• Sonuç bulunamadı

İLETİŞİM SÜRECİNDE ALGININ ÖNEMİ

İletişim kurmanın ilk adımı karşımızdaki kişi için bir izlenim oluşturmaktır. Bu izlenim, o kişiye olan davranış ve tepkilerimizi yönlendirir ve onunla olan iletişimimizin niteliğini, niceliğini etkiler. İlk izlenimlerin oluşmasında, daha önceden zihnimizde şekillenmiş olan şemalar önemli bir rol oynar. Şema; nesneler, kişiler, olaylar, roller hakkındaki inanç ve duygularımızın, kategoriler halinde biriktirilerek organize edilmiş zihinsel örüntüleridir.

Zihin sınıflamalar yoluyla çalıştığı için, aldığımız her bilgiyi bir kategoriye yerleştirme ihtiyacı duyarız. Örneğin, gözünüz kapalıyken birisi ağzınıza bir nesne verse, önce bunun yenebilecek bir şey olup olmadığını anlamaya çalışır, yenebilir olduğundan emin olduktan sonra da hangi yiyecek sınıfına ait olduğunu keşfetmek istersiniz. Yediğiniz şeyi daha iyi tanıyabilmek için, tat alma duyunuzu kullanarak onu alt kategorilere yerleştirmeye devam eder ve sonunda ona, ulaşabildiğiniz en alt kategorinin ismini verirsiniz.

1

2

Sınıflandırma ve isimlendirme ihtiyacı, bellekteki bilgileri düzenlemek ve koruyabil-mek için duyulan bir ihtiyaçtır. Kendi deneyimlerimiz ve çevreden aldığımız bilgilerin sınıf-landırılması sonucunda gerek kendimize, gerek çevremizdeki kişilere, gerekse genel olarak rollere ve olaylara ilişkin oluşturduğumuz şemalar bizde beklentiler yaratır. Örneğin haya-tınızda hiç doktora gitmemiş olsanız da “doktor rolü”ne ilişkin şemanız, sizin doktordan belli davranışlar beklemenize yol açar. Ya da hiç yılan görmemiş olmanıza rağmen, yılan için oluşturduğunuz “tehlikeli hayvan” şeması sizin yılanlardan aşırı derecede korkmanıza neden olabilir. Şaşkınlık duygusu ise bu şemalara uymayan durum, olay ve davranışların yarattığı bir duygudur. Örneğin anne ve babanız sizin başarılı bir öğrenci olduğunuza iliş-kin bir şema oluşturmuşlarsa, sizden bu şemaya uygun davranmanızı beklerler. Başarısızlı-ğınız onlar için şaşırtıcı olabilir. Hiç bir kategoriye oturtamadığımız bilgiler için de “tuhaf”,

“garip”, “olağandışı” gibi sözcükler kullanırız. Aslında bu da bir sınıflandırma çabasıdır.

İlk izlenimlerin bu şemalardan etkilendiğinden söz etmiştik. Şemaların etkisiyle olu-şan beklentiler sonucunda, ilk izlenimler bazı gizli önyargılar taşıyabilir. Örneğin, “sarı-şınlar aptaldır” gibi bir şemanız varsa, bu sizin sarışın biriyle ilk karşılaşmanızda onun için oluşturduğunuz izlenimi etkileyebilir. Sosyal psikoloji araştırmalarında ilk izlenimle-rin, kişilerle ilgili yorum ve beklentileri önemli ölçüde etkilediği görülmüştür. İlk izlenim-lerin, gücü elbette şemaların gücünden gelmektedir. Zihinsel şemalar değişmeye oldukça dirençli olmalarına karşın, değişme potansiyeline sahiptirler ve yeni şemaların oluşması eskileri değiştirebilir. Kişilerarası ilişkilerde iletişim devam ettikçe değerlendirme de de-vam eder. Buna bağlı olarak, kişilerle ilgili algılar da zaman içinde değişebilir. Örneğin, boşanmak için mahkemede bir araya gelen çiftler, bir zamanlar birlikte yaşama isteğiyle nikâh salonunda bir araya gelmiş kişilerdir.

İlk izlenimlerin olumlu ya da olumsuz yönde değişebileceğini göz önünde bulundur-mak ve bunları gerçekçi değerlendirmelerle yeniden test etmek, bize kişilerarası ilişkilerde daha dikkatli seçim yapma, daha az hayal kırıklığına uğrama, daha esnek davranma şansı verecek, böylelikle de sağlıklı ve etkili iletişimlere zemin hazırlayacaktır.

