• Sonuç bulunamadı

Sosyal / kültürel antropolojinin konusu olan kültür, pek çok kişinin farklı şekillerde tanımlama ihtiyacı duyduğu, bu nedenle de onlarca tanımı bulunan bir kavramdır. Kültür sözcüğü esasında Latince kökenli olup, dilimize Fransızca’dan geçmiştir. Latince’de cultura, toprağa bir şeyler ekip ürün almak, yani üretmek anlamında kullanılıyordu.

Ünlü düşünür Ziya Gökalp, Fransa’daki cultura sözcüğünün iki ayrı anlamı bulunduğu noktasından hareketle bunlara karşılık Arapça kökenli hars ve tehzib sözcüklerinin kullanılabileceğini öne sürmüştür. Ancak “düzeltme, temizleme, yetiştirme, bir işte hız kazanma” anlamlarına gelen tehzib’i aristokratik ve uluslar arası (beynelmilelci) bir kavram saydığı için, “kültür” ü karşılayan en iyi terimin demokratik ve ulusal (millî) nitelikte bulduğu hars olması gerektiğini savunmuştur (Turan, 2005: 15).

Arapça’da “toprağın işlenmesi, tarım” anlamına gelen, hırasetten türetilen, hars sözcüğü zamanla unutulduğundan kültür sözcüğü yaygın olarak kullanılmaktadır. Türkçe’nin sadeleştirilmesi çalışmalarından dolayı Türk Dil Kurumu, kültür sözcüğü karşılığında ekin sözcüğünün kullanılmasını önermiştir. Fakat bu sözcükte tarım ve ürünle karıştırıldığı için pek fazla kullanılmamıştır. Günümüzde ise kültür kelimesi yaygın olarak kullanılmaktadır.

Kültür nedir? Bu sorunun cevabına ulaşabilmek için bu alanda çalışan ilim adamlarının tanımlamalarına başvurulmuştur.

Bugün oldukça eskimiş bulunmakla beraber, bütüncü kültür tanımlamalarının belki de en iyisi, sosyal antropolojinin konusunun “kültür” olduğunu söyleyen Tylor tarafından yapılmıştır: “Kültür ya da uygarlık, bir toplumun üyesi olarak, insanoğlunun öğrendiği (kazandığı) bilgi, sanat, gelenek - görenek ve benzeri yetenek beceri ve alışkanlıkları içine alan karmaşık bir bütündür.” (1871: I, 1’den aktaran: Güvenç, 1994: 100, 101).

Bu tanımın kültür kuramının ana savını (görüşünü) dile getirdiğini belirten Güvenç, Tylor’ın “Kültür, öğrenilen dilde saklanıp korunan, eğitimle yeni kuşaklara aktarılıp aşılanan bir muhtevadır.” tanımının, kültür kuramı ve bilimiyle uğraşanlara yol ve yön gösterdiğini belirtmektedir (Güvenç, 2007: 55). Bu tanımdan çıkan anlamları, insanbilimci Murdock (1940’lar), birkaç alt başlık altında toplayıp yorumlamaya çalışmıştır (Aktaran: Güvenç, 2007: 55, 56):

1) Kültür, içgüdüsel ya da kalıtımsal değil, her bireyin doğduktan sonra, yaşayarak kazandığı, öğrendiği bilgi, davranış ve alışkanlıklardır. Mademki öğrenilir, eğitimin kurallarına, yasalarına ve ilkelerine uygun olmak zorundadır.

2) Bütün canlılar, yaşadıkları sürece, varlıklarını sürdürecek, kendilerini tehlikelerden koruyacak bazı beceriler kazanırlar. Ancak insan öğrendiklerini yavrusuna aktarabilen tek canlıdır. Onun biricikliği kuşkusuz dil öğrenme yeteneğinden gelir. Bu anlamda, ilk yaradılışa kadar uzanan kültürün, tarihi ve sürekli bir varlık alanı olduğu söylenir.

