• Sonuç bulunamadı

TÜRKLERİN İSLAMİYET’TEN ÖNCEKİ İNANÇ SİSTEMLERİNE KÜLT MERKEZLİ BİR YAKLAŞIM

1.1.2. Türk Kültüründe Yatır

Yatır ve türbe kavramları birbirine benzemekle birlikte bu iki kelimeyi birbirinden ayıran belli başlı özellikler mevcuttur. Bunların başında metfunların kimlikleri gelmektedir. Türbede bulunan metfunun kimliği belli iken yatırdaki metfunun kimliği belli değildir. Diğer bir farkları ise; yatırın üzerinde herhangi bir yapı bulunmazken, türbede bir yapının mevcut olmasıdır. Benzerliklerine değinecek olursak her iki mezarın da manevi özellikler açısından paralellik gösterdiği görülür.

Yatır kavramı sözlüklerde hemen hemen aynı şekilde tanımlanmıştır. Türkçe sözlükte, “Belli bir yerde yattığına inanılan mezarı belli ölü, evliya” (Türkçe Sözlük, 2005: 2146) Meydan Larousse’de ise; “Öldükten sonra da mucizeler, kerametler gösterdiğine, insanlara yardım ettiğine inanılan ermiş; evliya” (Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, 1986:

42

12455) olarak tanımlanmıştır. Kısaca yatır; tabiatüstü gücü olduğuna ve insanlara yardım ettiğine inanılan saygın ölülerin mezarlarıdır (Günay-Güngör, vd., 2001: 76) diye ifade edilebilir.

Yatırlardaki manevi özelliklerin türbelerle benzerlik arz ettiğini daha önce belirtmiştik. Sıkıntıya, dara düşen insanoğlu çeşitli isteklerde ve dileklerde bulunmak için bu tarz mekânları ziyaret etmiş, buralara adaklar adamış, kurbanlar kesmiştir. Bu uygulamalar bir nevi alışveriş olarak düşünülebilir. Gerçek manada insanlar yatırlardan bir şey istememekte, kendini günahkâr olarak gördüğü için türbe veya yatırda yatan zat aracılığıyla Rabbinden istekte bulunmaktadır. Türbeler dinin bir parçası olurken yatırlar ise sosyal hayatın yani toplumun bir parçası olmuştur.

Hem çalışma sahamızda hem de Anadolu’nun hemen her bölgesinde yatırlarla ilgili bazı kült inançlar vardır. Yatırdaki zat darda kalmışlara görünür ve onlara yardım eder. Yatır mezarına geceleri nur iner ancak temiz kalpli insanlar bunu görebilir. Rahatsız edilen yatır, insanlara kendilerini rahatsız ettiklerini belirtir ve bunu bir daha yapmamaları gerektiğini söyler (Somuncu Baba türbesinde buna benzer bir durum mevcuttur). Yatır, yakınlarında bulunan ağaç ve benzeri nesneleri sahiplenerek insanların zarar vermesinden korur. Zarar verenleri cezalandırdığına inanılır (Çobanoğlu, 2003: 165-166).

1.2. Türbe ve yatırlarla İlgili Temel Kavramlar 1.2.1. Adak (Nezir)

Adak kelimesi adamak fiilinden türetilmiştir ve adanılan şey anlamına gelmektedir

(Türkçe Sözlük, 2010: 120). Herhangi bir dileğin gerçekleşmesi için vaatte bulunulan şey olarak da düşünülebilir. Türbe ziyaretleri sırasında ziyaretçi tarafından istekte bulunulur. Dileğin gerçekleşmesi sonrasında adak, adandığı şekliyle ilgilisine sunulur. Dileklerde herhangi bir kıstas yoktur. Şifa bulmak, iş istemek, evlenmek, çocuk sahibi olmak gibi türlü türlü isteklerde bulunulabilir. Halk “yüzü suyu hürmetine, sevdiğin bu kul hürmetine” gibi cümleler kurarak dileğini Rab’binden ister. Dolayısıyla burada önemli olan nokta; dileğin türbeden değil, Allah’tan istenmesidir. Türbede bulunan zat aracı görevi görmektedir.

