• Sonuç bulunamadı

Edebiyat duygu, düşünce ve hayalleri dil yardımıyla sözlü ya da yazılı olarak etkili bir tarzda ifade etme sanatıdır (Şimşek, 2002: 20). Olay ve kişi eksenli metinlerde anlatma; duygu ve hayale dayalı metinlerde sezdirme; olay ve kişileri canlandırmaya yönelik metinlerde ise gösterme söz konusudur. Bu durumda Şimşek masal, hikâye ve romanın birinci gruba giren edebî metinler olduğunu; şiirin ikinci grubu oluşturduğunu; tiyatronun ise üçüncü grupta yer aldığını belirtir. Ona göre edebiyat, dille yapılan sanattır. Dolayısıyla edebiyatta dilin üst düzeyde, güzel ve etkileyici şekilde kullanılması esastır. Okuyucuya zevk vermek ve onda güzellik duygusu uyandırmak edebiyatın başlıca işlevidir.

Güzel ise edebiyatı, derin hisler uyandıran duygu, düşünce ve hayallerin dil aracılığıyla güzel, etkili ve belli bir şekil içerisinde anlatımı olarak tanımlamaktadır (1997). Güzel’e göre edebiyatın, kültür ile ilişkisi çok boyutludur. Edebiyat, bir milletin kültürel değerlerini bünyesinde taşımaktadır. Yani kültürün taşıyıcısıdır. Edebî metinlerin incelenmesi, yeniden anlamlandırılması sonucunda doğal olarak öğrenciler kültürel değerleri de öğrenmiş olacaklardır. Ayrıca kültürel değerler, edebî ürünler aracılığıyla nesilden nesile aktarılırken, öğrencilere kültür bilinci de kazandırılacaktır.

Atatürk ise edebiyatı şöyle tarif etmektedir: “Söz ve mânayı, yani insan dimağında yer eden, her türlü bilgileri ve insan karakterinin en büyük duygularını, bunları dinleyenleri veya okuyanları, çok alâkalı kılacak surette söylemek ve yazmak sanatı. Bunun içindir ki, edebiyat, ister nesir halinde olsun, ister nazım şeklinde

olsun, tıpkı resim gibi, heykeltıraşlık gibi, bilhassa musiki gibi, güzel sanatlardan sayıla gelmektedir.” (Bolayır, 1990: 26).

Kaplan’a göre halk edebiyatı, halkın yaşayışının, inanç ve değer hükümlerinin bir hazinesidir. Bu edebiyat beşikten başlayarak insan hayatının bütün safhalarını içine alır. Türk halk edebiyatının aşk, ölüm, hasret, tabiat sevgisi, acıma, alay, din duygusu, kahramanlık, ahlak gibi beşeri bütün duyguları işlediğini belirten Kaplan, bundan dolayı, halk edebiyatını, Türk millî kültürünün en kıymetli hazinesi olarak, korumamız gerektiğine değinir (2006: 45).

1. 2. 4. DİN

Kültürü oluşturan ana öğelerden biride dindir. Kimi düşünürlerle araştırıcılara göre din, kültürü belirleyen ve kültürü yönlendiren ana etkendir. Örneğin Thomas Eliot, herhangi bir kültürün yalnızca dine bağlı olarak ortaya çıkabileceği ve gelişebileceği görüşündedir. Ona göre tek bir dinden birkaç kültür de doğabilir. Din ile kültürü birbirinden ayrı iki vakıa olarak kabul etmekle beraber, onlar arasında hayatî bir münasebet bulunduğunu da belirten Eliot’a göre din, kültürü aşan ve onu besleyen bir kaynaktır. Eliot’a göre “Kültür aslında herhangi toplumun dininin vücut bulmuş bir şeklidir.” (Aktaran: Kaplan, 2006: 16).

Türkiye’de Türk – İslam Sentezi kuramcılarından olan Mehmet Kaplan’ın “Din, Türk milletini yoğuran etkenlerin başında yer alır… teferruatına varıncaya kadar bütün varlığımız asırlarca İslamiyet ile yoğrulmuştur.” görüşünü Turan şöyle değerlendirmektedir: “Bu tür değerlendirmeler, dinin kişileri ve toplumları etkilemede oynadığı rolü belirtmekle birlikte, dini tek başına kültüre eş bir kavram saymak, ya da “bütün varlığı” yönlendiren biricik güç olarak kabul etmek abartılıdır.” Ona göre birleşilmesi gereken nokta, dinin kültürün önemli öğelerinden biri olduğudur (Turan, 2005: 109).