3) Kültürün öğrettikleri yalnız zaman boyutunda sürekli değil, fakat aynı zamanda, toplumsal, yani mekâna görelidir. Toplumdan topluma değişir. Bir toplumun sahip olduğu, yarattığı, paylaştığı tüm alışkanlıklar o toplumun kültürüdür. Bu anlamda, toplumun aile, mahalle, köy, kasaba gibi alt birimlerinin sahip olduğu farklı kültür birikimlerine toplumun alt kültürleri denebilir. Kültür toplumsal olduğuna göre, geleceği (kaderi) topluma bağlıdır.

4) Kültür her ne kadar, ideal kural, davranış ve değerlerden oluşursa da, bireysel tutum ve davranışlar, büyük ölçüde ideallerden ayrılır. Başka bir deyişle, her kültür bütünü kabaca, ideal ve gerçek adını verebileceğimiz bir kültür ikileminden oluşur. İdeal ile gerçek ara sıra birbirine yaklaşsa, üst üste gelse de, çoğu zaman birbirinden uzaktır. Öyleyse insan davranışlarının büyük bölümü kültürel (öğrenilmiş) olsa bile ideal olmayabilir. İnsan veya siyasal bilimcinin bu iki tür davranıştan birine ağırlık vermesi, ideal ile gerçek ikilemini karşı karşıya getirebilir.

5) Kültür, biyolojik (yaşamsal) ve toplumsal ihtiyaçları karşılayıcı, yani işlevseldir. Kültürel kurumlar ve ilkeler, başarısı denenmiş çözüm yollarıdır. Doyum (tatmin) düzeyi, alışkanlıkları destekler ve pekiştirir; doyumsuzluk ise değişim ve boşluklara yol açar. Süreklilik, doyumun, doyumsuzluktan biraz daha fazla oluşuna

bağlanabilir. Mademki, biyolojik ihtiyaçlar evrenseldir, bunlara cevap veren kurum ve değerlerin yani kültürlerin belli ölçülerde benzer olması kaçınılmazdır.

6) Hemen her kültürün öğeleri, uyum ve doyum sürecinin sonucu olarak bütünleşmek, ya da öyle görünmek eğilimindedir. Ancak kimi işlevcilerin ileri sürdüğü gibi, kültürün tam anlamıyla bir bütün ya da bütünleşmiş sistem olduğunu söylemek güçtür. Tarihî ve çevresel etkenlere ve çelişkilere açık olan kültürler tam bir bütünlük kazanamazlar. Kazanır gibi olurken, iç - dış güçler dinamiği, dengeyi ve bütünleşme sürecini alt üst edebilir. Bütünlük bir idealdir. Bütünleşme yerini hemen ayrışmaya, çatışmaya bırakır.

7) Kültürün bir bütün ya da "sistem" olduğu sık sık yenilenir. Ancak, sistemi tanımlamak zor olduğu gibi, kültürün de tam bir sistem olmadığını savunmak belki daha kolaydır. Kültür varlığı tümüyle maddî veya gözlemlenebilir bir olgu veya nesnel bir varlık değildir. Öyleyse, kültür kavramı, hayatla ilgili soyut bir kavramdır. Bu kavram bir coğrafya haritası gibidir. Yeryüzü öğelerini ve engebelerini simgeleyen harita nasıl bir soyutlama ise kültür kavramı da bir soyutlamadır. Kültürel kurum, kavram ve süreçler gerçekliğin adları, yankıları ve soyutlamalarıdır.

Yukarıda verilen antropolog Murdock’a ait olan bu açıklamaları Güvenç, “İnsan ve Kültür” adlı eserinde aşağıdaki başlıklar altında toplamıştır (1994):

• Kültür öğrenilir.

• Kültür tarihidir ve süreklidir. • Kültür toplumsaldır.

• Kültür, ideal ya da idealleştirilmiş kurallar sistemidir. • Kültür, ihtiyaçları karşılayıcı ve doyum sağlayıcıdır. • Kültür değişir.

• Kültür bütünleştiricidir. • Kültür bir soyutlamadır.