Adak ve adak adama, ilkel topluluklardan itibaren görülür. Bununla birlikte insan, hayvan, değerli eşyalar, değerli madenler pek çok nesne adak olarak sunulmuştur. Örneğin; Yağmur dileğinde bulunan Şamanist Türklerde adak aşı pişirmek bir adak geleneğidir (Hançerlioğlu, 2000: 9).

İslamiyet’te de adak kavramı bulunmaktadır. Bu kelime Arapçada nezr olarak adlandırılır (Devellioğlu, 2004: 832). İslamiyet’teki adak kavramı oruç tutmak, kurban

43

kesmek gibi ibadetlerle de görülmektedir. Kur’an-ı Kerim’de adak konusunda farklı ayetler vardır. Hac Suresi 29. ayette “adaklarını yerine getirsinler”, denilmektedir. Ayrıca büyüklerimiz vasıtasıyla anlatılan İslami bir hikâyede Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etmesi de adak kavramına örnek gösterilebilir.

İslami gelenekte adak denilince kan akıtmanın dışında çeşitli adak usulleri de vardır. Örneğin; İbrani ve Arap geleneklerinde hacca yaya olarak gitmek veya saçlarını kestirmemek de adak olarak karşımıza çıkmaktadır (Hançerlioğlu, 2000: 20).

Alevi-Bektaşi geleneklerinde adak, bağlı bulunan tekkeye gelenekler gereğince ortaklaşa yararlanım için yapılan bağış demektir. Burada adakla ilgili olarak adak akçesi, adak kurbanı, adak lokması, adak muhabbeti, adak orucu gibi birtakım deyim ve terimler karşımıza çıkmaktadır (Korkmaz, 2003: 15).

1.2.2. Kerâmet

Sözlükte “iyi, ahlâklı ve cömert olmak” anlamına gelen kerâmet, kerem gibi mastar olup “iyilik, cömertlik” mânâsında isim şeklinde de kullanılır. Terim olarak “Allah’ın sâlih, takva sahibi, veli kullarından zuhur eden olağanüstü hâl” diye tanımlanır. “Bir yetkiye dayanarak iş yapmak” anlamındaki tasarruf kelimesi de tasavvufta kerametle eş anlamda kullanılmıştır. Keramet, tıpkı mucize gibi tabiat kanunlarıyla açıklanamayan olağanüstü ve sıra dışı bir olay olup mahiyeti itibariyle mucizeden farklı değildir; aralarındaki fark meydana geliş şekliyle ilgilidir. Mucize peygamberlerden, keramet tam olarak ona bağlı olan velilerden zuhur eder. Ancak peygamber peygamberliğini iddia eder ve bunu ispat için mucize gösterir. Gösterdiği mucize ile inanmayanlara meydan okur. Peygamberi örnek alan veli ise velilik iddiasında bulunmadığı gibi kimseye meydan da okumaz. Birinde mucizenin izharı, diğerinde kerametin zuhuru söz konusudur (Uludağ, 2002: 265).

Keramet, İslami literatüre Hz. Muhammet’ten sonra girmiş Arapça bir isimdir. Her ne kadar Hz. Peygamber döneminde de bazı sahabelerin keramet olarak nitelendirilebilecek hadiseleri ortaya çıkmış olsa da genel anlamda keramet olgusu İslam kültürü içerisinde Hz. Peygamberden sonra yaygınlaşmıştır. Kerametleri nakleden küçük hikâyeler menkıbe yahut

menâkıb terimleri tahminen IX. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Keramet

kelimesinin çoğulu olan kerâmat, menâkıb veya menkıbe yerine de kullanılmıştır. Bu yönü ile menkıbelerin esasını kerametler oluşturmaktadır (Ocak, 2010: 27).

Keramet, Hakk’ın velisine ikramıdır ve iki çeşittir. Birincisi ilimde, irfanda, ahlakta, ibadette, edepte, insanlıkta ve adamlıkta gösterilen üstün meziyetler, faziletler olan manevi ve hakiki keramettir. İkincisi ise kevni ve suri kerametlerdir (Uludağ,

44

2002:209). Kevni ve suri kerametleri; mesafeyi kısa zamanda alma, az yiyecekle çok kişiyi doyurma, suda yürüyebilme, ateşte yanmama, vahşi hayvanlarla savaşma, aynı anda birkaç yerde görünme, cansız nesneleri hareket ettirme, mevsimi dışında meyveleri getirme, kuru ağaçtan meyve alma, kemiklerden diriltme, hastaları iyileştirme vb. olarak daha nicelerini sayabiliriz. Kevni ve suri keramet çeşitlerine saha araştırmamızı yaptığımız Bolu ve Düzce yörelerinde hemen hemen her türbede rastlamaktayız. Bu kerametler kimi zaman velinin sağlığında ortaya çıkmakta kimi zaman da velinin ölümünden sonra görülmektedir. Netice itibarıyla ortaya çıkan keramet algısı veliden ayrı düşünülemez. Yani bu iki kavram birbirini tamamlayan unsurlardır. Biri olmadan diğeri olmaz, diğeri olmadan biri olmaz.