Yukarıda da görüldüğü gibi din ve kültür eşitliği konusunda bir görüş birliği sağlanamamıştır. Toplum geliştikçe din konusunda da farklı eğilimler ve değerlendirmeler ortaya çıkmaktadır.

Bir inanç sistemi olarak din, insan ruhunun bir gereksinmesini karşılar; çevrede, evrende sırrına varılamayan olay ve olguların açıklanması için, yoruma kapalı da olsa özel bir alan oluşturur. Tapınma yönüyle de ruhsal boşalım sağlayarak

manevi bir güç verir, aynı zamanda güncel yaşayışı da etkiler. Ayrıca, her din kendine özgü bir ahlâk sistemi demektir. Kişisel olduğu kadar toplumsal davranışları da etkiler, biçimlendirir. İnanç ve tapınma kuralları ve yöntemleriyle de temizlenme, yeme içme, giyim – kuşam ve sanatla uğraşmalara da kimi zorunluluklar ya da sınırlamalar getirebilir. Hatta kimi hukuk kuralları içeren dinlerde bu belirleme ve sınırlamalar daha da büyük ölçülerde görülebilir. Yukarıda belirtilen gerekçeler doğrultusunda Turan, din ile kültür arasındaki ilişkiler sorununda, “Kültür, dinin özünü, din de kültürün getirdiklerini kabullenmek zorundadır.” diyen Eliot’ı haklı görmek gerektiği sonucuna ulaşmaktadır (2005: 110).

1. 2. 5. TARİH

Köstüklü, sosyal bilimler içerisinde ele alınan tarihi; geçmişte olan olaylar veya bunlar hakkındaki belgelerin verileri olarak tanımlamaktadır (1998: 11). Ona göre, tarihî olayların ve belgelerin verilerinin bilimsel bir metotla incelenmesi, tarih bilimini doğurmuştur. Ayrıca, insan bilimleri içinde yer alan tarih; geçmişteki olayları yer, zaman ve failleri göstererek kaynaklara dayalı olarak sebep – sonuç ilişkisi içerisinde inceleyen bir bilim dalı olarak da tanımlanmaktadır.

Sosyal bir varlık olan insanoğlu, çevresiyle birlikte yaşamak durumundadır. Sağlıklı bir hayat veya düşünce tarzının teşekkülünde ise insanın önce kendisinin tanınması gerekir. Acaba insanlık hangi geçmişten bu zamana geldi? İnsanoğlu geçmişte nasıl yaşadı? Hangi fikirler veya idealler nasıl uygulandı? Ne gibi sonuçlar doğurdu? Bu ve buna benzer bütün sorulara cevap verebilmede öncelikle tarihe müracaat etmemiz gerektiğini belirten Köstüklü, bir başka ifadeyle tarihi; bir milletin hafızası olarak tanımlamaktadır. Ona göre bir fert için hafıza ne ise, meseleyi makro düzeyde ele aldığımızda fertlerin oluşturduğu millet için de hafıza yani tarih aynı önemi taşımaktadır. Hafızasını kaybeden bir insanın istikrarlı bir geleceği olamaz. Hayatı her an tehlikeyle doludur. İbn Haldun’un da vurguladığı üzere milletlerin hayatı da insan hayatına benzer. Bu yüzden toplumların veya milletlerin varlıklarını sağlıklı bir şekilde sürdürebilmeleri, onlar için bir hafıza niteliğinde olan tarihi öğrenmeleriyle doğru orantılıdır (Köstüklü, 1998: 11).

