• Sonuç bulunamadı

Araştırma Sahası Hakkında Genel Bilgiler a) Bolu’nun Tarihçesi ve Coğrafyası a) Bolu’nun Tarihçesi ve Coğrafyası

Bolu yöresine ilk yerleşenlerin Bebrikler olduğu sanılmaktadır. Bebrikya adıyla anıldığı sanılan bu yöreye MÖ 8. yüzyıldan sonra batıdan gelen Bithynialılar yerleşmiştir. Daha sonra Bithynia olarak adlandırılan bu topraklardaki başlıca yerleşme yerleri Kienos (daha sonra Prusias, bugün Konuralp) ile Bithynion (bu günkü Bolu)’dur. İskender’in ölümünü izleyen dönemde Bolu yöresinde bağımsız Bithynia Krallığı kuruldu. Roma döneminde önemi artan Bithynia, Bizans yönetimi altındayken elverişli doğal konumu sayesinde 7 ve 9. yüzyıllardaki Arap akınlarından etkilenmedi. Roma döneminde Bithynium olarak anılan kente İmparator Cladius’un hüküm sürdüğü yıllarda Cladiopolis adı verildi. MS 12. yüzyıl başlarında İmparator Hadrianus’un sevgilisi Antinoos’un doğum yeri olması nedeniyle önem kazanan kent daha sonra Hadrionapolis olarak adlandırılmaya başlandı. Bir piskoposluk merkezi olan ve Bizans döneminde Polis denen kenti, 11. yüzyılda yöreye gelmeye başlayan Türkmenler Bolu olarak adlandırdılar. 11. yüzyıldan sonra Bizanslılar ile Anadolu Selçukluları arasında el değiştiren yöre 13. yüzyılda Anadolu Selçuklularının, daha sonra İlhanlıların eline geçti. Osman Gazi döneminde (1299-1324) Konur Alp tarafından Osmanlı topraklarına katıldı ve sancak merkezi yapıldı. 1324-1692 dönemine Bolu’yu yöneten sancak beyleri arasında Konur Alp, Gündüz Alp, I. Süleyman (Kanuni) ve Zor Mustafa Paşa dikkat çeker. Bu dönemde, bir ara İsfendiyaroğulları’nın istila ettiği Bolu, 1692’de sancak beyleri yerine atanan Voyvodalarca yönetildi. 1811’de II. Mahmud voyvodalığı kaldırınca, Bolu-Viranşehir adıyla yeniden sancak oldu. 1864 Vilayet nizamnamesi ile Bolu Sancağı, Kastamonu Vilayetine bağlandı. II. Meşrutiyet ilan edildiğinde Bolu Kastamonu’ya bağlı olduğundan, ilk Bolu mebusları Kastamonu mebusları arasında yer almıştır. II. Meşrutiyetten (1908) Cumhuriyet dönemine kadar bağımsız sancak olarak yönetilen Bolu, 1923’te vilayet hâline getirildi. Bolu’nun son Mutasarrıfı Ahmet Fahrettin Bey, Bolu’nun ilk valisi oldu ( http://www.bolu.gov.tr/ortak_içerik/bolu/bilgi-islem/documents/genel_bilgiler.pdf).

Bolu coğrafi konumu nedeniyle birçok seyyahın seyahatnamelerine konu olmuştur. Bu seyyahların başında da Evliya Çelebi gelmektedir. Evliya Çelebi, Bolu’dan altı kez geçmiştir. 1640 senesinde İstanbul’dan Trabzon’a giderken, Düzce menzilinden dokuz saatlik yolculuğun ardından Bolu’ya varmıştır. Seyyah, ilk başta Bolu’nun bakımlı ve mamur bir şehir olduğundan bahsetmektedir. Daha sonra burada bir kalenin olduğunu ancak kalenin o dönemde harabe gibi göründüğünü vurgulamaktadır (Konrapa, 1960: 276). Evliya Çelebi