1.2.3. Makam

Makam, tasavvufî terim olarak “Ahlak ilkeleriyle sülukun mertebelerini, velilerin

kabirlerini veya sembolik türbelerini ifade etmektedir” (Uludağ, 2002, 409). Arapçadan

dilimize geçen bu kelime sözlük anlamı itibarıyla kıyam edilen durulacak yer, durak,

memurluk yeri, ermişlerden birinin mezarı sanılan yer (Devellioğlu, 2004: 573) olarak

bilinmektedir.

Makamlar, başka bir yerde ölen kimsenin memleketinde veya hatırasını taşıyan bir yerde anılmasını ve ona Fatiha bağışlanmasını sağlamak için oluşturulmuş mezarlardır (Gölpınarlı, 1977: 222). Özkul Çobanoğlu, makamların yanında “türbe ikizleşmesi” tabirini de kullanmaktadır (Çobanoğlu, 1998: 9). Bu ifadeyi biraz açacak olursak; makamda mezar yoktur. Makam velinin, velilik sembolüdür. Bu nedenle Çobanoğlu makamı türbenin ikizi olarak savunmuştur. Zira türbe de velilik alametidir.

Türklerde ziyaret geleneği içinde insanlar bu makamlarda adı geçen zatların kabirlerini veya türbelerini onların kutsiyeti hürmetine Fatiha bağışlamak, dua etmek veya dilekte bulunmak için ziyaret etmektedirler. Sahabe isimleri, tanınmış büyük mutasavvıflar, din uluları gibi zatlar adına makamlar oluşturulmuştur. Bunlara Yunus Emre, Veysel Karani, Karaca Ahmet, Beyazıd-ı Bestami, Cüneyd-i Bagdadî, Ebu’d- Derda, vb. isimleri örnek verebiliriz (Kartal, 2017: 28).

1.2.4. Menkıbe

Din büyüklerinin veya tarihe geçmiş ünlü şahsiyetlerin yaşamları etrafında oluşan büyülü, görkemli ve olağanüstü hikâyeler (Türkçe Sözlük, 2010: 487; Parlatır, 2006:

1056) olarak tanımlanan efsanevi anlatılardır. Arapça nekabe; isabet etmek, bir şeyden

45

menakıptır. Övünülecek güzel iş, hareket ve davranış anlamlarına gelmektedir (Ocak, 2010: 27). Velinin hayatı, faaliyetleri, kerametleri ve menkıbeleri hakkında bilgi veren eserlere de velâyetname denilir (Uludağ, 2002: 372).

Menkabe kavramı tasavvuf hareketi ile birlikte ortaya çıkıp yaygınlaşmıştır. Menkabe kelimesi Türkçeye galat olarak menkıbe şeklinde geçmiştir. Kelimenin aslı menkabedir. Menkabe yahut menâkıb, sûfilerin ortaya çıkardığı olağanüstü olayları, kerametleri anlatan küçük hikâyeler anlamında kullanılmaktadır (Ocak, 2010: 27). Evliyaların hayatı etrafında şekillenen hadiseleri, velinin hayatını konu alan menâkıbnameler, toplumda velilere bakış açısını, onlardan beklentileri okuyabileceğimiz en şumüllü kaynaklardandır.

Menkabe kelimesi, çeşitli eserlerde farklı anlamlarda kullanılmıştır. Kelime çoğul şekliyle ilk defa IX. yüzyıldan itibaren kaleme alınan hadis külliyatlarında, Hz. Muhammed’in ashabının faziletlerine dair kullanılmıştır. Bazı zümrelerin övgüye değer işleri için de bu kelime tercih edilmiştir. Aynı manada olarak, mühim tarihî şahsiyetlerin hâl tercümelerine dair müstakil eserlere de böyle isimler verildiği gibi, bir zümrenin veya bir kabilenin övülecek işlerinden bahsedilen eserlerin adlarında da bu kelime kullanılmıştır (Ateş, 1988: 701-702).

