• Sonuç bulunamadı

Evrendeki maddelerin oluşması için birkaç elementin, değişik miktarlarda ve değişik şartlarda birleşmesi gerektiği gibi; insanların bir araya gelmesinden bir millet meydana gelmesi ve insanların millet olması için de bazı elementlerin gerektiğini ifade eden Yamakoğlu, o elementlerin de kültür unsurları olduğunu belirtmektedir (1999: 103). Bu elementleri – kültür unsurlarını – çoğunlukla millet yapar, çok az bir kısmını ise hazır alır. Önemli olan bu elementlerin bir araya gelmesidir. Eğer bu elementler bir araya gelmezse milletin de meydana gelemeyeceğini belirten Yamakoğlu, milleti teşekkül eden bu elementleri şöyle sıralamaktadır (104): İnsanlar + Din + Dil + Yazı + Tarih + Örf ve Adet – Hukuk + Güzel Sanat ve Eserler + Giyim + Yemek = Millet ortaya çıkar. Bu elementlerin hepsine birden “kültür değerleri” veya “millî kültür ürünleri” denilmektedir. Millî birliğin yaşatılması için, millet tarafından yaratılan bu kültür unsurlarının korunması gerekmektedir. Türk milletinin varlığının devamını sağlamak için korunması, sahip çıkılması gereken kültür değerlerimizi ise Yamakoğlu şöyle toparlamaktadır (105): Türk Dili, Yazıları, Dini, Türk Tarihi, Türk Örf ve Adetleri ile Hukuku, Oyunlar, Musikisi, Güzel Sanatı, Kıyafetleri ve Yemekleri. Üzüntüde ve sevinçte insanları ortak yapan bu değerlerdir. Bu değer hükümleri çerçevesinde; devlet, vatan, vatandaş, dindaş, insan, aile, toplum ve insanlık anlayışımız şekillenmiştir.

“Kültür, bin bir unsurdan mürekkep olmakla beraber bir bütündür. Bir Anadolu evinde sofraya konan bulgur aşının macerasını inceleyiniz, bir kültür zinciriyle karşılaşırsınız.” diye belirten Kaplan, kültürü meydana getiren şeylerin güzel, iyi, faydalı, besleyici, koruyucu, ısıtıcı, neşe verici veya yüceltici olduğu için korunup saklandığını; bunların birikmesi ve nesilden nesile aktarılması sayesinde de milletlerin ve insanlığın en değerli hazinelerinin oluştuğunu ve bu sayede de milletlerin yarattıkları ve sahip oldukları bu maddî ve manevî kültür unsurlarının kalite ve kantitesine göre değer kazandıklarını vurgulamaktadır (1976: 56).

Kültür, insan hayatının maddî ve manevî her türlü faaliyet şeklini ve bunların vasıta ve neticesi olan eserlerin bütününü içine aldığından, kültür unsurlarının sayılmakla bitirilemeyeceğine; ayrıca hayat, iç içe giren kompleks bir bütün olduğundan bu unsurları birbirinden ayırarak sınıflara ayırmanın da güç olacağına

değinen Kaplan, bunlara rağmen aralarındaki bağlantıların unutulmaması şartı ile kültürü a) maddî kültür b) manevî kültür unsurları olmak üzere iki kısma ayırmaktadır (1976: 56). Yiyecek, içecek, giyecek, barınacak gibi daha ziyade insanoğlunun maddî ihtiyaçlarına cevap veren ve maddî bir varlığın işlenilmesine dayanan unsurları maddî kültür; din, sanat, örf, dil, inanç, kanun, ilim, felsefe gibi daha ziyade insanın manevîyatı, ruh ve düşünce hayatıyla ilgili olan kültür faaliyetlerini ve mahsullerini ise manevî kültür başlıkları altında toplamaktadır. Ayrıca Kaplan, kültürü anlamak ve değerlendirmek için en doğru yolun, maddî ve manevî sahaya giren unsurların insan hayatıyla olan münasebetlerini araştırmak olarak belirtmektedir (1976: 57).