9

Bolu’da otuz dört mahalle ve otuz dört caminin varlığından bahsetmektedir. Ancak bu camilerin çoğunun mescit niteliğinde olduğunu ve Cuma namazı kılınmadığını belirtir. Çarşı içindeki Mustafa Paşa Camii ile Ferhat Paşa Camii’nin bakımlı ve kalabalık olduğunu ifade ederken bu camilerin Süleyman Han’ın mimarbaşı olan Koca Mimar Sinan’ın işidir der. Evliya Çelebi Bolu’da üç bin hanenin bulunduğunu söyler ve bu hanelerin çatısının kiremitle örtülü olanlarının zengin hanelere ait olduğunu belirtir. Bu hane sayısı 17. yüzyıl için Bolu nüfusuna dair bize bilgi verir. Bolu halkından da bahseden seyyah burada çokça Oğuz adamları vardır diyerek bölgedeki Türk unsuruna vurgu yapmıştır. “Bolu’nun suyunun ve havasının tatlı olmasından dolayı güzel kadın ve erkekleri çoktur” der. “Kadınları tamamen muhayyer ferace giyip yassı-baş ile gezerler. Ama gayet edepli ve kapalı hatunları da vardır.” diyerek yörenin insanlarını tanıtır. Yörenin yiyecek ve içeceklerinden bahsederken bağ ve bahçelerin çok olmasını ifade eder. “Kiraz, ab-ı hayat suları, kutu bozası, çam ve ardıç bardakları olur ki ondan su içen yeniden hayat bulur. Buralarda ona senek ve boduç derler.” Bolu dağlarında çam ağaçlarının çok sık olduğunu ve halkın tahta işiyle uğraştığını belirtmektedir. Bolu kerestesini ön plana çıkaran Evliya Çelebi, Bolulular için kara ve deniz tüccarları tabirini kullanmıştır (Kahraman-Dağlı, 2005:204).

2018 adrese dayalı nüfus kayıt sistemi verilerine göre ilin genel nüfusu 299.896 olup, kentsel nüfus 213.544, kırsal nüfus 86.352’dir. İlde yaşayan nüfusun toplam nüfusa oranı %71 iken, kırsalda yaşayan nüfusun toplam nüfusa oranı % 29’dur. Bolu şehir merkezi nüfusu 163.018’dir (http://bolu.gov.tr/brifing-okuyucu?file=nufus_yapisi?ext=docx). Yüzölçümü ile Karadeniz Bölgesi’nin Batı Karadeniz bölümünde yer alan Bolu’nun ortalama rakım 1000 m, merkez ilçe rakımı ise 725 m civarındadır. Bolu il merkezine göre; Dörtdivan, Yeniçağa ve Gerede İlçeleri doğuda, Mengen kuzeydoğuda, Göynük ve Mudurnu ilçeleri güneybatıda, Seben ve Kıbrıscık ilçeleri ise güneyde yer almaktadır. Bolu’nun batısında Düzce ve Sakarya, güneybatısında Bilecik ve Eskişehir, güneyinde Ankara, doğusunda Çankırı, kuzeyinde Zonguldak ve kuzeydoğusunda Karabük illeri yer alır. İl sınır uzunluğu 621.4 km.’dir (http://www.bolu.gov.tr/brifing-okuyucu?file=cografi_durum?ext=docx).

Bolu, 8323 km ² yüzölçümüyle Türkiye’nin coğrafi bakımdan 36. şehridir. Şehrin denizden yüksekliği 735 m’dir (http://www.bolu.bel.tr/bolu/bolu-hakkinda-genel-bilgiler/).

10 b) Düzce’nin Tarihçesi ve Coğrafyası

Romalılar’ın askeri yolu üzerinde bulunan Düzce, ilkçağlarda Dusae Pros Olypum adı ile anılan küçük bir kasabadır (Özlü, 2015: 80). Tarihte zaman zaman idari sınırları değişen Düzce’nin merkez bölgesinin tarihi XIV. yüzyıla yani Osmanlı devletinin kuruluş yıllarına kadar gitmekteyken, kuzeyde Melen çayının yakınındaki Konuralp (Üskübü, Üsküba, Eskibağ) ise mevcut arkeolojik eserlerin çokluğu ile dikkat çeken oldukça eski antik bir yerleşim yeridir (Konukçu, 1984: 12).

Selçuklu Devleti zuhur ettiğinde Düzce ve etrafında bulunan yerler Doğu Roma İmparatorluğu’na bağlı olarak bulunmaktadır. Selçuklular Anadolu’yu fethettikleri zaman Düzce ve havalisi de Müslüman Türkler’in eline geçmişse de bölgeyi Selçuklular’ın son zamanlarında Rumlar tekrar topraklarına katmıştır. Sultan Osman’ın saltanatının son yıllarında oğlu Orhan’ın mahiyetinde bulunan komutanlardan Konur Alp tarafından Düzce Ovası ve havalisi Hicrî 717 (1317/1318) tarihinde tekrar Müslüman Türkler tarafından hâkimiyet altına alınmıştır. Bu topraklar Osmanlı hükümranlığına geçtiği sırada Düzce diye bir kasaba bulunmamaktadır. Bu fetihlerden sonra Purusyan Kasabası Üskübü adını almış, Düzce Ovası ise Konur Alp’in gösterdiği kahramanlığa istinaden “Konrâpâ”, “Konrapa” ve “Konur Alp İli” olarak adlandırılmıştır. Sultan Dördüncü Murad zamanında bütün Osmanlı toprakları üzerinde yapılan tahrir sırasında Düzce ve havalisi de Gümüşâbâd (Gümüşova) kazası, Konrapa ve Üskübü nahiyeleri adıyla kayıtlara geçirilmiş ve önemli bir merkez hâline gelmiştir (Özlü, 2015: 85).