Menkabe kelimesi; Ziya Gökalp (Gökalp, 1995: 101-102) ve Fuat Köprülü (Köprülü, 2004: 279-280) tarafından “destan (epope)” karşılığı olarak kullanılmıştır.

Menkabe kavramı, tasavvuf cereyanı ile ortaya çıkıp yayılan bir kavramdır. Tasavvuf tarihinde “menkabe” veya “menâkıb” kelimesi tahminen, IX. yüzyıldan itibaren “Allah’ın dostluğunu kazanmış veli denilen büyük şahsiyetlerin izhar ettikleri

kerâmetleri anlatan küçük hikâyeler” mânâsında kullanılmıştır. Bu sebeple kelimenin

yerine zaman zaman “kerâmet”in çoğulu olan “kerâmât”ın geçtiği görülmektedir (Ocak, 1983: 27). Daha genel anlamıyla menkabe; gerçek olayın, inanç ve gerçek dışı öğelerle örüldüğü kısa anlatı türüdür (Güngör: 2007: 769).

Çalışmamızın konusunu teşkil eden bu ifadeler; yukarıda belirtilen son anlama göre oluşmuştur. Dolayısıyla efsanelerin bir alt türü olan menkabelerde, bir din büyüğünün şahsiyeti etrafında toplanmış olağanüstü unsurlar, halkın muhayyilesindeki inanç ile zenginleşmiş ve folklorik unsurlar da eklenerek efsanevî bir hüviyet kazanmıştır.

46 1.2.5. Tarikat

Tarikatlar, araştırmacılar tarafından dört ana döneme ayırılmıştır: “a) Hz.

Muhammed ve Asr-ı Saadet Dönemi b) Tâbiûn Dönemi c) Tâbey-Tâbiûn Dönemi d) İlk Sûfiler Dönemi” (Güzel, 2015: 238).

İslam yayıldıkça tasavvuf düşünce sisteminde farklı okullar diyebileceğimiz topluluklar ortaya çıkmış, takip edilen yollar artık farklılaşmaya başlamıştır (Kartal, 2017: 30). “Tarikat” kelimesi sözlükte şöyle tanımlanmaktadır: “Aynı dinin içinde

birtakım yorum ve uygulama farklılığına dayanan, bazı ilkelerde birbirinden ayrılan Tanrı’ya ulaşma ve onu tanıma yollarından her biri.” (Türkçe Sözlük, 2010: 1908).

Ehl-i tasavvuf arasında tarikatların sayısı on iki olarak söylense de bu sayı şubeleri ile birlikte zikredilen rakamdan çok fazladır (Gölpınarlı, 1977: 326). Önde gelen tarikatların isimleri şunlardır: Kadirilik, Sühreverdilik, Çazeliyye, Kübreviyye, Çiştiyye, Mevlevîyye, Nakşibendiye, Bayramî, Bedevî, Bektaşî, Celvetî, Halvetî, vs. (Öztürk, 2013: 64; Gölpınarlı, 1977: 326).

1.2.6. Tasavvuf

Allah ile kul arasında ihsan olayının gerçekleşmesi yahut kulun Allah’tan ihsan vasfını kazanmasının yollarını gösteren bir ilim (Kaya, 2014: 749). Tasavvufun birden çok tarifi bulunmaktadır. Her tasavvuf ehli insanın kendince tanımı bulunmaktadır. Bu tanımlardan bazıları şunlardır:

Tasavvufî sözlükler, “Ruhen kendisini Allah sevgisine bağlama, adama (Parlatır, 2006: 1637), Tanrı’nın niteliğini ve evrenin oluşumunu varlık birliği anlayışı ile

açıklayan dinî ve felsefî bir akım, Kur’an’da önerilen ve Peygamberin hayatında uygulamaları görülen hayat tarzını yaşama gayreti, İslam gizemciliği.” (Türkçe Sözlük,

2009: 1911) olarak açıklamaktadır.