Güvenç’e göre kapsam ve kaplam olarak bir kuram enginliğindeki ve zenginliğindeki kültür kavramı, insan türü ve canlı üstü varlık alanı ile etkileşimini ve değişim sürecini açıklamaya giriştiği için aynı zamanda bir kuramdır (2007: 57). Şöyle der insan bilimci: “İnsanlar ve toplumlar benzer, çünkü kültürleri benzer;

insanlar ve toplumlar benzemez, çünkü kültürleri farklıdır; insanlar ve toplumlar değişir, çünkü kültürleri değişmektedir.” (Güvenç, 2007: 57).

“Kültür kuramı”nı aynı zamanda bir sosyal değişme kuramı olarak gören Güvenç, kültür kuramının, insanlar arasında gözlemlenen farkların ve benzerliklerin sosyal kurumlar arasındaki ilişki ve yapılara ait benzerlik ve farklardan ileri geldiğini önermektedir (1994: 109).

Kültürü antropolojik açıdan değerlendiren Tylor’dan sonra öteki alanlarda çalışan sosyal bilimcilerin de bu konuya eğilmesiyle çok geçmeden kültürün antropoloji dışında, toplum bilim, halk bilim, tarih, sanat tarihi, hatta psikoloji gibi bilimlerin ana konularından biri durumuna geldiğini belirten Güvenç; bilimlerin hemen her dalında görüldüğü gibi, kültür sorunlarını ele alanların da onu kendi uğraş alanları ve değerleri açısından tanımladıklarına değinmekte ve de antropoloji dilinde ve eserlerinde kültür sözcüğünün şu temel kavramlar karşılığında kullanılan soyut bir sözcük olduğunu belirtmektedir. (Güvenç, 1994: 95):

1. Kültür, bir toplumun ya da bütün toplumların birikimli uygarlığıdır. 2. Kültür, belli bir toplumun kendisidir.

3. Kültür, bir dizi sosyal süreçlerin bileşkesidir. 4. Kültür, bir insan ve toplum kuramıdır.

Çok ve çeşitli anlamlarda kullanılan kültür sözcüğünün tanımını yapmanın doğal olarak zor olduğuna ve bu kadar kapsamlı bir sözcüğün tanımının zor olmasının da olağan olduğuna değinen Güvenç, buradaki amacın da zaten tanımlamaktan ziyade kültürü tanıtmaya çalışmak olduğunu belirtmekte ve de kültür sözcüğünün genel olarak dört farklı alanda, farklı anlamlarda kullanıldığını ifade etmektedir (Güvenç, 1994: 97):

1. Bilim alanında: Uygarlık anlamında,

2. Beşeri alanlarda: Eğitim sürecinin ürünü anlamında, 3. Estetik alanda: Güzel sanatlar anlamında,

4. Maddi (teknolojik) ve biyolojik alanda: Üretme, tarım, ekin, çoğaltma ve yetiştirme anlamlarında kullanılmaktadır.

Bu anlamlarında kendi içinde kapsadıkları farklı alanlar bulunmaktadır (Güvenç, 1994: 98):

• Eğitim; bütün özel eğitim türleri, sanatlar ve teknolojilerdir. • Sanat; bazı özel eğitim türleridir.

• Teknoloji; bazı mesleki ve teknik zanaat ve sanatlardır; üretim, malzeme ve her ikisini birleştiren iş bilgisidir.

Bütün bunların sonucunda kültürün birbirinden farklı çok sayıda tanımının ortaya çıktığına değinen Turan ise, yalnızca Angloamerikan toplum biliminde yapılan kültür tanımlarının 160’ı bulduğunu belirtmekte ve bu yığınla tanım karşısında kimi araştırmacıların onları bakış açılarına göre, betimsel, tarihsel, kuralcı (normatif), psikolojik, yapısal ve genetik diye 6 gruba ayırma gereği duyduğunu ifade etmektedir. 1950’lerden bu yana geçen sürenin yeni tanımlar getirdiği düşünülürse sayının 200’ü aştığını söylemenin mümkün olabileceğini belirten Turan bunlardan çok çarpıcı olan birkaçını şöyle sıralamaktadır (Turan, 2005: 17):