Düzce Cumhuriyet Devri’nde de Türkiye’nin çok işlek ve zengin bir ilçesi olmuştur. D –100 ve TEM otobanının geçmesi ile ulusal ve uluslararası boyutta gündeme geldi. 17 Ağustos ve 12 Kasım 1999 depremlerinden sonra kısa sürede yeniden kalkınabilmesi için; 09.12.1999 tarih ve 23901 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanan 190 sayılı K.H.K ile Türkiye'nin 81. ili olmuştur (http://www.duzce.bel.tr/detay.asp?id=2151).

Düzce’nin coğrafyasına değinecek olursak; kısmen dağlık, kısmen ovalık bir şehir olup, 100’ü aşkın köye sahiptir. Boyu 7 saat, genişliği ise 3 saatlik bir mesafeye sahiptir. Kentin dört tarafı dağlarla çevrili olup, şehir Düzce ovasının en alçak noktasında bulunmaktadır. Düzce ovası güneybatıdan yani Efteni Boğazı’ndan kuzeydoğuya yani Milan deresine doğru uzanmaktadır. Boyu 21 km, genişliği ise 10 km olarak tahmin edilmektedir (Özlü, 2015: 47).

Düzce’nin denizden yüksekliği 150 metredir. İl toprakları, kıyı kesimi dışında ortası çukur, çevresi dağlarla kuşatılmış alanlardan oluşur. Kuzey kesimde Akçakoca Dağları, doğu

11

kesimde Bolu Dağları, güneydoğu ve güney kesimde de Abant Dağları’nın batı uzantıları yer alır (http://www.duzce.gov.tr/tarihi-ve-cografi-yapisi).

c) Geleneksel Halk İnançlarının Bolu ve Düzce Yöresindeki Türbelere Yansıması Bolu ve Düzce yöresi tarih boyunca önemli medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır. Her medeniyet değişikliği çeşitli kültürleri de beraberinde getirmiş ve yöreye kültürel zenginlikler katmıştır. Ayrıca yöre geçiş güzergâhında olması sebebiyle de oldukça hareketlidir.

Bolu ve Düzce’nin dinî sosyo-kültürel hayatının şekillenmesinde önemli bir yere sahip olan unsurlardan biri de şehir merkezinde, ilçe ve kasabalarında bulunan din büyüklerine ait türbeler ile kutsal mekân olarak anılan ziyaretgâhlardır (Yeğin, 2015: 26). Bu ziyaretgâhlara mağaraları, çeşmeleri, ağaçları, dağları da örnek olarak gösterebiliriz.

Bolu ve Düzce’deki yatırlar, türbeler ve ziyaretgâhlar yüzlercedir. Halk bu metfun kimseleri, Efendi, Dede, Çelebi, Baba, Şeyh, Veli, Evliya, Sultan gibi unvanlarla anmaktadır. Bu şahıslar sadece bulundukları yörenin tarihi ve kültürüyle ilgili değil Türk İslam tarihi ve kültürü ile yakından bağlantısı olan kişilerdir.

Eski Türk inançlarının izlerini taşıyan, bazı sihrî uygulamaları barındıran, halkın çeşitli istek ve problemlerine karşı pratik çözüm ihtiyaçlarından doğmuş olan ziyaretler, türbeler etrafında bir inanma dairesi oluşturmuştur. Bu kutsal mekân sınırları içindeki inanç ve uygulamalar zamanla unutulmaya yüz tutmuştu. İnsanların gelişen tıp ve teknolojiden yana yönelmeleri bununla birlikte bu inanışların zamanla resmî dinin de etkisi ile batıl inanç olarak görülüp yadırganmasına sebep olmuştur (Duymaz, 2000: 342). Yörede bulunan türbeler hem bölgede hem de Türk tarihi ve kültürü açısından önemli bir konuma sahiptir.

