• Sonuç bulunamadı

İnsanların toplum halinde yaşadıkları, yani bir kültür oluşturdukları her yer ve zamanda, kişi olarak da, toplum olarak da bir kimlikleri olmuştur (Kösoğlu, 1996: 85). Kösoğlu’na göre kimlik, kişinin yahut bir sosyal grubun çeşitli mensubiyetlerini açıklar, onun tanınmasını sağlar ve dış gözlemle kavranabilen özelliklerini gösterir. Bu nedenle de Kösoğlu kimliği, özneyi en yakın diğerinden ayıran farklılıklar olarak ifade eder. Ona göre kimlik siyasî, dinî, ailevî, meslekî, sosyal mensubiyetleri belirterek, aynı zamanda ferdin sosyal rol ve statülerini de yansıtmaktadır. Bu yüzden de kimlik, başkaları için bir deniz feneri, kendisi için pusula işlevine sahiptir (1996: 91).

Kimlik bulanık, müphem ve soyut bir kavramdır (Devlet, 2006: 22). Devlet’e göre bireyler gibi, uluslar da kendilerinin kim olduğunu, köklerini, özelliklerini, diğer komşu topluluklardan (ulus/devlet) ne yönleriyle ayrıldıklarını veya onlara benzerliklerini bilmek ihtiyacındadırlar. Çünkü bir ulusun da, birey gibi, kendine güvenebilmesi, geleceğine güvenle bakması tarihteki yeri, coğrafyası ve kültürü konularındaki bilincine sahip olması ile sıkı sıkıya bağlıdır (2006: 22).

Kimlik konusunun, şıkça tartışılan bir konu olduğunu belirten Devlet, bunun tespitinin oldukça karmaşık olup, bulunulan konuma, bireye ve o andaki siyasî, sosyal veya kültürel şartlara göre de değişkenlik gösterdiğini söylemektedir. Bireylerin kendilerini ortama veya karşı tarafın sorularına göre çeşitli kimliklerle tanıttıklarına değinen Devlet, bunları şöyle sıralamaktadır (22): Profesyonel (meslekçi), siyasal (politik eğilim ve düşünce yapısı: liberal, sağcı, solcu, dinci), sosyal (hayvan sever, çevreci, bir spor takımı taraftarı v.b.), uyruk (vatandaşlık), dinsel (belli bir inanca sahip olma veya olmama), kültürel (sanatsal eğilim, estetik zevk v.b) veya etnik (mensup olunan (soy / ulus) gibi. Ortama göre insanların bunlardan birini (öğretim üyesiyim, avukatım, mühendisim v.b.) veya bazı hallerde kuvvetle vurgulamak isteğinde ikisini birden (Türk bilim adamıyım, Atatürkçü siyasetçiyim v.b.) kullandığını belirtmektedir. Bu da bize her kimliğin kendine göre bir yeri, ağırlığı bulunduğunu göstermektedir. Devlet, ayrıca yukarıda sayılan kimliklerin ekserisinin prensipte bireyin kendi tercihleri doğrultusunda zaman içinde ortaya çıktığını belirtmektedir. Fakat aileden gelen etnik, istisnaları olsa da dinî (din değiştirme veya reddetmek gibi) ve hatta uyruğa bağlı kimliği tercih edemeyeceğimizi; çünkü bunların doğal olarak mevcut olduğunu dile getirmektedir. Devlet, kimliği şu şekilde kategorize etmektedir (22):

DOĞAL KAZANILAN a) Etnik a) Profesyonel b) Dini b) Kültürel c) Uyruğa bağlı c) Sosyal d) Siyasal