“Kültür, bir toplumun hayat biçimidir.” (R. Linton)

“Kültür, belli bir düşünceler sistemi ya da bütünüdür.” (C. WİSSLER)

“Kültür, büyütülerek bilimsel ekrana yansıtılmış bireysel psikolojidir.” (P. Benedict)

“Kültür, toplumdaki geçmiş davranışların biriktirilerek aktarılan sonuçlarıdır.” (L.J. Carr)

“Kültür, insan gereksinimlerinin karşılanması için doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak çalışan araç ve gereçler ile gelenek, görenekler ve bedensel veya düşünceyle ilişkili alışkanlıklarının tümüdür.” (B. Malinowski)

Bizde ise kültür kavramına bilimsel bir yaklaşımla ciddi bir şekilde eğilen ve kültür deyimine karşı hars sözcüğünü kullanan Ziya Gökalp’in görüşleri bu konuda yol gösterici olmuştur. Medeniyetle kültürü sistemli bir şekilde ayıran ve bu ikisini tüm yönleriyle ele alan Ziya Gökalp’in tanımlamaları, pek çok kişi tarafından benimsenmiş olması açısından da önem taşımaktadır.

“Türklüğün Esasları” adlı kitabında Ziya Gökalp (2003) hars ile medeniyet arasında hem iştirak hem de ayrılık noktaları bulunduğunu söyledikten sonra ikisi arasındaki iştirak noktasının ikisinin de bütün içtimaî hayatları cami olması şeklinde belirtmektedir. İçtimaî hayatları ise şöyle sıralamaktadır: Dinî hayat, ahlakî hayat, hukukî hayat, muakalevî hayat, bediî hayat, iktisadî hayat, lisanî hayat, fennî hayat.

Gökalp bu sekiz türlü içtimaî hayatların bütününe millî kültür adı verildiği gibi medeniyet de denilebileceğini belirtmektedir.

Gökalp (2003), millî kültür ile medeniyet arasındaki farkları ise şöyle sıralamaktadır:

• Hars millî olduğu halde, medeniyet beynelmileldir.

• Harsa dâhil olan şeylerin usul ile, ferdlerin iradesiyle vücuda gelmediğini, sun’i olmadığını; medeniyete dahil olan şeylerin ise usul vasıtasıyla ve ferdî iradelerle vücuda gelen içtimaî hadiselerin bütünü olduğunu dile getirmiştir. Medeniyeti usulle yapılan ve taklit vasıtasıyla bir milletten diğer millete geçen kavramların ve tekniklerin bütünü olarak tanımlarken; harsı ise hem usulle yapılamayan hem de taklitle başka milletlerden alınamayan duygular olarak tanımlamıştır. Bu durumda harsın duygulardan, medeniyetin ise bilgilerden oluştuğu sonucuna ulaşabiliriz.

• Harsın yükselmesinden medeniyet doğmaya başlar. Medeniyet, ilk önce millî harstan doğar, sonra komşu milletlerin medeniyetinden de birçok müessesler alır diyen Ziya Gökalp, diğer memleketin medeniyetine fazla ve sürekli bir açılma olması durumunu sakıncalı görmektedir. Zihnin fazla inkişafının ferdî seciyeyi bozduğu gibi medeniyetin fazla bir inkişafının da millî harsı bozacağına dikkati çekmektedir.

• Gökalp harsı kuvvetli, medeniyeti zayıf bir milletle, harsı bozulmuş, medeniyeti yüksek bir milletin siyasî mücadelesinde harsı kuvvetli olanının galip geleceğini belirtmektedir.