Turan’da çok yönlü bir olgu ya da değişik kaynaklardan çıkan bir bütün olan kültürün hangi öğelerden oluştuğu konusunda ileri sürülen görüşlerde tam bir uyum bulunmamakla birlikte kültür olayını belirli kurallara, yasalara dayandırma olanağı bulunmadığından da bu görüş ayrılıklarının bir bakıma doğal karşılanması gerektiğini belirtmektedir (2005: 54). Kültürü oluşturan öğeleri inceleyenlerin şimdiye kadar yaptıkları sınıflamaları Turan “3” kümede toplamıştır (2005: 55):

1) Kültürü “2” büyük kısma, dolayısıyla “2” öğe grubuna ayıranlar:

Turan, bunların kısımlara verdikleri adlar birbirini tutmadığından bunları da kendi içinde “3”e ayırmaktadır:

a) Maddî kültür, manevî kültür adlarını verenler ki genelde toplum bilimcilerden kaynaklanan bu ayrım yanlıları ülkemizde pek çoktur.

b) Kültürü sanatlar / teknikler ve adetler diye ikiye ayıranlar.

c) Kültürü oluşturan öğeleri tarih olan ve tarihi olan diye sınıflayanlar.

Turan, böyle bir ayrımın Kültür Bakanlığınca yayımlanan Sadık Tural’ın kitabında göze çarptığına da değinmektedir. Tural, “Tarihi olan unsur (öğe)” deyimiyle, günümüzde yerini yitirmiş maddî ve manevî öğeleri belirtmek istediğini söylemektedir. Tural etkinliklerini sürdürdüklerini kabul ettiği öğeleri ise “tarihi” saydığını belirtmektedir (Aktaran: Turan, 2005: 55).

2) Üçlü ayrım yapanlar:

Kültürü insanların bedensel, toplumsal ve ruhsal gereksinimlerini karşılayan araçlar bütünü olarak niteleyenler ise kültür öğelerini ilgili oldukları alanlara ya da derecelerine göre “3”e ayırmaktadırlar:

a) Çok önemli olan, kültürün özünü oluşturan öğeler;

b) Öz olmadıkları, yan çevrede bulundukları halde kimi kez birey ya da toplum için önemli olan öğeler;

c) Etkileri pek duyulmayan, önemsiz olan öğeler.

3) Kültürü çok daha fazla öğelerden oluşan bir bütün olarak görenler:

Gerek ulusal boyutlar içinde, gerekse de evrensel düzeyde ele alındığında, kültür konularına ve sorunlarına karşı duyulan ilgi ve bunun neticesinde artan incelemeler, kültürün çok boyutlu ve karmaşık bir bütün olduğu gerçeğini kanıtlar niteliktedir diyen Turan, bu durumunda onun çok sayıda ve değişik öğelerden oluşmuş bir bileşke olarak kabul edilmesi görüşünü giderek yaygınlaştırdığına değinmektedir. Araştırmacıların bağlı oldukları bilim alanlarına göre ve yeğledikleri kültür tanımına göre değişik öğeler sıraladıklarını belirten Turan, kendi yeğlediği kültür tanımı çerçevesinde kültürü oluşturan öğeleri şöyle sıralamaktadır (2005: 56): Dil, yazı, din, bilim, giyim – kuşam, sanat, yerleşme. Turan ayrıca kendisinin bu kültür öğelerini kültür olgusunu belirleyen, yönlendiren ve değiştiren değerler olarak incelediğini de belirtmektedir.

“Kültür, soyut ve kavramsal bir model olarak, hangi somut değişkenlerden, kurumlardan ve ilişkilerden oluşmuştur?” sorusunun sık sık ortaya atıldığına değinen Güvenç, soruya kesin bir cevap verilmemekle birlikte, çeşitli okullara üye bulunan sosyal / kültürel antropologların üzerinde anlaştıkları bir “değişkenler listesi”nin olduğunu belirtir. Bu listede bulunan değişkenler ise şöyledir: Tarihi kaynaklar ve töreler, Aile ve akrabalık, Sağlık ve hastalık, Bilim, sanat ve eğitim, Yerleşmeler, Üretim – tüketim, Din, devlet ve yönetim, İnsan (nüfus), Dil ve kişilik – sistemi, Doğal çevre (1994: 114).