Güvenç’e göre ise devlet, millet, toplum ya da kültür varlığı açısından kimlik, topluluğu oluşturan bireylerin ortak varlıkla özdeşleşmeleri, ortak kültür ve simgelerde birleşmeleri, ortak tasa ve kıvançları paylaşmaları olgusudur (1995: 97). Güvenç’e göre “kimsiniz, kimlerdensiniz, nereden gelmiş nereye gidersiniz?” sorusuna verdiğimiz yanıtlarda sergilediğimiz ortaklıklar – ya da duyarlılıklar – toplumsal varlığı ayakta ve güçlü tutan dayanışmanın öğeleridir. Ona göre, kimlik özdeşimleri ne kadar benzer ya da uyumlu ise topluluk da o kadar sağlıklı, zinde; ne kadar bölünmüş ve çatışmalı ise topluluk da o kadar zayıf ve sorunlu gibi görünür. Bu nedenle de çoğu toplumlar, ulusal devletler, gelenek ortaklığına, tarih bilincine

dayalı kültürel kimlikler yaratmaya, kimlik tasarımıyla simgelerini korumaya çalışırlar (1995: 97, 98).

Ulusal kimliği belirleyen çoğu ortak değerlerin, kültür olgusunun bileşenleri (bağımlı öğeleri ve bütünü) olarak görülmesi gerektiğine değinen Güvenç, bu kavramlaştırmanın beğenilmesi durumunda, millî / tarihî / kültürel ve ulusal kimliği:

“Millî Kimlik = Vatan – Toplum – Kültür – Din – Dil” gibi varlık simgelerinin birliği ya da ortaklığı olarak yorumlamanın mümkün olacağını belirtmektedir. Ona göre kimlik öğeleri birbiriyle ne kadar uyumlu ve bağdaşık ise, ulusal / toplumsal kimlik de bugün ve gelecek için o kadar güven verici olacaktır (1995: 98).

Türkdoğan’a göre, sosyolojik açıdan eğer bir toplum, ortak duygularda birleşemiyor, yurt sathında tasada ve kıvançta bir ve bütün olarak yürekler çarpmıyorsa, kurumlar arası organik bağlılık ve bütünleşme sağlanamamışsa, devletin yasal gücü toplum katlarında etkinliğini duyuramamışsa ve millî gelirin dengeli bir biçimde dağılımı gerçekleştirilememişse millî kimliğin varlığından söz açılamaz (2004).

Smith millî kimliğin temel özelliklerini şöyle sıralamaktadır (1994): 1. Tarihî bir toprak / ülke ya da yurt,

2. Ortak mitler ve tarihî bellek, 3. Ortak bir kitlesel kamu kültürü,

4. Topluluğun bütün fertleri için geçerli ortak yasal hak ve görevler,

5. Topluluk fertlerinin ülke üzerinde serbest hareket imkânına sahip oldukları ortak bir ekonomi.

Aynı kültür çevresinde yaşayan bireylerin, kişiliklerinin ortak üst kimliğinin kişisel millî kimlik olduğuna değinen Kösoğlu; duyuş, düşünüş, zevk, inanç, tutum ve davranış gibi bütün hayat alanlarında, nesnel millî kimliğin ferde yansıması yahut onda ortaya çıkışının, kişisel millî kimliği oluşturduğunu belirtmektedir (1996: 102). Kösoğlu’na göre millî kimlik yahut sadece kimlik ise millî kültürün ferdî ve içtimaî planda ortaya çıkan üslubudur; kişiyi ve toplumu farklılaştıran, en yakınlarından başlayarak diğer benzerlerinden ayıran özellikleridir. Bu farklılıklar en geniş ifadesi ile yaşama biçimindeki özellikler, kendine – kişiye ve topluma – mahsus oluşlardır. Kültürün bütününe ait, dış gözlemle kavranabilen bu kimliği, nesnel kimlik olarak da isimlendiren Kösoğlu, kültürel yahut millî kimlik dediğinin de bu olduğunu

belirtmektedir. Ona göre, kültürel – millî kimlik, kişisel davranışlardan, toplumsal kurumlaşmalara kadar, hayatın her alanında, farklı şiddetlerde olmak üzere gözlemlenebilir (1996: 93).

1. 1. 4. KÜLTÜR – EĞİTİM İLİŞKİSİ

Kültür ve eğitim. Bu iki kelimenin eş anlamlı gibi kullanılışına günlük yaşamda çok sık rastlamaktayız. Eğitim derken kültürü, kültür derken de eğitimi kastettiğimiz oluyor. Oysaki bu iki kelime eş anlamlı değildir. Eğitimi bir süreç, kültürü ise bu sürecin bize kazandırdığı muhteva olarak ele aldığımızda bu ikisinin aynı şeyler olmadığını görmekteyiz.