Birçok inanç ve din sistemlerinde ortak bazı özellikler içeren türbe, yatır ve mezar ziyaretleri yaygın bir dinî fenomen hâline gelmiştir. İslam dininin ilk ortaya çıktığı zamanlardan sonraki zamanlara kadar insanlar türbe ve kabirleri ziyaret etmeye devam etmişlerdir (Yeğin, 2015: 278-279). Sonraki zamanlarda kabir ziyaretlerinde okunan dualarda, yapılan uygulamalarda insanın yapısındaki etkiye paralel olarak değişiklikler meydana gelmiş, İslam’a uygun olmayan bazı davranışlar oluşmuştur. Bu bağlamda “Bazı insanlar, bir

kısım ihtiyaçlarını özellikle türbelerde yatan kişilerden ya doğrudan doğruya ya da onlar aracılığı ile Allah’tan istemeye başlamışlardır. Çünkü türbelerde Allah’ın emirlerini yerine getiren, Allah’ın sevdiği kişilerin yattığına inanılmakta ve buralar âdeta kutsal mekânlar olarak düşünülmektedir.” (Peker, 1999: 448-449; Günaltay, 1996: 187-191). Bu bağlamda

türbeler, Türk toplumunda yüzyıllardan beri Müslümanlığın değişik özelliklerini sergilediği İslam öncesi inanç ve kültürlerin etkilerinin ve izlerinin gözlemlendiği dinî hayatın bir

12

merkezi olan mekânlar olarak kabul edilebilir (Çelik 2004: 228). Zira eskiden beri bazı kişilere birtakım üstün vasıflar, kerametler atfedilmiş, onlarda gizemli güçlerin bulunduğuna inanılmıştır. Bu nedenle o kişileri ziyaret etmenin, onları aracı kılarak dua etmenin yarar sağlayacağına, onların şefaatiyle birtakım mükâfatlara ulaşılabileceğine inanılmıştır (Köse vd. 2009: 202).

Halk inançları içerisinde türbelerle ilgili inanışlar önemli bir yer teşkil etmektedir. Halk belirli zamanlarda ya da zamana bağlı kalmaksızın bu türbelere ve tekkelere gidip dua etmektedir. Bu ziyaretlerin öncesinde, ziyaret esnasında ve sonrasında birtakım uygulamalar yapılmaktadır. Bez/çaput vb. şeyler bağlamak, kıyafetlerini bırakmak, adak adamak, kurban kesmek, türbe veya türbedeki sanduka etrafında üç/yedi defa dönmek yapılan pratik ve uygulamalardandır.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında (1925), tekke, zaviye ve türbelerin kapatılmasından türbeler olumsuz olarak etkilenmiştir. Siyasi ve toplumsal hadiselerden doğrudan etkilenen türbeler sadece ziyaretçi yokluğundan öte giderek yok olma/edilme ile karşı karşıya kalmışlardır. Meydan genişletme, yeşil alan elde etme, bakımsızlık, ilgisizlik gibi gerekçelerle yöredeki bazı türbeler yok olmuştur (Kartal, 2017: 19).

Yöre halkı genellikle maddi ve manevi menfaat için bu ziyaretgâhlara gitmektedir. Bu tür ziyaretlerde ziyaret yerinden doğrudan bir şey istenmemektedir. Ancak ziyaret edilen yer bir vasıta olarak işlev görmektedir. Bu durum eski Türk geleneklerinden kalan bir inançtır. Nitekim Allah’tan bir dilekte bulunan kişi kendini günahkâr gördüğünden bu dileği bir aracı aracılığıyla istemektedir. Fakat bazı durumlarda türbe veya mezar birinci plana çıkarak her şeyi onun sağlayabileceği düşünülmektedir. İş böyle olunca; çaput ve bez bağlama, dilek taşları yapıştırma, türbe duvarına dileği ifade eden yazılar yazma, mum yakma, kurban kesme, ziyaret yerinde bulunan ve kutsal olduğuna inanılan suyu içme, toprağı yeme, orada bulunan ve kutsal olduğuna inanılan taşı vücudun ağrıyan yerlerine sürme, ağaca bağlanarak oradaki velinin gelip tedavi etmesine inanma gibi birtakım uygulamalar ortaya çıkmaktadır (Oymak, 2002: 296-297).

Kur’an-ı Kerim’de: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun O’na yaklaşmaya yol (vesile)

arayın ve onun yolunda çaba harcayın ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide, 5/35) denilmektedir.