Bu çalışmada ise kültürün çok boyutlu ve karmaşık bir bütün olduğu gerçeğinden hareketle kültür öğeleri aşağıda verilen 11 başlık altında ele alınacaktır:

1. Dil 2. Yazı 3. Edebiyat 4. Din 5. Tarih

7. Aile ve Akrabalık İlişkileri 8. Bilim 9. Sanat 1. Resim 2. Heykel 3. Müzik 4. Mimarlık 5. Süsleme Sanatları

6. Sahne Sanatları ve Seyirlik Oyunlar 10. Giyinme

11. Beslenme

1. 2. 1. DİL

Bir milletin kültürel değerlerinin başında dil gelir. Bundan dolayı dile çok büyük bir önem vermek gerekir. Aynı dili konuşan insanlar “millet” denilen sosyal varlığın temelini teşkil ederler. Dil, duygu ve düşünceyi insana aktaran bir vasıta olduğu için, insan topluluklarını bir yığın veya kitle olmaktan kurtararak, aralarında duygu ve düşünce birliği olan bir cemiyet, yani “millet” haline getirir. Dil, ferde cemiyetin bağışladığı en büyük miras ve donatımdır diyen Kaplan, cemiyetin asırlar boyunca biriktirdiği hayat tecrübesinin ve kültürün dil vasıtasıyla çocuklara aktarıldığına değinir (2006: 39).

Ziya Gökalp’in de dili kültürün temel unsuru saydığını belirten Kaplan, onun bu görüşünde haklı olduğunu söyler ve dilin, duygu ve düşüncenin adeta kabı olduğunu belirterek, bir milletin bütün duygu ve düşünce hazinesinin, dil kabına veya kalıbına döküldüğünü ve bu sayede de nesilden nesile aktarıldığını söyler (2006: 151). Kaplan’a göre dil kültürün temeli olduğu için, bir milletin dil ile ifade ettiği sözlü, yazılı her şey kültür kavramına girmektedir. Dolayısıyla dil deyince, konuşulan ve yazılan bütün kelime ve cümleleri anlamak lazımdır. Her millet dilini ve kültürünü yüzyıllar boyunca yoğurmaktadır. Tıpkı, akan bir nehrin içinden geçtiği her topraktan bazı unsurları alması gibi, her millette karşılaştığı medeniyetlerden kelime ve deyimleri almaktadır. Bu bakımdan her milletin dilinde karşılaştığı medeniyetlerden aldığı kelimeler ve deyimler bulunmaktadır. Bu nedenle her milletin

dili, o milletin çağlar boyunca yaşadığı tarihin adeta özetidir. Dil, kendisine bu gözle bakıldığında bir mana kazanır. Bu nedenle de dile, bir milletin medeniyet tarihinin aynası olarak bakılmalıdır.

Kaplan kültür eserlerini, dilin belli bir yer ve anda donmuş şekilleri olarak tanımlamaktadır. Bu bakımdan da onların abidelerden hiçbir farkı yoktur. Kaplan kütüphaneleri ise, dil abidelerini toplayan müzeler olarak tanımlamaktadır. Kaplan’a göre dil, bir kap olduğuna göre, onlara “duygu, düşünce, hayal müzeleri” demek gerekir (2006: 153).

Kültürü, “Bir toplumda geçerli olan gelenek halinde devam eden her türlü dil, duygu, düşünce, inanç, sanat ve yaşayış öğelerinin tümü” diye tanımlayan Turan ise tanımda yer aldığı gibi dili, kültürü oluşturan ana öğelerden biri olarak kabul etmektedir (2005: 57). Turan, dili tanımlamak için D. Akson’un tanımını kullanmıştır. Tanıma göre: “Dil, düşünce, duygu ve isteklerin, bir toplumda ses ve anlam yönünden ortak olan öğeler ve kurallardan yararlanılarak başkalarına aktarılmasını sağlayan, çok yönlü, çok gelişmiş bir dizgedir.” Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere dil, birçok yönden büyük bir önem taşımaktadır. Her şeyden önce dil, iletişim aracıdır. Birey, duygu, düşünce ve isteklerini dil ile karşısındakine iletir. Toplumda elde edilen bütün bilgi, bulgu ve deneyler de ancak dil vasıtasıyla başkalarına aktarabilir. Bu yönüyle dil, her türlü düşüncenin taşıyıcısı durumundadır. Kültür de yeniden öğrenilip aktarılması gereken tarihsel ve toplumsal bir kalıt olduğuna göre, onu oluşturan öğelerin öğrenilmesinde ve yeni kuşaklara aktarılmasında da dile büyük gereksinim vardır. Bunun için yaşanılan hayatta kültürün içeriğini ve niteliklerini kavrayabilmek için, onun dil yönünden dayandığı anlamlar sistemini bilmek gerekir. Bu nedenle de dil, kültürü oluşturan bir öğe olmanın yanı sıra onu elde etmek için kullanılan bir araç niteliği de taşımaktadır. Ayrıca dil, bir ulusu oluşturan ve ulusallığı sağlayan ana etkenlerden biri olarak da toplumda önemli bir yer tutar. Çünkü ulus denen toplumu oluşturan ana etken, ırk ya da din birliği değil, dili de içeren kültür birliğidir (Turan, 2005: 57).