Motivasyon tekniklerinin uygulandığı alanlarda (iletişim, eğitim-öğretim, halkla iliş-kiler, reklâm, propaganda) karşılaşacağımız sorunları doğru bir yaklaşımla ele alabilmek için, bireyin sahip olduğu tutumların gerçekte nelere yaradığını anlamak gerekir. Bunun için algılama konusunu, özellikle de tutumlarla ilişkisi açısından ayrıntılı olarak incelemek gerekir. Bu amaçla algılamanın ne olduğunu, hangi faktörlere bağlı olarak işlerlik göster-diğini sorgularken, bunun yanı sıra bireyin içinde yaşadığı dünya ile uyum sağlamasında, çevresindeki değişikliklere direnç göstermesinde ya da onlara ayak uydurmasında algının nasıl ve ne yönde etki ettiğini değişik yönlerden ele almak ve incelemek de gerekmektedir.

Bir insanın belli bir yönde harekete geçebilmesi için ön şart; amaçlanan yöndeki al-ternatiflerin varlığını bilmesi ve bu alternatif bilgileri algılamasıdır. Bu nedenle bireyin belli bir ürünün tüketicisi, belli bir görüşün taraftarı haline gelebilmesi için, konu ve içe-riği hakkında iletilen bilgileri algılayabilmesi gerekir. Algılamanın araştırılması ise, tutum oluşturmaya dönük bütün güdüleme tekniklerinin can alıcı noktalarından biridir.

İletişim sürecinde önemli bir yeri olan, etkilenmek istenen bireylerin algılamalarının nasıl oluştuğu, algılamaya bağlı olarak bireyi harekete geçiren güdünün uyarılması, tu-tumların değişmesi ya da pekiştirilmesi ve savunulması gibi konular en temel sorunlardır.

Her anlamda ve yönde etkiyle karşı karşıya bulunan toplumda, yeni bir “değer”in oluşturulması ya da var olanın savunulması, pekiştirilmesi için gerekli işlemleri tahmin edebilmek, bireyin toplum içindeki grup ilişkileri ile birlikte, kendilerine ait algılama iş-lemlerinin oluşumunu da çok yakından bilmek gerekir. Motive edilmek istenen bireylerin, dış dünyayı algılamalarının, idrak etmelerinin, bu dış dünyayı şu ya da bu yönde değer-lendirirken, bu değerlendirmeyi nelere göre yaptıklarını bilmenin, her türden motivasyon açısından önemi büyüktür.

Kısaca insanın dış dünyadaki soyut/somut nesnelerle ilişki kurması, bunlar hakkında birtakım yargılarda bulunması, bu nesnelere ilişkin belli davranışlar geliştirmesi, onun nesneleri algılaması ile doğrudan ilişkilidir.

İşte bu aşamada algının, dış müdahalelerle teşekkül etmesi (motivasyon), bireyin algı-lama eşiği, algıalgı-lamaya ilişkin duyumları vb. gibi daha pek çok nokta, özellikle iletişimciler açısından araştırılması ve ölçülmesi gereken hususların başında yer alır.

Size göre dil ve algı ilişkisi hangi şekillerde ifade edilebilir?

DİL VE ALGI İLİŞKİSİ

Algı sürecini etkileyen temel faktörlerden biri dil ve dilin kullanılma biçimidir. Çünkü dil doğru algılamanın, anlaşma ve uzlaşma olmazsa olmazıdır. Dilin kullanılma biçimi kelime çeşitliliği, en küçük ayrıntıların belirtilmesi, bilgi ve düşüncenin ifade edilmesi dilin değeri ile doğru orantılıdır. Kısacası dil, kişi veya toplumun bilgi ve duygu düzeyinde kendini tanımlayıp, yorumlayabilme seviyesini ortaya koyar.

Dil, bütün iletişim ve etkileşim sürecinin hem başlangıcı hem de ürünüdür. Bütün etkileşim biçimleri, iletişim araçları aracılığı ve dilin kullanımı ile gerçekleştirilir. Genel anlamı ile her türlü etkileşimin, özel anlamıyla her türlü iletişimin kendine özgü özel bir dili vardır. Sinema dili, müzik dili, şiir dili, tıp dili, argo dili vb. Buna göre dil bir simgeler bütünüdür. Dil simgelerin sistematik bir yapı içerisinde fonksiyon kazandığı bir yapıdır.

Simgelerin sistemli bir yapı içerisinde fonksiyonellik kazanması ise, diğer yandan dilin bir kurallar bütünü olarak ele alınması gereğini de ortaya koymaktadır. Buna göre dilin öğrenilmesi, bu kuralların da bir ölçüde öğrenilmesi anlamına gelir.