İnsanların diğer insanlarla ve çevreleriyle etkileşiminin maddî ve manevî ürünlerine kültür dendiği dikkate alınırsa, insanın, çevresiyle etkileşimi sonucunda kültürlemeye uğradığı yani kültür edindiği söylenebilir. İnsan, çevresiyle etkileşerek öğrendiklerini, yani edindiği kültürü, diğer insanlara öğretmeye kalkışan kimse ise, belli bir amaca yönelik olarak o insanları kültürlemeye çalışıyor demektir. “İnsanların diğer insanları belli bir maksatla kültürlemelerine ya da kasıtlı kültürleme sürecine ise eğitim denilmektedir.” (Büyükkaragöz ve Çivi, 1999: 26)

Ülkemizde daha çok tercih edilen ve kullanılan eğitim tanımı ise Ertürk’e aittir: “Bireyin davranışında, kendi yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak istenilen yönde (eğitimin amaçlarına uygun) değişme meydana getirme sürecidir.” (1972’den aktaran: Büyükkaragöz ve Çivi, 1999: 26).

Günümüzde yaygın olarak kullanılan bu tanıma göre eğitimin içeriği şöyle özetlenebilir (Büyükkaragöz ve Çivi, 1999: 26):

1. Eğitim bir süreçtir.

2. Eğitim sürecinde, bireyin davranışlarının istenilen yönde değiştirilmesi amaçlanmaktadır.

3. Davranışlarındaki değişme kasıtlı olarak gerçekleştirilmektedir. 4. Eğitim sürecinde bireyin kendi yaşantıları esastır.

Sönmez’e göre insan davranışlarını istendik yönde değiştirmek için düzenlenip işe koşulan eğitim açık bir sistemdir; çünkü insanın hali hazırdaki davranışları yeterli bulunmamakta ve o, istendik davranışlarla donatılmak istenmektedir (2006: 4). Sönmez’e göre açık bir sistem olan eğitim, toplumsal sistemin bir alt sistemidir ve de

toplumsal sisteme bağlı olan diğer alt sistemler – ekonomi, siyaset, töre, gelenek, görenek, spor, felsefe, din ve inanç, iletişim, moda, güzel sanatlar, bilim ve teknik, nüfus ve yerleşim gibi – eğitim sistemini, eğitim sistemi de onları etkilemekte ve değiştirmektedir. Yani onların çıktıları eğitimin, eğitimin çıktıları da onların girdi ve işlemleri olmaktadır (2006: 4).

Eğitimin tanımından da anlaşılacağı üzere birey kasıtlı olarak, yani planlanmış bir ortama alınıyor ve ona istendik davranışlar kazandırılıyor. Bu iş onun yaşantı geçirmesiyle sağlanılıyor. Yaşantının bireyde kalıcı izli olması istenmektedir. Sönmez’e göre de eğitimin tanımında dikkat edilecek nokta kasıtlı (bilerek ve planlı) olması, istendik özellikler taşıması, yani toplum, birey, konu alanı, doğa belirleyicilerinden geçen, sorun çözmeyi kolaylaştıran, belli ölçütler ve ilkelere uygun olan davranışları içermesi ve de bir süreç olmasıdır (2006: 12, 13).