“Hiçbir sosyal – kültürel sistem ne gökten iner; ne de durup dururken yok olur. Her toplumun bir dünü, önceki günü, kısa veya uzun bir tarihi vardır.” gerçeğine

değinen Güvenç; bugünkü kurumlar ve değişkenlerin, az veya çok farklı olarak, dün de, önceki günde, geçen yüzyıllarda da var olduklarına ve de sistemin kendisi tarihî bir varlık olduğu gibi, onu oluşturan her kurum ve değişkenin de kendi özel tarihçeleri olduğuna değinmektedir: Eğitim Tarihi, Tıp Tarihi, Harp Tarihi, Sanat Tarihi, Devrim Tarihi, Ekonomi Tarihi, Bilim Tarihi, Din Tarihi, v.b. gibi. Güvenç’e göre çoğu zaman yazılı olmamakla birlikte, gelenek ve göreneklerinde bir tarihi vardır ve de tüm bu tarihçeler kültürel kaynaklarımızı ve bugünkü kurumlarımızı belirlemektedir (1994: 105, 106).

Kaplan’a göre, bir milletin bütün fertlerinin bilmesi, benimsemesi, koruması ve geliştirmesi gereken kültür hazinelerinden biri de tarihtir. Çünkü tarih, bir milletin hemen hemen bütün varlığına eşittir. Tarihi, milletin geçmişteki varlığı, onun mirası, bugüne kalan hatırası olarak tanımlayan Kaplan’a göre, kültür kavramına giren her şey, tarih boyunca gelişmiş, bize tarihten miras kalmıştır (2006: 52). Türk milletinin, bugün üzerinde yaşadığı toprak yüzyıllarca onu vatan yapmak için şehit olan, onu koruyan, işleyen atalarımıza, yani tarihe aittir. Türk milleti de bu toprakları fetheden, onun için savaşan, uykusuz kalan, ölen milyonlarca kahramanın torunudur. Dolayısıyla da Kaplan’a göre millet, biyolojik ve kültürel varlığı ile toptan tarihin malıdır.

Kaplan’a göre tarih bilgisi, fertle millet arasında derin bağlantılar kurar. Fert milletin, millet tarihin içinde yer alır ve mâna kazanır. Ferdî benliği sosyal benlikten ayırmaya imkân yoktur. Bundan dolayı fertler de hayatlarının mânasını milletlerinin tarihi içinde bulurlar. Milletler ancak tarihlerini bilmek suretiyle “millî şuur”a sahip olurlar. Milletlerinin tarihini bilmeyen nesiller ise, içlerinde milletlerine karşı canlı bir ilgi ve sorumluluk duygusu hissetmezler. Böylelerinin yabancı tesirlere kapılması ve yabancılara köle olması çok kolaydır. Millî şuura sahip olmak kendi millî tarihini öğrenmekle, yani kültür yoluyla mümkündür. Dolayısıyla tarih kültürü, genel kültürün vazgeçilmez bir parçasıdır (Kaplan, 2006: 54).

1. 2. 6. ÖRF ve ADETLER (GELENEK ve GÖRENEKLER)

Örf ve adetler, bir milletin, sosyal hayatını düzenlemek ve eskiyen hukuk kaidelerinin yerine, yerleştirmek üzere üretilen kaideler bütünüdür (Yamakoğlu, 1999: 114). Yamakoğlu bu yönüyle bakıldığında örf ve adetleri, hukukun kaynağı

olan adeta, kaide fidanlıkları olarak tanımlamaktadır. Örf ve adetler, mutlaka, toplumsal, iktisadi ve kültürel bir ihtiyaca cevap verirler ve de bu ihtiyaçlara cevap verdiği müddetçe yaşarlar, yani yürürlükte kalırlar. Eğer ihtiyaçlara cevap veremezlerse kendiliğinden yürürlükten kalkarlar.

Yamakoğlu’na göre örf ve adetlerin, en önemli özelliği, millet üretimi olmasıdır. İkincisi ise, bütün hukuk sistemlerinde vazgeçilmez hukuk kaynağı olarak benimsenmiş olmasıdır (1999: 115). Milletimizin ortaya koyduğu örf ve adetler, insanlar arasında çıkan ihtilafların çözümü için belli ihtiyaçlara cevap vermek üzere, Türklerin yaşadığı geniş haritada bir ailede, akrabada, köyde, kasabada, ilçelerde, illerde, Türk varlığının zihnî ve ortak faaliyetlerinin eseri olarak doğmuştur (Yamakoğlu, 1999: 115).