O halde dil insanın her türlü tasarımını, söz konusu kurallar bütünü içerisinden ha-reketle anlatabilme yeteneğidir. Burada insanın anlatma yeteneğinin seviyesi ile dil, adı verilen simgeler sisteminin işleyişini yönlendiren kuralların öğrenilme düzeyi arasında doğrudan bir ilişki vardır. Yani insanlar dili oluşturan kuralları ne denli iyi öğrenirlerse, dil aracılığıyla kendi tasarımlarını da o denli başarılı ifade edebilirler.

Burada sözü edilen ve dil yapısı içerisinde anlatılması beklenen tasarımlar, üretimle doğ-rudan ilgilidir. Buna göre insanlar birtakım tasarımlar geliştirirler, bu tasarımları dil aracılı-ğıyla başka insanlarla paylaşır ve bu paylaşımların ardından da üretim aşaması gerçekleşir.

İnsanın dil aracılığıyla tasarımlarını paylaşması ise, dilin toplumsal boyutunu ortaya koyar. Bu da yukarıda sözü edildiği üzere dilin bir toplumu, topluluğu, grubu oluşturan bireyler arasında etkileşimin, dolayısıyla da iletişimin sağlanması yönündeki temel rolünü gündeme getirir.

Diğer yandan tasarımların, akıl yürütmelerin ve fikirlerin dil aracılığıyla anlatılması ve paylaşılması beraberinde bütünlükçü bir düşünme sürecinin başlatılması ve buna bağlı olarak da sistemli bir düşünce paylaşım imkânının yaratılması anlamına gelir.

O halde dil ile düşünce sistemler arasında da doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. Buna göre düşünce sistemlerinin oluşumunda, gelişiminde ve yaygınlaşmasında dilin katkısı asla yadsınamaz.

Birtakım düşünce sistemlerinin, ideolojilerin, fikirlerin, hatta inanç sistemlerinin yay-gınlaşarak toplumların yapılanmasına, insanların yaşayış biçimlerinin oluşmasına yön verir hale gelmesinde dil temel bir etkiye sahiptir.

Bu noktadan hareketle, dil ve kültür arasında doğrudan bir ilişki bulunduğu açıktır.

Bilindiği gibi kültürlerin oluşumu ve gelişimi insanlar arası paylaşımla ve etkileşimle doğ-rudan ilişkili bir süreçtir. İnsanların tasarımlarını üretime dönüştürürken yarattıkları ve tüketim düzeyinde de sürdürdükleri paylaşım alanları, diğer yandan da kültürel anlamda birtakım oluşumların gerçekleştirildiği bilinen bir husustur.

3

Buna göre insanlar temelde dil aracılığıyla, birtakım etkileşim ve iletişim ortamları yaratırlar. O ortamlarda bir araya gelerek, maddi ve manevi anlamda çeşitli üretimler ger-çekleştirirler. Gerek maddi gerekse manevi anlamda gerçekleştirilen bu üretimler insanla-rın, dolayısıyla da toplumların hayatlarının biçimlenmesine yön verirken, aynı zamanda da onların kültürlerinin oluşmasına temel teşkil ederler.

Bu noktada Raymond Williams’ın görüşünü destekleyerek kültürü, basitçe bütün bir yaşama biçimi olarak kabul edersek, üretimi de bu yaşama biçimine yön veren bir payla-şım ve etkileşim alanı olarak ele alırsak, toplumların üretim biçimleri, yaşama biçimleri ve kültürel ortamları arasındaki ilişkinin doğrudan ilişkili olduğunu da kabul etmiş oluruz.

Diğer yandan bir hatırlatma yaparak, dil ile tasarım ve üretim süreci arasındaki doğ-rudan ilişkiden hareketle, dil ile kültür arasında ne denli bir ilişkinin olduğunu rahatlıkla kavrayabiliriz. Nitekim antropoloji çalışmaları da göstermektedir ki, dil sistemini ortaya koyan simgeler zenginleştikçe ve karmaşıklaştıkça, insanların kültürel hayatında da aynı oranda zenginleşme ve ayrışma gerçekleştirilmiş olur.

Dil ve kültürün gelişmesinde karşılıklı ilişkiyi gösteren bir başka delil de, zaman içeri-sinde dilde somut simgelerden soyut simgelere doğru bir gelişme olurken kültürel alanda da maddi üretimden manevi üretime doğru bir seyir söz konusudur.

Soyut düşüncenin, buna bağlı olarak fikir, sanat ve estetik alandaki düşünce üretimin giderek yaygınlaşmasının dil bilim ve kültürel anlamdaki gelişme benzerliği ve karşılıklı etkileşimdeki payının önemi asla küçümsenemez. O halde dil ile kültürel gelişme arasında doğrudan bir ilişki vardır. Dil olmaksızın kültürel üretim ve gelişmeden söz edilemez.