Ayetten de anlaşılacağı üzere Allah’a yaklaşmak, yakınlaşmak için çeşitli vesileler aramaktadırlar. Veliler Allah’ın sevdiği kullarıdır, düşüncesinden hareketle türbeler ziyaret olgusu içinde önemli çekim merkezleri olmuştur. Köse ve Ayten’in araştırmalarında “sosyal temsil” olarak adlandırdıkları bu ilişki biçimi isteklerin üst mercilere aracı kullanmak suretiyle aktarılması formuna benzetilmektedir (Köse ve Ayten, 2010: 37). Mircea Eliade’ın

13

ifadesiyle, “Türbe ve ağaç, su, dağ, taş vb. gibi kutsal sayılabilecek yerlere gösterilen ilgi,

bunlara yapılmış bir tapınma değil, onların, kutsalın bir tezahürü olmalarında gizli olması nedeniyle, kutsal nesne ile temasa geçen kimsenin, kendisini, kutsalı tayin eden asil güçle temasa geçmiş görme psikolojisiyle doğrudan ilişkilidir.”(Eliade, 1991: 77) kaldı ki bu tür

yerlerin insanlar tarafından ziyaretgâh kapsamında değerlendirilmesinin temelinde; kutsal olanla bir şekilde temasa geçileceğinin düşünülmesi ve bu durumun da kişiye fayda sağlayacağına inanılması yer almaktadır.

Bolu ve Düzce yöresinde bulunan bazı mezarlar da türbe vasfında işlev görmüş halkın nazarında maddi kültür varlığı olmuştur. Ayrıca bazı mezarlara kült merkezli bir yaklaşım olmuştur. D-100 karayolunda bulunan Somuncu Baba türbesinin içerisinde yer alan bazı mezarlar Somuncu Baba’nın müritleri olarak düşünülmekte ve mezarlık etrafında bulunan ağaçlar kutsal kabul edilmektedir. Yine Tokad-î Hayrettin Türbesi’ndeki mezarlıklarda da bu durum gözlenmektedir.

Çalışmamızda ele aldığımız türbelerdeki ve yatırlardaki zatların olağanüstü birçok özelliği bulunmaktadır. Bu olağanüstülüklerden en önemlisi ve hemen hemen bütün evliyalarda ortak olan “hastalıkları iyileştirme” özelliğidir. Çalışmamıza konu olan türbe ve yatırlardaki “hastalıkları iyileştirme” özelliği metfunun hem sağlığında hem de ölümünden sonra görülmektedir. Çalışmamızın merkezinde yer alan türbelerdeki bir diğer durum ise Sünni inanç özelliği göstermeleridir.

Saha araştırması sırasında birçok türbe tespit edilmesine rağmen bu türbelerin mimari olarak tarihsel bir özelliği bulunmamaktadır. Tespit edilen türbelerde yatan kişilerin halk tarafından sevilen manevi dinamikler olduğu bu nedenle de mezarların etrafının kıt imkânlarla da olsa duvarla çevrilerek türbeye dönüştürüldüğü anlaşılmaktadır (Özlü, 2015: 358). Çalışmamız sırasında dikkatimizi çeken bir diğer unsur ziyaretçi sayısının fazla olmasında veya artmasında efsane, menkıbe ve memorat gibi halk anlatılarının etkisi çok yüksektir.

Çalışmamızı yaptığımız türbelerde kültürümüzün de etkisiyle birlikte ortaya çıkan türbedarlık müessesi vardır. Türbedarlık bazen babadan oğula veya aynı sülale içinde devam eden bir gelenek, bazen de türbeye gelip maddi manevi destek arayan kimselerin bu desteği görmeleri sonucunda kendini türbenin hizmetkârlığına adaması sonucu ortaya çıkmıştır (Tokad-î Hayrettin Türbesi). Türbedarlıkta herhangi bir maddi beklenti bulunmamaktadır. Asıl gaye Allah’ın rızasıdır. Hem çalışmamızı yaptığımız bölgelerde hem de Anadolu’da türbelere özel bir önem verilmiştir. Osmanlı’da türbe arazilerinden herhangi bir vergi alınmadığı gibi türbelerin bakımı onarımı ve diğer masrafları için vakıflar kurulmuştur. Bu

14

durum Cumhuriyet döneminde tekke ve zaviyelerin kapatılması kanunundan sonra vakıf yerine dernekler kurularak veya halkın desteğiyle de olsa devam etmiştir.

Türbeler genellikle halkın birlik ve beraberliğine ciddi katkılar verse de bazen de ayrışmalara sebep olmuştur. Devlet içerisinde siyasi ayrıcalık görmek isteyen, egemen güç olmak isteyen kimselerin uğrak mekânları olmuştur.