Mutasavvıfların tanımları üç ana noktada birleştirilmektedir:

1. İlahî emir ve yasaklara teslimiyet,

2. Allah ve Resulünün ahlakıyla süslenmek,

3. Allah’tan başka her şeyden kalben uzaklaşma (Eraydın, 1984: 18).

Tüm bu tanımlar ışığında tasavvufun amacı; Hz. Muhammed’in güzel ahlakıyla ahlaklanmak, onun gittiği ve gösterdiği yoldan yürüyüp insan-ı kâmil olmaktır. Asıl amaç ise vahdet-i vücut düşüncesi çerçevesinde fenafillâha ulaşmaktır (Kaya, 2014: 750).

Yüzyıllar boyunca büyük coğrafyalarda, birbirinden farklı din algılayışları olan toplumlar arasında çok derin tarihî, siyasi ve kültürel etkiler bırakmış; karmaşık, mistik

47

ve sosyolojik bir fenomen olan tasavvufu tek bir kaynağa indirgenerek açıklanması mümkün değildir. Tasavvuf bir İslam mistisizmidir. İslamiyet’te tasavvufun ne zaman ve nasıl başladığı tam olarak bilinmemektedir (Artun, 2017: 50).

Tasavvufun kaynakları konusunda çeşitli düşünceler öne çıkmıştır. Bu konudaki en genel kanı, tasavvufun kaynağında Hint, İran, Yunan, Musevilik ve Hristiyanlığın dinî ve mistik kavrayışlarının çeşitli ölçülerde etkileri bulunmakla birlikte, tasavvuf düşüncesini şekillendiren, kimlik kazandıran ve yönünü belirleyen asıl inancın İslam dini olduğudur (Artun, 2017: 51).

1.2.7. Şeyh (Mürşit)

Arapça kökenli bir kelime olan şeyh sözcüğü; irşad eden, doğru yolu gösteren kimse anlamına gelmektedir. Sözlükte, “Tasavvuftaki mutlak mürşid Hz. Muhammed’dir

ve onun hakikatine vâris olan zamanın sahibidir. İmamiyye mezhebinden olan tasavvuf ehline göre on ikinci imam Hz. Mehdî’dir. Ehl-i sünnete uyanlara göre ise o zamanın kutbudur. Mürşid sayılan şeyhlerin irşatları niyabet yoluyladır. Melamet ehliyse irşadın ancak zamanın sahibine ait olduğu ‘Kalbe Bakıcı’ denen kişilerin onun emri ve izniyle irşad edebilecekleri inancındadır.” (Gölpınarlı, 1977: 242).

Şeyh bir tekkenin lideri durumunda olan kişidir. Müridi yetiştirir, tarikatın inanç

ve felsefesini öğretir. Şeyh şeriat ahkâmını bilen, ahlakıyla örnek olan kâmil kişidir. Şeyhler yaptıkları işe göre; Sohbet Şeyhi, Talim Şeyhi, Tarikat Şeyhi, Terbiye Şeyhi, İrşad Şeyhi, Teslik Şeyhi gibi farklı adlarla adlandırılır (Kaya, 2014: 739).

Şeyh kelimesi Müslüman Türkler arasında pîr olarak da geçmektedir. Müslüman

Türklerin ilk pîri Hoca Ahmet Yesevî olarak kabul edilmektedir. Onun Anadolu’ya gönderdiği müritlerine de Horasan Erenleri adı verilmektedir. Halk tasavvufunda türbe yatır ilişkileri de bu bağlamda açıklanabilir.

1.2.8. Türbe

Velilerin yattığı kutlu mezarlara türbe denir. Türbe Arapça toprak anlamındaki türab kelimesinden gelir. Türbe kelimesi halk dilinde sadece veli zatların mezarları için değil, aynı zamanda abidevi kişilerin (padişah, komutan vs.) mezarları için de kullanılır. Ancak kelime veli zatların mezarları ile özdeşleşmiştir. Yatır kelimesi de veli zatların mezarlarına atfen, türbe kelimesi yerine kullanılır (Köse-Ayten, 2010: 14).

Kutsal yerlerin çevresinde birçok efsanevi hikâyeler anlatılmaktadır. Anlatılan bu hikâyeler sayesinde kutsal olduğuna inanılan mekân daha da özel anlamlar kazanır. Bu durum türbeleri sıradan mezarlardan çıkarıp manevi mekânlar hâline getirmektedir.