Dilin, üretimle ilişkisinin doğrudan bağlantılı olduğundan söz etmiştik. Buna göre denebilir ki dil, aslında bir üretim etkinliğinin sonucudur. Fakat zamanla bu üretim et-kinliği de biçimlendirilme derecesinde semiolojik (göstergebilim) bir özellik kazanmıştır.

Bu aşamada da toplumsal yaşayış ile dil ilişkisini, birbirlerini karşılıklı etkileyen bir süreç içinde değerlendirmek gerekir. Buna göre dil, hayatın karmaşıklığı ölçüsünde karmaşık ikili düşüncelerin bir ifadesi olarak karşımıza çıkar.

Zenginleşen, karmaşıklaşan bir dil de, çok daha derin, özgün ve soyut düşüncelerin üretilmesinde çok daha fonksiyonel bir niteliğe bürünür. Düşüncelerin karmaşıklaşması ise toplumsal yapıların da o doğrultuda karmaşıklaşması, çeşitlenmesi anlamına gelir.

Buna göre dil ile toplumsal yapı arasında da doğrudan bir ilişki vardır. Her şeyden önce dilin ortaya çıkma ve gelişme sürecinin ön şartını toplumsal hayat belirlemektedir.

Eğer insanlar birbirleriyle anlaşma, iletişim kurma ihtiyacı duymasaydı, dil denen olguya da gerek kalmazdı. O halde toplumsal ortam dilin varlığının olmazsa olmaz bir şartıdır.

Buna karşılık bir toplumun varlığının ön şartı da dilin varlığı ile doğrudan ilgilidir.

Nitekim insanların toplumsal ortamlarda bir araya gelmeleri, yani toplumsal bir yapının varlığı dil olmaksızın mümkün değildir. Belli bir toplumsal ortamda doğan insanın orada toplumsallaşması ve içinde doğduğu toplumun şartlarına hazırlanmasında temel araçlar-dan biri yine dildir.

İnsanın, içine doğduğu toplumun şartlarına uyum göstermesi demek, o toplumda ge-çerliliği olan kuralları, simgeleri, imgeleri algılaması, öğrenmesi ve kavraması anlamına gelir. Bu da ancak dil aracılığıyla gerçekleştirilebilir. Buna göre dil ile toplumsallaşma ara-sında doğrudan bir ilişki vardır. Daha doğrusu dil, toplumsallaşmanın önemli bir öğesidir.

Dil bir simgedir; düşünce ise bir imge. İmgeler, psikolojide ve diğer insan bilimlerinde, bilişsel etkinlik olarak adlandırılan sürecin birimleridir. Her düşünce, simgesel anlamı olan imge parçacıklarından oluşur.

İmge, ortaklaşa bir anlam yüklediğimiz ya da kişisel olarak anlamlandırdığımız sim-genin kaynağı olan nesne veya öznenin zihnimizdeki resmidir. Daha doğru bir ifade ile dışımızdaki ya da düşüncemizdeki nesnelerin zihnimizdeki resmine imge diyoruz. Bu

re-simlerle yani düşünce sürecimiz içinde, soyut anlamlar yüklediğimiz simgelerle tasarım-lar yaratabilir ve buntasarım-ları pratik etkinliğe dönüştürebiliriz.

Bütün bu tasarımlar, akıl yürütmeler ve imgeleme biçimleri, sürecin genel ortamı olan dil ile birbirlerine bağlanır ve dış dünyaya açılır. İşte bu yüzden dil insanın somuta, dış dünyaya, doğaya olan bağımlılığını azaltan bir süreçtir.

Yine aynı nedenle dil, kendi başına bir soyutlamadır; yalnızca nesneleri değil, nesne-lerden de çok olguları anlatır. Bu yönüyle dil aynı zamanda bir kavramlar dizgesidir, in-sanın, olguları ve aralarındaki ilişkileri anlamlandırmasına ve kavramasına aracılık eder.

Piaget’nin zihinsel gelişim kuramına göre çocuk, erken gelişim dönemlerinde ben-merkezci bir bakış açısına sahiptir. Kendi dışındaki insanların da dünyayı kendisi gibi algıladığını ve anladığını düşünür. Bu nedenle de çevresindekilerden, kendine özgü dili anlamalarını bekler. Her ne kadar biz bunu çocukluk döneminin bir özelliği olarak de-ğerlendirsek bile, bu eğilimin bir kısmı yetişkinliğe de taşınmakta ve kişilerarası iletişim sorunlarına zemin hazırlamaktadır.