Örneğin dört işlemle problem çözme, doğayı koruma, ailesini, ulusunu, insanları, doğayı sevmek gibi özellikler istendik davranış örüntüleri iken buna karşın küfür etme, hırsızlık yapma, doğayı tahrip etme gibi özellikler de istenmedik davranış örüntüleridir. Bu her iki tür davranış da kişiye öğretilebilir; birinciler eğitimin kapsamı içindeyken; ikinci türdekiler istendik olmadıkları için eğitimin kapsamı dışındadırlar. “Hem istendik, hem de istenmedik olanlar kültürün kapsamı içindedir” diye belirten Sönmez, kültür için “Bir toplumun yaşama biçimidir.” ifadesini kullanıyor ve kültürü “İnsanın doğanın yaptıklarının dışında yapıp ettiklerinin dirik bir bütünü.” olarak tanımlıyor (13). Dans etme, şarkı söyleme, hırsızlık yapma, ev, köy, kent, devlet kurma, yemek yapma, resim yapma, insanları sevme, çevreyi koruma, problem çözme, doğayı tanıma, topluma hizmet etme vb. kültürü oluşturduğunu belirtiyor. Buradan her kültürel özelliğin eğitim olmadığı sonucuna ulaşıyor. Yani her öğretme-öğrenme etkinliği sonunda öğrenilen ve öğretilen davranış değişikliklerinin eğitim olmadığını belirtiyor. Bunların sonucunda da eğitimin;

a. İstendik davranış değişikliği, b. Yaşantı geçirme,

c. Kasıtlı, yani planlı olma,

Eğitimin ekonomik, toplumsal, politik ve psikolojik işgörüleri vardır (Sönmez, 2006: 15):

• Ekonomik işgörüsü üretimde bulunan, ülkenin gereksinim duyduğu işgücünü nicelik ve nitelik, mesleğinin ehli kişiler yetiştirmek olarak ele alınabilir. Yani ülkenin gereksinimi olan doktoru, mühendisi, öğretmeni v.b. hem nitelik hem de nicelik olarak yetiştirmedir.

• Toplumsal işgörüsü; toplumun değerleriyle dinamik bir denge kuran, tutarlıları benimseyen ve geliştiren, toplum ve ailesi için özveride bulunan, onları seven v.b. kişiler yetiştirip topluma sunmaktadır. Bir bakıma kişiyi toplumsallaştırmadır. Toplumun başat kültürel değerleriyle bireyleri donatmaktır.

• Politik işgörüsü, devletini ve devletin savunduğu siyasal yapıyı benimseyen, koruyan, savunan kişileri yönetime sunmaktır. Her devlet kendini benimseyen, koruyan, gerektiğinde savunan bireyler yetiştirmek için eğitimi bir araç olarak kullanır ve ona yatırım yapar. Onun için okullar devletin politikasının bireylere öğretildiği yerlerdir.

• Psikolojik işgörüsü ise, kişiyi mutlu kılmakla, kendisiyle, toplumla, diğer varlıklarla barışık yaşamasını sağlamakla, ruhen ve bedenen sağlıklı olacak şekilde yetiştirmekle gerçekleşebilir. Kişiliği gelişmiş, sağlam bir karakteri olan, yeteneklerini geliştirip kullanabilen insanlar yetiştirmek eğitimin psikolojik işgörüsü arasındadır.

Özakpınar toplumların insan yetiştirme sorununun iki boyutlu olduğunu söyler. Bunlardan biri “toplumun inançlarından, örflerinden, tutum ve değerlerinden, becerilerinden, birikmiş bilgilerinden oluşan kültürünü yeni nesillere aktarmak, diğeri ise yetişmekte olan bireylerin zekâ, duygu ve iradelerini dengeli bir şekilde geliştirerek onları birer şahsiyet haline getirmektir. İnsan yetiştirmenin bu iki temel yönünden birincisi toplumun devamlılığını ikincisi ise yaratıcılık göstererek değişen şartlara uyumu işaret etmektedir. Her iki temel özelliğe uygun insanın kültürlenmesi ve sonuçta davranışsal özellikler kazanması beklenmektedir.” (Aktaran: Keskinkılıç,K. ve Keskinkılıç,S.B., 2005: 3).

İnsanı öğrenebilen, öğrenme yeteneğine (gizilgücüne) doğuştan sahip olan bir varlık olarak tanımlayan Güvenç; insanoğlunun yapıp deneyerek, bazen deneyip yanılarak öğrendiği gibi öğrendiklerini de uygulayarak, sınırlayarak, geliştirerek başkalarına öğretmekte, aktarmakta ve yaymakta olduğunu belirtmektedir (1994: 278 ve 279). İnsan varlığını öteki canlılardan ayıran temel özelliğin öğrendiklerini saklayıp biriktirerek bir kültür ya da uygarlık dünyası kurabilmiş olması olarak belirten Güvenç; insanın önceki kuşaklardan kalan kültür mirasını sonraki kuşaklara geçirebilen, öğrenip – öğretebilen yaratıcı bir varlık oluşunun onu biricik kıldığına değinmektedir.

