarından, gelir ve eğitim olanaklarından uzaktadır, güce ve karar alma mekanizmalarına eriĢimleri sınırlıdır ve bütün bunlar dolayısıyla toplum dıĢına itilmeleri de kaçınılmazdır. (Adaman ve

(37)

Keyder, 2007: 85,89).

KüreselleĢme, bütün geliĢmekte olan ülkelerde olduğu gibi Türkiye‟de de yoksulları ekonomik, sosyal ve siyasal hayatın dıĢında bırakmıĢtır. ġenses‟in ifadesi ile “yoksulların zayıf örgütlenme kapasiteleri, (geliĢmekte olan) ülkelerin uluslararası karar alma süreçlerine etkin katılımının önündeki engellere benzer Ģekilde, yoksulların ulusal karar alma süreçlerine aktif ve etkili bir Ģekilde katılmalarını engellemektedir. Bu katılım olanaklarından yoksunluk karĢısında Türkiye‟de yoksullar memnuniyetsizliklerini ancak her dört veya beĢ senede bir, günün koĢullarına göre bir partiden diğerine savrularak, oldukça istikrarsız bir biçimde kullandıkları oylarla gösterebilmiĢlerdir (ġenses, 2009: 698).

.

(38)

ĠKĠNCĠ BÖLÜM

2. YOKSULLUK

2.1. YOKSULLUK KAVRAMI VE FARKLI TANIMLAR

Yoksulluk, sosyal bilimler alanındaki diğer pek çokları gibi tanımı üzerinde uzlaĢmaya varılmamıĢ bir kavramdır. Bu kavramın tanımlanmasını zor kılan sebeplerden biri, yoksulluk göstergesi olarak neyin alınacağı sorunudur. Yoksulluk tanımlanırken yalnızca ekonomik ölçütler mi kullanılacaktır? Yoksa bu kavram tanımlanırken sosyal ve siyasal ölçütlerden de mi yararlanılacaktır? Bu sorulara verilecek yanıt yoksulluk konusuna yaklaĢım biçimini belirleyeceği için büyük önem taĢımaktadır. Yoksulluk konusuna dair her farklı yaklaĢım, yoksulluğu farklı tanımlamakta ve kimin yoksul olduğu konusunda farklı kıstaslar ve tanımlar belirlemektedir.

Sözlük anlamıyla yoksul, hayatını sürdürebilmek için gerekli olan en temel ihtiyaçlarını karĢılayamayan, parası olmayan kiĢidir. Yoksulluk ise yaĢamı devam ettirebilmek için gerekli olanaklardan (mal ve hizmet) yoksun olma durumudur.

Yoksulluk tanımlanırken gelir yoksulluğu (parasal olan yoksulluk) ve insani yoksulluk (parasal olmayan yoksulluk) ayrımı öncelikle üzerinde durulması gereken yaklaĢımlardır.

2.1.1. GELĠRE DAYALI YOKSULLUK

Gelire göre tanımlanan yoksullukta, yoksulluğun maddi kazançla ilgili boyutu esas alınarak tanımlama yapılır. KiĢi (veya hanelerin) gelir ya da harcama düzeyleri

(39)

maddi olarak belirlenmiĢ bir yoksulluk sınırı ile karĢılaĢtırılarak söz konusu kiĢi ya da hanelerin yoksul olup olmadığına karar verilir.

Dünya Bankası tarafından 1990 yılında yayımlanan rapora göre yoksulluğun tanımı gelire dayalı olarak yapılmıĢ ve “yoksulluk, maddi mahrumiyetler nedeniyle kaynaklara ve üretim faktörlerine eriĢememe ve asgari bir yaĢam düzeyini sürdürecek gelirden yoksun olma hali” olarak ifade edilmiĢtir (World Development Report 1990‟dan Aktaran Aktan, 2002: 3).

Gelir yoksulluğunda, yoksulluk düzeyinin belirlenmesi için mutlak, göreli ve öznel yoksul yaklaĢımları bulunmaktadır.

Yoksulluk tanım ve ölçümünde hakim olan yaklaĢım, kökeni 19. yüzyılın sonlarında Ġngiltere‟de yapılan çalıĢmalara dayanan gelir/tüketim harcamaları kıstaslarına dayalı mutlak yoksulluk çizgisi (sınırı) yaklaĢımıdır. Bu yaklaĢım bağlamında yoksulluk, “insanların ihtiyaçlarını karĢılamak için yeterli kaynağa sahip olamama durumu” ve “mutlak asgari refah düzeyinin altında kalma durumu” veya

“yaĢamda kalabilmek için gerekli mal ve hizmetlere olan ihtiyaçların karĢılanamaması durumu”dur (ġenses, 2002: 62-63).