48

Mezardaki metfunun gerek hayatta gerekse ölümünden sonra kerametler gösterdiğine inanılmaktadır.

Türbelerin en temel özelliği, buraların insanı kutsalla ilişkilendiren, onlara manevi duygular yaşatan, çeşitli problemlere çare bulan, şifa veren yerler olduğuna inanılmasıdır. Popüler dinî anlayışa göre türbelerde yatan velilerin yardımlarına mazhar olabilmek için çeşitli ritüeller yapılması lazımdır. Halk dindarlığının en temel yansımalarından biri olan türbe ziyaretleri, tarih boyunca pek çok dinî ve kültürel unsurlardan beslenmiştir (Köse-Ayten, 2010: 14-15).

Anadolu’da yer alan türbeler belirli bir mimari tarza sahiptirler. Selçuklu dönemi türbeleri konik, külahlı, altıgen, sekizgen gibi köşeli yapılarla karşımıza çıkarken; Osmanlı dönemi türbeleri kubbeli bir yapı ile karşımıza çıkmaktadır (Kartal, 2017: 33). Türbelerin cenazelik, mahzen, ibadet ve dua odası, ziyaret odası gibi adlarla anılan bölümleri vardır. İki kısımdan oluşan türbelerde metfunun bulunduğu bir alt kısım, bir de temsilî olarak sandukaların bulunduğu ziyaret odası bulunmaktadır. Bazı türbelerin ziyaret bölümlerinde mihrap da bulunmaktadır. Çalışmamızı yaptığımız bölgelerde bulunan türbeler genellikle düzgün bir işçiliğe sahiptir.

Türk kültüründe türbe yerinde kullanılan diğer bir kavram da barktır. Türk kültüründe yazılı kaynaklarda rastladığımız “bark” kelimesi, Orhun Kitabelerinde saygı duyulan kutlu kişilerin manevi ikametgâhları olarak karşımıza çıkmaktadır. Ev ile beraber kullanımında ev- bark terimi sadece ulu kişilerin yattığı türbeleri değil aynı zamanda evin kutsiyetini ifade etmektedir (Günay vd., 2001: 128). Bark; kurganlardan sonra, Göktürkler döneminde, ahşap, tuğla veya taştan yapılmış anıtsal mezarlardır. Barkların duvarlarının iç yüzeylerinde, hakan ve beylerin yapmış oldukları savaşlar resmedilmiştir (Hasol, 1993: 416). Kurgan, bark ve türbe, geçmişten günümüze Türk kültüründe yöneticilerin, din adamlarının, velilerin yattıkları gösterişli yapılar olarak imar edilmiştir. Kurgan ve barklar Türk kültüründe türbenin yerine kullanılan kavramlardır. Kurgan; Orta Asya’daki ilk anıtsal mezarlardır. Dıştan bakıldığında bir tepe görünümündeki bu mezar yapılarının iç düzeni, toprak altında planlanmış bir mezar odasından oluşmaktadır. Mezar odası içerisinde, bazı kurganların ahşap sandukaya sahip oldukları ve ölünün mumyalanarak gömüldüğü görülmektedir. Bozkır kavimleri arasında Gök Tanrı dinine sahip Türklerin en eski mezar yapısıdır (Tuncer, 1986, 253). İskitler, kurgan kültürünün en önemli temsilcilerindendir. İskitlerde atalar saygıyla yad ediliyordu. Onların hayatında atalarının mezarlarının önemli bir yeri vardı. Bir ölçüde onları yurtlarına bağlayan en önemli unsurlardandı (Kafesoğlu, 2015: 291).

49

İlk Türk İslam Türbesi örnekleri, Karahanlılar dönemine rastlar. Türklerin çadıra benzer, yüksek bölümleri bulunan yüzeyleri kasnaklı ahşap çatılardan teşekkül etmiş yapılar, türbenin ilk örneklerini teşkil eder (Esin, 2006, 141). Emel Esin, Türk üslubu türbelerin gelişimini şu cümleyle özetlemektedir: “Türk çadırıyla başlayan, Türk kurganı ve stupasından geçen Türk navsını da ihtivade eden gelişme, X-XI. yüzyıllarda Türk üslubunda türbeler meydana getirmiştir” (Esin, 2006: 173). Kurganlar, ölen kişi dışında, onun dünyadayken kullandığı eşyaları barındıracak kadar geniştir. Türkler, mezarın üzerine, kişinin katıldığı savaşları resmeden evler inşa etmişlerdir (Roux, 2002: 289).