“Kültür ya da uygarlık, belli toplum üyesi olarak insanların öğrenip edindiği bilgi, sanat, gelenek–görenek benzeri bütün beceri ve alışkanlıkları içine alan karmaşık bir bütündür.” Tylor’a ait olan bu tanımı Güvenç işlevsel açıdan inceleyerek şu sonuca varmıştır (1994: 280): “Kültür olgusu, toplum, insan, eğitim süreci ve kültürel içerik gibi ana değişkenlerin bütünüdür.” Tanımda dikkat edilecek olunursa kültür bütünü (varlığı) ile kültürel içerik arasında bir ayrıma gidilmiştir. Kültür varlığı ve onun eğitimle kazanılması süreci evrensel görünümde iken kültürel içerik toplumdan topluma önemli değişiklikler gösterdiği için varlık sonucu da değişik olmaktadır diyen Güvenç, insanın içinde yetiştiği toplumdan aldığı kültürle beslenip yetişmekte, kültürlenmekte ve farklılaşmakta olduğunu belirtmektedir. Bunu da insan varlığının “kültürüne göreceliği” ya da “kültürel göreciliği” olarak adlandırmaktadır. Bu ifadeden kastı, kültürün açıklayıcısının yine kendisi yani “kültür” oluşudur. Öyle ki, iki toplumun insanları benziyorsa, kültürlerin de benzer olduğunu; insanlar benzemiyorsa, kültürlerin de farklı olduğunu anlamaktayız. Buna göre, “insan değişiyorsa kültür; kültür değişikliğe uğruyorsa insan da değişecektir.” sonucuna ulaşmaktayız. Toplumdaki insan – kültür ilişkilerinin eğitim süreciyle kurulup düzenlenmesinin karmaşık bir olgu olduğunu belirten Güvenç, kültür olgusu içinde yer alan ana değişkenlerin eğitim bilimleriyle ilişkisini ise aşağıdaki tablo ile göstermektedir (1994: 282):

Tablo 1.1. Kültür olgusu içinde yer alan ana değişkenlerin eğitim bilimleriyle ilişkisi

Kültürü bir kavram veya bir teori olarak gören Güngör; kültüre bir anlam, bir kimlik kazandıranın o kültürü taşıyan insan olduğuna değinir (2007: 148). Millî kültürümüze bağımsız ve itibarlı bir şahsiyet kazandırmanın birinci ve en önemli şartının da bu kültürü çağdaş standartlar karşısında değerlendirebilecek insanlar yetiştirmek olduğunu belirtir. Bunun da ancak eğitimle gerçekleştirilebileceğinin üzerinde durur. Güngör, kültürün en büyük meselesini kendisini devam ettirmek, yani kendini taşıyan ve geliştiren insanlara sahip olmak olarak görür. Bu bakımdan da farklı kültür anlayışlarına sahip grupların eğitimde yaşadıkları ana sıkıntının yeni nesli hangi kültürle yetiştireceği hususunda yaşadıklarına değinir. Bu noktada da eğitimin amacı ve programının içeriği önem kazanmaktadır.