Mutlak yoksullukta bireyin (veya hane halkının) hayatını sürdürebilmesi ve gerekli olan temel ihtiyaçlarını giderebilmesi için asgari bir gelir ve harcama düzeyi belirlenir. Burada iki temel unsur göz önünde bulundurulur: Bunlardan ilki ailedeki birey sayısı ve tüketilecek mal ve hizmet ihtiyaçları, ikincisi ise bu ihtiyaçları karĢılayacak harcama düzeyinin belirleyicisi olarak mal ve hizmet fiyatlarıdır (Dumanlı, 1996: 7). Belirlenen gelir ve harcama düzeyi doğrultusunda bir yoksulluk sınırı çizilir. Bu sınırın altında olan gelir veya tüketim düzeyleri ile sağlıklı bir yaĢam

(40)

sürdürebilmek mümkün değildir. Buradan yola çıkılarak belirlenen sınırın altında gelire sahip olan hane halkı ya da birey, yoksul / aĢırı yoksul olarak nitelendirilmektedir.

Mutlak yoksulluk tanımı çerçevesinde yoksulluk sınırını belirleyen kurumlardan biri olan Dünya Bankası, bireylerin günde 2 doların altında geliri olması durumunda yoksul, 1 doların altında geliri olması durumunda ise mutlak veya aĢırı yoksul olarak tanımlanabileceğini belirterek kendi yoksul sınırını çizmekte/tanımını yapmaktadır. Ancak Dünya Bankası tarafından 2000 yılında yayımlanan raporda yoksulluk sadece gelir açısından değil, aynı zamanda eğitim ve sağlık imkânlarının yetersizliği olarak değerlendirilmiĢ ve böylece daha geniĢ kapsamlı bir yoksulluk tanımı getirilmiĢtir (Uzun, 2003: 164).

Mutlak yoksulluk yaklaĢımında, belirlenen yoksulluk çizgisine göre nüfus, yoksul olanlar ve olmayanlar olarak ikiye ayrılmakta ve dikkat, çizginin altında kalanlara yöneltilmektedir. Ancak bu yaklaĢım doğrultusunda yoksul kitle içindeki farklılıklara yer verilmemekte ve yoksullar homojen bir grupmuĢ gibi tanımlanmaktadır. Oysa yoksullara böyle bir bakıĢ açısı ile yaklaĢarak sonuçları genellemek, yanlıĢ değerlendirmelerde bulunulmasına yol açabilmektedir. Yoksulluk sınırını ele alırken kiĢinin Ģahsi, sosyal ve ailevi durumunun, toplumun genel refah seviyesinin, doğal Ģartların, kiĢinin çalıĢma imkân ve fırsatlarının, alıĢkanlıklarının ve yaĢama tarzının göz önünde bulundurulması gerekmektedir (Seyyar, 2003: 42).

Bu bağlamda mutlak yoksulluk tanımı çeĢitli açılardan eleĢtirilmektedir.

Mutlak yoksulluk tanımı, yalnızca bireylerin fiziksel olarak temel ihtiyaçlarını sürdürebilmeleri için gerekli olan bir yaĢam tarzından hareket etmektedir. Ġnsanları sosyal bir varlık, bir birey olarak değil yalnızca fiziksel ihtiyaçları olan bir organizma

Referanslar

Benzer Belgeler

1991 yılına kadar SSCB ile İran’ın sahip olduğu ve aralarında paylaştıkları Hazar Denizi, 1991 yılında SSCB’nin dağılması ile artık iki değil beş

İç tutarlılık için ölçeğin Cronbach alfa değerlerine bakıldığında, ilaç yönetimi alt grubu için 0.673, bilgi yönetimi alt grubu için 0.587, güvenlik yönetimi alt

Juglans regia türünün yaprakları üzerinde semptomlar oluşturan Septoria juglandis türü ülkemizden ilk kez toplanmış olup, Türkiye mikrofungus florası için

organization that works for world peace and security and for the (16) ... of all mankind. the work of the organization.. sorularda, yarım bırakılan cümleyi uygun şekilde

Gökçek Ankara su şebekesinin ihtiyacı olan bakımı yaptırmadığı için Ankara içme suyu şebekesinden yoğun miktarda su kaybı yaşanmakta,. Ankaralının suyu

N öropati diabetin en sık görülen komplikasyonudur (Servisi­ m iz materyalinde % 60). Kol ve bacaklarda karıncalanma, uyuşma gibi paresteziler .şiddetli ağrılar çok

Deri hastalıklarının sıklıkları erken (65-74 yaş) ve ileri (75 yaş ve üzeri) geriatrik yaş grupları arasında istatistiksel olarak ki-kare testi

Yiyin, efendiler yiyin; bu cünbüşlü sofra sizin; Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!.!. Bir yüce ıssızlıkta doğa, Sessiz sessiz tapınır