Ünlü Alman düşünürü ve devlet adamı Wilhelm Humbolt, bir ulusun dilinin incelenmesiyle onun kültürünün ve dünya görüşünün aydınlatılabileceğini öne sürmüştür (Aktaran: Turan, 2005: 57). K. Vossler ise dili “kültürün aynası” olarak nitelemektedir (Aktaran: Turan, 2005: 57). Gerçekten de uluslar kendi toplumsal

gereksinimlerine göre sözcük üretmektedirler. Yukarıdaki örnekleri veren Turan, incelendiğinde ulusal dillerin toplumca önemsenen alanlara dayalı bir gelişme ve zenginleşme gösterdiğine değinmektedir. Örneğin Türkçe’de akrabalığa, tarıma ve hayvancılığa ilişkin sözcüklerin ve deyimlerin çokluğunu, Türk yaşamının ve kültürel gereksiniminin doğal bir sonucu olarak göstermektedir (58).

Güvenç’e göre ise, tarihî ya da kültürel mozaiği bir arada tutan, millî kimliği yaratan, iletişimi sürdüren Türk dilidir. Herkes okuyup yazmasa bile, büyük çoğunluk Türkçe konuşup anlaşmaktadır. Ona göre ağız ve lehçe farkları anlamlı değildir. Raux’nun gözlemlediği gibi, “Türk, Türk diliyle konuşandır.” Türkçemiz, ulusal kimliğimizin en temel öğesi, kültürel simgesidir. Tarihî varlığını diliyle koruyan Türk, bugünkü diliyle yaşamakta, geleceğini yine diliyle tasarlamaktadır (Güvenç, 1995: 100).

Yukarıda verilenler ışığında kültürel ve tarihî mirasın, ancak dil vasıtasıyla, gelecek kuşaklara aktarıldığını görmekteyiz. Kültürel muhtevanın aktarılmasını, bu sayede de yaşatılmasını sağlayan dil, yani Türkçemiz, bu yönü ile Türk kültürünün temelini teşkil etmektedir. Dolayısıyla dil, kültürü oluşturan ana öğelerden birisidir.

1. 2. 2. YAZI

Turan yazıyı “Ağızdan çıkan seslerin, dolayısıyla dili oluşturan sözcüklerin gözle görülebilen ya da elle dokunulabilen işaretler, simgeler halinde biçimlendirilmesi.” şeklinde tanımlamaktadır (2005: 85). Sözcüklerin, uzakta bulunan kişilere ulaştırılmasını ya da ondan sonra gelecek kuşaklara aktarılmasını ancak onların biçimlendirilmeleri ile mümkün olabileceğine değinen Turan, bu yüzden de duyguların, düşüncelerin ve olayların saptanıp aktarılmasını ve gerektiğinde yeniden öğrenilmesini sağlayan yazının, insanoğlunun en büyük buluşlarından biri olarak kabul edildiğini belirtmektedir (85). Yazı, aynı zamanda tarih denen sürecin de başlangıcı kabul edilmektedir. Bu özellikleri ile toplumda anlaşmayı ve bilgi birikimini sürekli kılan yazı, kültürel etkinliği ve de bütünleşmeyi sağlayan bir öğe niteliği taşımaktadır.

Yamakoğlu ise yazıyı kültürün yayılmasında ve dünyayı dolaşmasında büyük yeri olan bir medeniyet ürünü ve de aracı olarak görür ve de dil gibi harika bir eseri vücuda getiren, yüksek düşünce ve anlaşma seviyesine sahip insanların, gelecek

nesillere düşüncelerini yalnız sözle intikal ile yetinemeyeceğine değinerek; onların bazı çizgi ve işaretlerle sert cisimlere işaretleyerek – yazarak – binlerce yıl sonrakilere bırakacaklarına gereksinim duyacaklarını belirtir. Dolayısıyla da bu gereksinimlerinin insanları yazıyı bulmaya iteceğini ve böylece de bunu düşünen milletlerin, yazıyı icat ettiğini belirtir (1999: 111). Yazı sayesinde milletler arası ve kıtalar arası etkileşim çok daha iyi ve tesirli olmuştur. Ayrıca insanların yazıyı icat etmesi, fikirlerini, dinlerini ve kültürlerini daha çok insana okutmalarına ve öğretmelerine vesile olmuştur.