Zaman, mekân ve toplumsal çevre açısından sınırlı olan okullarda – her şeyi öğretmek bir yana – günlük şeyleri bile iyice öğrenmeye yeterli zaman olmadığını belirten Güvenç, bu hususta, ışık tutması amacıyla eğitim felsefecisi Whitehead’in “Eğitimin Amaçları” adlı eserindeki eğitimcilere seslenişine yer veriyor (1994: 285): “Sakın her şeyi öğretmeye kalkmayın, ama neyi, her neyi öğretiyorsanız; onu çok iyi öğretin ki, çocuk, öğrenmeyi ve düşünmeyi öğrensin.” Böyle bir eğitim sonucunda

İLİŞKİLER (YAPILAR) ANA KONU (SORULAR) BİLİM DALI (TEMEL)

İnsan – eğitim Nice, nasıl öğreniyor? Eğitim psikolojisi

İnsan – toplum İnsanın toplumsallığı! Sosyal psikoloji

Toplum – eğitim Neler, nasıl öğretiliyor? Eğitim sosyolojisi

Toplum – içerik Muhtevanın çeşitliliği! Kültür sosyolojisi

İçerik – eğitim Eğitimin kültüre (kültürün eğitime) göreliliği Eğitim antropolojisi

İçerik – insan Kimlik, kişilik (ruh, huy)

çocuğun okuldan sonraki hayatında da eğitimini sürdürebileceği açıktır. Çünkü çocuk öğrenmeyi öğrendiği takdirde bunu hayatında her an için kullanabilecektir. Burada çocuğun neyi ne kadar öğrendiğinden çok, neyi nasıl öğreneceği önem kazanmaktadır. Güvenç buradaki asıl amacında kültür vermek, kültür edinmek, kültürü geliştirmek olduğunu söyler. Çünkü hemen her toplum, kendi insanını kendi örgütlenme düzeniyle yetiştirir. Yani insan yetiştirme düzeni olarak da adlandırılan eğitim süreci ile toplumlar kendilerine uygun insan tipini sahip oldukları kültür içeriği ile yetiştirirler.

Ancak bilindiği üzere eğitim sadece belli bir zaman zarfında, belli bir mekânda yapılan bir faaliyet değildir. Eğitim bir süreçtir. Hayatın her alanında vardır. Sönmez bu hususta eğitimin sadece okullarda yapılmadığına, okulların dışındaki kurumlarda da kişiye istendik davranışlar kazandırıldığına, dolayısıyla okul dışında da eğitim yapıldığına değinir (2006: 13). Anne babanın çocuğa anadilini öğretmesi, yalan söylememeyi, kavga etmemeyi, oyuncaklarını arkadaşlarıyla paylaşmayı v.b. öğretmesi gibi.

Çocuğun “temel kişilik çatısı” daha okul öncesinden başlayarak usul usul çatılmaya başlanır diyen Güvenç (1994: 282) de Sönmez gibi eğitimin sadece okullarda yapılmadığı hususuna değinmektedir. Okul kuşkusuz çocuğa yeni bilgiler, beceriler kazandırmaktadır, ancak çocuğun temel kişiliği daha erken yıllarda oluşmaktadır. Okulun bu noktada var olanı pekiştireceğine değinen Güvenç, çocuğun ana dilinin, cinsel kimliğinin, toplumsal kişiliğinin, ulusal karakterinin doğru–yanlış, güzel–çirkin, iyi–kötü gibi temel yargılarının ve bazı beğenileriyle alışkanlıklarının erken yıllarda başladığını belirtmiştir. Bunun yanı sıra “gelişim yasası”na göre, insanın büyüme – gelişme hızıyla öğrenme hızının erken yaşlarda çok daha yüksek olduğunu da vurgulayarak, eğitim sürecinin ağırlığının erken yaşlara doğru kaydırılmasının (özellikle okul öncesine) daha doğru olacağı hususu üzerinde durmuştur. “Ağaç yaş iken eğilir.” Atasözümüzde bu noktada değer kazanmaktadır. Aile tarafından, konu komşu çevresinden, kreş ve yuvalar tarafından verilen okul öncesi eğitimin yeterince etkili olmadığını belirten Güvenç, bundan dolayı, belli yaşlardaki çocuklarla öğretmenleri belli eğitim – öğretim programları çevresinde bir araya getiren devlet (toplum, halk, ulus) okullarının açıldığını ve okul düzeninin yaygınlaştığını belirtmiştir.