Yukarıda verilen bilgiler neticesinde şu sonucu çıkarabiliriz: Ziya Gökalp hars ve medeniyet arasındaki farkları ayrıntılı bir biçimde irdelemiştir. Harsı millî bir kavram olarak, medeniyeti ise milletlerarası bir kavram olarak ele almaktadır. Burada asıl dikkati çeken noktayı ise şöyle belirtebiliriz: Gökalp her ne kadar ikisi arasında ayrıma gitse de bu ikisinin içerdikleri öğeler bakımından ortak noktaları olduğuna değinmesi oldukça dikkat çekici görünmektedir. Ayrıca buradan kültür kavramının tanımlanmasının ne kadar güç olduğu sonucuna varmaktayız.

Kültürü ele alan Türk sosyologların başında gelmesi nedeniyle ilk önce Gökalp’in bu konudaki görüşleri ele alınmıştır. Gökalp’in bu görüşlerine katılanlar kadar katılmayanlar da olmuştur. Şimdi ise diğer düşünürlerimizin tanımları ele alınacaktır:

Kültür, bir cemiyetin sahip olduğu maddî ve manevî kıymetlerden teşekkül eden öyle bir bütündür ki, cemiyet içinde mevcut her nevî bilgiyi, alâkaları, itîyatları, kıymet ölçülerini, umumî atîtüd, görüş ve zihniyet ile her nevî davranış şekillerini içine alır. Bütün bunlar, birlikte, o cemiyet mensuplarının ekserisinde müşterek olan ve onu diğer cemiyetlerden ayırt eden hususî bir hayat tarzı temin eder (Turhan, 2002: 48).

Sosyal ilimlerde kültür denince, bir topluluğun kendi hayatî problemlerini çözmek üzere denediği ve uzun yıllar içinde standart hale getirdiği usuller ve vasıtalar anlaşılır. Şu halde bir topluluğun ihtiyaçlarını karşılamak üzere benimsemiş bulunduğu hayat tarzı, bütün maddî ve manevî unsurlarıyla birlikte onun kültürünü teşkil etmektedir (Güngör, 2006: 68).

Bir toplum içinde fertler, insanlık âleminde de milletler birbirinden farklıdır. Yaradılıştan gelen maddî - fizik farklar dışında, toplulukları birbirinden farklı kılan bir takım inançlar, adaletler, alışkanlıklar, düşünce şekilleri, tavırlar, davranışlar, kurumlar vardır ki ister maddî, ister manevî cinsten olsun, bunların bütününe kültür diyoruz (Gökdemir, 2004: 2).

“Kültür, yaşadığımız hayattır; içtiğimiz çorbadır, çorba içiş tarzımızdır, kaşık tutuş şeklimizdir…” (Kösoğlu, 1995: 41). Bir başka açıdan da kültürü insanın tabiata kattığı kıymetler ve kazandırdığı anlamlar olarak tanımlayan Kösoğlu insanın bütün bu katkıları ve anlamlandırmayı sahip olduğu imanı ve bakış açıları doğrultusunda gerçekleştirdiğini belirtmektedir (1995: 99). Buradan kültür değerlerinin, insanların bakış açılarını oluşturduğu sonucuna varmaktayız.

Bir milletin uzun bir tarih içerisinde ortaya koyduğu, geliştirdiği ve tecrübe ile sağlamlaştırıp kesinleştirdiği maddî ve manevî değerler bütünüdür (Koca, 2003: 2).

“Kültür Üzerine” adlı kitabında Emre Kongar, en genel ve en nesnel tanımı ile kültürü, insanın yarattıklarının tümü olarak tanımladıktan sonra bir bütün oluşturan kültürün ancak çözümleme amacı ile bölünebileceğini belirtmektedir

(2005: 19, 20). Kongar böyle bir bölünmenin de bizi, maddî kültür, manevî kültür ayrımına götüreceğini belirtmektedir. İnsanın yarattığı bütün araç ve gereçleri maddî kültüre; yine insanın yarattığı bütün anlamları, değerleri ve kuralları ise manevî kültüre örnek vermektedir. Daha sonra da başka bir terminoloji ile maddî kültüre “teknoloji”, manevî kültüre ise “ideoloji” diyebileceğimizi ifade etmektedir. Kongar bunlara bir de sanat, edebiyat ve düşün yapıtlarını ekleyerek, bunları da üçüncü bir grup kültür öğeleri olarak düşündüğümüzde, belli düşüncelerin oluşturulmasının ve de aktarılmasın daha da kolaylaşacağını dile getirmektedir.