Örf ve adetleri, toplumdaki ilişkileri düzenleyen sosyal normlar olarak da ifade edebiliriz. Toplum da yaşayan insanlar neyi, ne zaman ve nasıl yapacaklarına farkında olarak ya da olmayarak bu kurallar doğrultusunda karar verirler. Günlük yaşantımızı etkileyen, sosyal ilişkilerimizi düzenleyen örf ve adetleri İbrahim Altunel şöyle tanımlamaktadır: “Örf, eskiden atalarımızdan kalma, makbul adet, davranış, kaide, halkın kendiliğinden duyduğu geleneklerdir. Örfler yerine göre kanun ya da ahlâk kuralları yerine geçebilen davranış model ve ölçütleridir. İyi ve doğru olduğu kabul edilebilen hususlardır…… Gelenekler, eski çağlardan beri yerleşmiş olup, söz ve yazı ile, nesilden nesile geçerek gelen, her türlü töreler, davranışlar, bilgiler, alışkanlıklardır. Toplum içinde, değerlerin ve kurumların en ağır değişenidir. Eğitici, bağlayıcı, birleştirici, millî varlığı koruyucudur. Gelenek, insanı insan yapan şaşmaz özelliklerden biridir.” (Aktaran: Matan, 2004: 43).

İnsan ilişkilerini düzenleyen örf ve adetler, toplumun farklı sosyal sınıfları arasında bazı değişiklikler göstermekle birlikte; genel olarak toplumsal hayatta toplumu birlik ve beraberlik içinde yaşatmak için toplumun çoğunluğunun kabul ettiği yazılı olmayan kurallardır. Erol Güngör’ün de dediği gibi örf ve adetler, cemiyetin bel kemiğini ve iskeletini teşkil eder.

1. 2. 7. AİLE ve AKRABALIK İLİŞKİLERİ

Aile, yüz yüze ve içten ilişkilerin en yoğun olduğu birincil gruplardandır. Başka bir açıdan aile, çocuğun doğuştan üyesi olduğu en küçük toplumsal bir

kurumdur. Çocuk ilk toplumsal davranışlarını aile bireyleriyle etkileşime girerek ve onları taklit ederek öğrenir. Diğer bir deyişle çocuğun toplumsallaşması ilk önce ailede başlar (Akar, 2005: 63).

Her sosyal / kültürel sistemde, kadın erkek (cinsiyet) ilişkilerini düzenleyen, doğan çocuğun bakımından, beslenmesinden, sağlık ve eğitiminden sorumlu olan bir aile kurumu vardır. Kültürel değerlerin – yeni kuşaklara – aşılanmasında ve iletilmesinde, aile büyük bir sorumluluk taşır. Aile, aynı zamanda, ekonomik, sosyal ve psikolojik bir birliktir (Güvenç, 1994: 104).

Ailenin önemi ve fonksiyonları hakkında Altunel görüşlerine şu şekilde dile getirmektedir: “İnsanlarımız, gençlerimiz, çocuklarımız millî kültür ve manevî değerleri önce aile içinde öğrenir ve yaşar. Aile hayatı bu fonksiyonları icra etmeyi başaramazsa, kültürde çökme beklenir. Dolayısıyla millet yapısı sarsılır ve çöker. Türk ailesinin sağlam yapılı olması ve gençlerin her türlü ihtimama kavuşturulması için aile fertleri arasında iffet, yardımseverlik, gönül alma, hoşgörü, affetme, şükretme gibi iyi ahlak kavramları gençlerimize verilmelidir. Bu yüce hasletlerle kurulan yuvalarımız ve buralarda yetişen nesillerimiz milletimizin ve devletimizin teminatı olacaktır.” (Aktaran: Matan, 2004: 46).

Milletimizde kan ve göbek bağına dayalı akrabalık sistemimizde çok iyi gelişmiştir. Akrabalık bağlarının ne kadar önemli olduğunu, bu ilişkilere verilen önemi Türkçede bu ilişkileri göstermek için kullanılan kavramlar aracılığıyla da görmekteyiz. Teyzenin ana yarısı, amcanın baba yarısı olarak görülmesi toplumumuzda akrabalık ilişkilerine ne derece değer verildiğini göstermektedir (Matan, 2004: 46).

1. 2. 8. BİLİM