Gelişme yolunda olan toplumların umutlarını bağladığı yeni kuşaklara kazandırmayı düşündürdüğü davranışları rastlantılara bırakması beklenemez. Bu nedenle toplumlar mensuplarına kasıtlı ve istendik yönleri belirleyerek, bunların göstergesi olan davranışları okul denilen sistemli kurumlar yoluyla kazandırmaya yönelmişlerdir. Okul sistemi girdi olarak aldığı öğrencilere bir yandan hedeflenmiş davranışları kazandırırken bir yandan da onları rastlantısal kültürlenmenin gelişigüzel etkilerinden de korumaktadır (Keskinkılıç,K. ve Keskinkılıç,S.B., 2005: 5).

Bugün çağdaş ülkelerin pek çoğunda olduğu gibi ülkemizde de “eğitim” denince akla önce okul, “okul” denince de akla “eğitim-öğretim süreci” gelmektedir. Beş ile yedi yaşındaki çocuklardan 20–25 yaşlarındaki gençlerin hatta ergin kişilerin her çeşit eğitimi gördükleri türlü kurumlara “okul” denildiğine değinen Güvenç okulun başlıca görev ve işlevlerini şöyle özetlemiştir (1994: 284):

(1) Okulöncesi evrelerde, birbirinden ayrı eğitim - öğretim yaşantıları geçirerek birbirinden ayrı yön ve düzeylerde gelişme eğilimi kazanmış çocukları ortak yaşantılardan geçirmek, başka bir deyişle, ailede daha önce başlatılmış bulunan toplumsallaştırmayı (sosyalizasyon) sürdürmek. (2) Öğrencilerin doğuştan sahip olduğu öğrenme yetenekleriyle sonradan

kazanıp edindiği becerileri bulup değerlendirmek, bunları bireylerin seçim ve eğilimleriyle, toplumun bugünkü ve gelecekteki insan gücü gereksinmeleri doğrultusunda geliştirip dengelemek, geleceğin uzmanlarıyla meslek, sanat ve zanaat adamlarını (ulusal işgücünü) yetiştirmek.

(3) Yukarıdaki iki görevi yerine getirirken, yani çocuğu “iyi” vatandaş, vatandaşı “uzman” kişi yaparken, uzman ile vatandaşın okul içinde olduğu gibi okul dışında da birbirini kabul etmesini sağlamak. Başka bir deyişle “çokluk içinde birlik” ya da aynı anlama gelen “birlik içinde çokluk” ilkelerinin eğitimini, savunuculuğunu, koruyuculuğunu yapmak. Tek tek bireylere, küme, toplum ve ulus olmak bilincini kazandırmak. Her toplumun düzenlenmiş ilişkilerden oluştuğunu söyleyen Kongar, toplumun içinde çeşitli biçimlerde düzenlenmiş olan bu ilişkileri “toplumsal yapı” olarak adlandırır (2005: 71, 72). Kongar’a göre her toplumsal yapı iki temel çelişki

sonunda belirlenir: Birinci temel çelişki, insan – doğa çelişkisidir. İkinci temel çelişki ise, insan – insan çelişkisidir. İnsan – doğa çelişkisinin ürünü teknolojidir. İnsan – insan çelişkisinin sonunda ise, ideolojiler doğar. Bir toplum, teknolojisini kendi ürettiği ölçüde, kendi ideolojisini de kendi biçimlendirir. Yani, bir toplumun ideolojisi büyük ölçüde, o toplumda üretilen teknoloji tarafından yaratılır. Teknoloji ve ideoloji denge durumlarında olduklarında toplumun içinde bulunduğu nesnel koşullar (teknolojik düzeyler) ve öznel koşullarda (ideolojik düzey) uyuşma durumunda olur. Eğer bir toplum teknolojisini kendi üretmiyorsa bu dışarıdan aldığı anlamına gelir ki bu durumda teknoloji – ideoloji dengesi bozulur. Çünkü dışarıdan alınan teknolojiye uygun ideoloji hemen yaratılmaz. Aynı şekilde bir toplum eğer dışarıdan ideoloji alırsa, yani ideolojisini kendi üretmiyorsa bu toplumda da dengesizlik görülür.

Her toplumsal yapının birinci işlevi, kendi kendini sürdürmektir diye belirten