Şerafettin Turan ise kültürü bir toplumda geçerli olan ve gelenek halinde devam eden her türlü dil, duygu, düşünce, inanç, sanat ve yaşayış öğelerinin tümü şeklinde tanımlamaktadır (2005: 17).

Kaplan’a göre insan yığınlarını “millet” haline getiren “kültür”leridir ve milletleri millet yapan maddî, manevî ortak değer ve müesseselerin hepsine sosyologlar “kültür” adını vermektedirler (2006: 24).

Orhan Türkdoğan’a göre ise kültür, öğrenilmiş davranış şekillerinin nesilden nesile intikali veya toplumun bir üyesi olarak ferdin kazandığı duyma, düşünme ve faaliyet tarzlarının sosyal açıdan standartlaştırılmasıdır (2007: 104).

Kültüre millet ve devlet yapısında, temel unsur sayacak kadar önem veren Atatürk’ün yaptığı kültür tanımları ise şöyledir (Aktaran: Cunbur, 1973: 9, 10):

“Kültür, okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mâna çıkarmak, intibah almak, düşünmek, zekâyı terbiye etmektir.”

“… «Hars» ne demektir, tarif edeyim:

a) Bir insan cemiyetinin devlet hayatında,

b) Fikir hayatında, yani ilimde, içtimaîyatta ve güzel sanatlarda,

c) İktisadî hayatta yani ziraatta, ticarette, kara, deniz ve hava münakalâtçılığında yapabildiği şeylerin muhassalasıdır.”

Güvenç ise Atatürk’ün “kültür ya da uygarlık” anlayışını, dayandığı öncüllerle temel ilkeler, yöneldiği hedefler ve ülküler açısından şöyle sıralamaktadır (1996: 35):

a) Tarihî gerçekçidir, b) Akılcı ve bilimcidir,

c) Kavram ve kapsamda bütüncüdür, d) Evrimci ve yenilikçidir,

e) Çağdaş ve Batılıdır,

f) Milliyetçi değil ulusçu, yani laiktir.

Görüldüğü gibi her ne kadar birbirinden farklı şekillerde tanımlanmış ve de tanımların içeriği ve kapsamı kişiden kişiye değişiyor olsa da neticede kültürün de her kavram ve değer gibi kendine has bazı nitelikleri vardır. Temel ya da genel nitelikler dediğimiz bu özellikleri Şerafettin Turan “Türk Kültür Tarihi” adlı eserinde 6 maddede toplamıştır. Bunlar (2005: 24):

a) Kültür toplumsaldır. b) Kültür tarihseldir.

c) Kültür öğrenilip aktarılması gereken bir kalıttır. d) Kültür işlevseldir.

e) Kültür birlik içinde çokluk, farklılık demektir. f) Kültür devingen ve değişkendir.

Yukarıda pek çok düşünürün kültür ile ilgili yaptığı tanımlara yer verilmiştir. Kültür tanımlarında düşünürlerin birleştiği noktaları aşağıdaki gibi sıralayabiliriz:

• Kültür kapsadığı bilgi, beceri ve alışkanlık itibari ile bir bütündür. • Kültür öğrenilen bir muhtevadır.

• Kültür eğitim yoluyla nesilden nesile aktarılmaktadır. • Kültür dil vasıtasıyla aktarılmaktadır.

• Kültür bir hayat biçimidir.

• Pek çok kişi kültürün millî olduğunu düşünmektedir. Bu noktadan hareketle kültür, bir toplumu diğer bir toplumdan ayırt eden değerler bütünü olarak ele alınabilir.

• Maddî ve manevî unsurlar kültürü oluşturmaktadır.

• Kültür, toplumun uzun süre süregelen deneyimlerinin neticesinde oluşmaktadır.