Konuşma, kişilerarası iletişimde belli anlamlar yüklenmiş sembollerden oluşan, dil dediğimiz bir sistemin kullanılmasıdır. İletişimi, mesaj alışverişinin sürdüğü bir süreç olarak tanımlamıştık. İnsanlara özgü sözel iletişim sırasında yapılan da bir nevi anlam alışverişidir. Aynı dili konuşan insanlar fikir birliği içinde, belli anlamların yüklendiği çeşitli semboller ve sesler kullanırlar. Bu semboller, dünyanın algılanmasında “kişile-rarası bir ortaklık” ihtiyacı ile gelişmiştir. Dilbilimciler, dil ile dilin temsil ettiği ger-çek arasındaki ilişkiyi “harita” ile “bölge” arasındaki ilişkiye benzetirler. Burada bölge gerçeği temsil ederken, harita da bu gerçeği sembolize eden anlamların yüklendiği bir araçtır. Dilin kendisi bir gerçek olmadığı, yalnızca anlam sembollerinden oluşan bir sistem olduğu için de kişilerarası ilişkilerde dilden kaynaklanan bazı problemler ortaya çıkabilmektedir.

Sözcüklere baktığınızda onların çoğunun birden fazla anlamı olduğunu görürsünüz.

Kaldı ki sözcüklere yüklediğimiz anlamlar için sözlükler bazen yetersiz kalır. Sözcükler hakkında gerek kendi deneyimlerimiz, gerek başkalarının deneyimleri ile bazı duygular, düşünceler ve yorumlar oluştururuz. Örneğin, “anne”, “savaş”, “başbakan” gibi sözcükler, kişiler için sözlükteki karşılıklarını aşan anlamlar taşır. Eğer “anne” sözcüğünün sizin içi-nizdeki anlamı “sıcak”, “şefkatli”, ve “koruyucu” gibi nitelemeler içeriyorsa, anne sözcü-ğü sizde olumlu duygu ve düşünceler çağrıştırır. Bu durumda, birisinin size “anne gibi-sin” demesi hoşunuza gidebilir. Oysa “anne” sözcüğü için “uzak”, “soğuk”, “eleştirici” gibi olumsuz nitelemeler taşıyan bir algı oluşturmuşsanız, bu sözcük sizde olumsuz duyguları çağrıştırabilir ve “anne gibisin” benzetmesine öfkelenebilirsiniz. Anne ile hiç deneyimi olmamış birisi içinse bu sözcük hiçbir şey ifade etmeyebilir.

Sözcüklere yüklenen anlamlar kişiden kişiye değişebileceği gibi, aynı kişi için anlamla-rın niteliği ve yoğunluğu da deneyimlere bağlı olarak değişebilir. Örneğin, savaşın içinde yaşamış biri için “savaş” sözcüğüne yüklenen anlamlar ve bu sözcüğün uyandırdığı duy-gular savaş öncesine göre çok farklı olabilir. Kısacası sözcükler ve ifadeler, onları kullanan kişilerin zihninde, sözlükteki anlamları aşan manâlarla donatılmışlardır.

Kuşkusuz zihnin işleyişi gibi dilin kendi doğası da bazı sınıflama ve genellemeleri ge-rektirebilir. Ancak sözcüklerin yalnızca genellenmiş semboller olduğunu ve bu sembollere verdiğimiz anlamların da o ana kadar öğrendiklerimizle ve deneyimlerimizle sınırlı oldu-ğunu unutursak bazı sağlıksız yargılara varabiliriz. Örneğin;

“Bütün kadınlar zayıftır”

“Bütün erkekler bencildir”

“Sen sorumsuz bir insansın”

“Bu ne korkunç bir müzik!”

Aslında mükemmel bir sözel iletişim biçimi yoktur, çünkü dilin kendisi bir genelleme-ler sistemidir ve yetersiz bir iletişim aracıdır. Bu nedenle kişi, yaşama ilişkin varsayımlar geliştirirken, dilin genelleme tuzaklarına düşerek yanılgıya uğrayabilir. Buna paralel ola-rak konuşulanı anlama da ancak çeşitli ihtimal düzeylerinde gerçekleşebilen ve hiç bir zaman tamamlanamayan bir süreçtir. Sonuç olarak dilin yetersizliği, kişilerin birbirlerini yanlış anlamalarına kolaylıkla yol açabilir. Kişiye düşen ise, hiçbir şeyin tam ve mükem-mel olmadığı dünyada, var olanı kendi adına daha iyi kullanmak; başka kullanıcıların ve kullanım farklarının olduğunu da unutmamaktır.