Her türbe olmasa da pek çok türbe aynı zamanda bir sınanmış yerdir. Türbeleri benzerlerinden veya sıradan mezarlardan ayıran en büyük özellikleri halkın çeşitli problemlerine çözüm, dertlerine şifa aradıkları yerlerden olmalarıdır. Türbeler, insanların geleneksel inançlarından izler taşımaktadır. Türbeler, soyut bir Tanrı inancının somut aracılarla algılanmasına yardımcı olan yerler olarak kabul edilmektedir. Ölüme anlam katan fonksiyonu ile soyutu somutlaştıran mekânlardır (Köse ve Ayten, 2010: 39).

1.2.9. Yatır

Sözlüklerde, “Belli bir yerde yattığına inanılan mezarı belli ölü, evliya” olarak tanımlanmaktadır (Türkçe Sözlük, 2009: 2146). “Öldükten sonra da mucizeler,

kerametler gösterdiğine, insanlara yardım ettiğine inanılan ermiş; onun mezarı, evliya.”

(Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, 1986: 12455). “Sağlıklarında zühd, takvâ,

ibâdet, muhabbetle birlikte vatanı, milleti uğrunda şahâdet mertebesine ulaşan, Tanrı’nın sevgili kulları arasında kabul edilen kimseler olduğu gibi, Tanrı katında yüksek hatıralarının kırılamayacağı inancı ile dilek kapısı olarak değerlendirilen, kült hâline gelmiş velilerdir.” (Köksal, 1987: 227). Bir başka tanımda ise; “Tabiatüstü gücü olduğuna ve insanlara yardım ettiğine inanılan saygın ölülerin mezarlarıdır.”

(Günay-Güngör vd. 2001: 76). Kısaca; yatır; genellikle ziyaret edilen normal mezarlara gömülmüş ölülere denir (Başar, 1972: 27).

Yukarıdaki tanımlarda dikkatimizi çeken nokta mezar olarak adlandırılan yatırlardaki metfunların veli, eren ve ermiş olarak ifade edilmesidir. Yatırları türbeden ayıran nokta, metfunların isimlerinin bilinmemesi ve üzerinde herhangi bir yapının bulunmamasıdır. Ancak uygulama ve inanç bağlamında türbelerle benzer özellikler göstermektedir.

Türbe denildiği zaman yapısal bir değerlendirme ve nüfuzu fazla olan veli akla gelirken, yatır ise; genel manada evliya, ermiş ve kült hâlini almış veliler olarak

50

tanımlanmıştır. Türbe dinin bir parçası olarak algılanırken, yatır ise sosyal ve kültürel hayatın bir parçası olarak kendisine yer bulmuştur (Aday, 2013: 21).

Her isimsiz meçhul mezara yatır denilmez. Meçhul bir mezarın halk muhayyilesinde yatır olabilmesi için metfunun Allah yolunda gaza yapmış olması ölmeden önce ve öldükten sonra da birtakım olağanüstü özellikler göstermiş olması gerekmektedir. Ahmet Yaşar Ocak yatırı külte konu olmuş mezar veya türbe sahibi veliler (Ocak, 2015: 16) olarak açıklamaktadır.

Yatır olarak atfedilen mezarların çevresinde birtakım pratikler görülmektedir. Bu pratikleri; muhtelif zamanlarda çevresinde bulunan ağaca çaput bağlamak, kurban kesmek, adak adamak gibi geleneksel ritüeller olarak gösterebiliriz.

1.2.10. Veli

Velayet, evliya, veli kelimeleri Arapça (v-l-y) kökünden türetilmiştir. Veli kavramı aynı zamanda Allah’ın isimlerinden (El-veliyy) biridir. Allah müminlerin velisi, dostu, onların yardımcısıdır. Evliya, velinin çoğuludur. Hayatını nefis mücadelesi içinde geçiren, Allah dostu, şer’i hükümlere de son derece bağlı olan şeriatı takva boyutunda yaşayan, bütün peygamberleri seven ve Hazreti Muhammed’e canı gönülden bağlı, hoşgörü sahibi, güle su verirken dikeni de ayırmayan; ona katlanan, sabır ehli olan