• Sonuç bulunamadı

Hobbes ve Locke’un Egemenlik Anlayışlarının Karşılaştırılması Hobbes ve Locke, geliştirdikleri iki farklı toplum sözleşmesi teorisiyle devletin

Belgede Sosyal ve Beşeri Bilimler (sayfa 126-132)

DEĞERLENDİRME

3. Hobbes ve Locke’un Egemenlik Anlayışlarının Karşılaştırılması Hobbes ve Locke, geliştirdikleri iki farklı toplum sözleşmesi teorisiyle devletin

ortaya çıkışını akla dayalı bir biçimde açıklayarak modern siyaset felsefesinin fikri temellerini ortaya koymuşlardır. Her iki düşünür de devlet öncesi dönemi doğa durumu olarak adlandırmıştır. Ancak bu iki doğa durumu yaklaşımı, varsayımsal olarak birbirinden bütünüyle farklıdır. Her ne kadar Hobbes ve Locke’un toplum sözleşmesi üzerine ortaya koyduğu fikirler yukarıda ayrıntılı bir biçimde ele alınmaya çalışılmış olsa da söz konusu düşünürlerin doğa durumu tasavvurlarını karşılaştırmalı olarak özetlemek, onların egemenlik anlayışlarını karşılaştırma noktasında yararlı olacaktır. Nitekim Hobbes ve Locke’un egemenlik üzerine ortaya koydukları düşünceler, doğrudan insanın tabiatına ve doğa durumuna yönelik tasavvurlarıyla bağlantılıdır.

Hobbes’un doğa durumu, egemenliği herkes tarafından kabul edilen bir üst otoritenin olmadığı ortamda, herkesin herkese karşı savaş halinde olduğu anarşik bir varoluşa sahiptir. Bunun temel sebebi insan doğasının bencil olması ve yaşamını sürdürme içgüdüsüdür. Locke’un tasvir ettiği doğa durumunda ise insanlar genellikle doğa yasasına uyar ve birbirlerinin haklarına riayet ederler. Hobbes’un varsayımına göre doğa durumunda insan yaşamı yalnız, kötü, vahşi ve kısadır (Hobbes, 2007: 95). Locke ise insanların devletsiz bir

düzende de kendilerini yönetebilecek ve başkalarıyla barış içinde yaşayabilecek rasyonaliteye sahip olduğunu vurgular. Ancak Locke’a göre yine de doğa yasasının objektif bir biçimde uygulanabilmesi için herkesin tabi olduğu bir üst otoriteye ihtiyaç vardır. İnsanların doğa durumunda özgür ve barış içinde yaşamalarına rağmen uygar topluma geçmelerinin sırrı buradadır (Şenel, 1999:

340). Doğa durumuna ilişkin bu iki farklı perspektif, egemenliğin niteliği ve nasıl bir siyasal düzenin kurulması gerektiği noktasında birbiri ile zıt kutuplarda olan iki ayrı görüşü beraberinde getirmiştir.

Hobbes, insanların doğa durumundan kurtulup uygar topluma geçmek için kendi haklarını toplum sözleşmesi ile bir egemene devrettiklerini ve bu “kaos”

ortamından kurtulduklarını savunur. Uygar topluma geçen insan, haklarını bir kez devrettikten sonra egemeni sorgulayamaz, adaletsizlikle suçlayamaz ve isyan edemez. Egemenin adaletsiz bir politika sergilemesi bile uyrukların isyanını haklı çıkarmaz. Çünkü isyan toplum sözleşmesini tehlikeye atar ve doğa durumuna geri dönüşün kapısını aralar. Hobbes egemenlik hakkının tek bir kişiye ait olmasının en uygun yönetim şekli olduğunu belirtmiş ve söz konusu hakkı paylaşmak isteyen her kişi ve kurumun toplum sözleşmesini tehlikeye attığını savunmuştur (Hobbes, 2007).

Hobbes’a göre mutlak egemenin varlığı ve uyrukların haklarını bu egemene devretmesi uygar topluma geçmenin tek yoludur. Çünkü doğa durumunda doğa yasasının yalnızca vicdanen bağlayıcılığı vardır; onu fiilen geçerli hale getiren ise egemenin varlığıdır (Hobbes, 2007: 115). Doğa durumunda hiç kimse bir diğerinin doğa yasasına uyacağına dair kesin bir itimat içinde olamaz. Emredici ve zorlayıcı bir güç olmaksızın, insanların ahlaka ve doğa yasasına itaat edeceklerinin hiçbir kesinliği yoktur. “Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma” düsturuyla hareket edildiğinde ulaşılabilecek doğa yasası, ebedi olarak geçerlidir; ancak insanlar herkesi kuşatacak ve bu yasalara uymaya zorlayacak bir egemenin yokluğunda kibir ve öç alma duygusuyla hareket eder.

Dolayısıyla insanlar dışarıdan gelen saldırılardan ve birbirlerine verecekleri zararlardan korunmak; bununla birlikte yeryüzü nimetleriyle kendilerini besleyerek mutlu bir yaşam sürmek için bütün kudretlerini tek bir kişiye ya da heyete devretmelidirler (Hobbes, 2007: 129-130).

Hobbes’un tasvir ettiği egemen, toplum sözleşmesinin bir tarafı değildir.

Sözleşme yalnızca uyruklar arasında yapılmıştır ve haklarını egemene devreden insanlar güvenliklerini sağlaması karşılığında yöneticilerinin bu sözleşmenin dışında kalmasına razı olmuşlardır. Dolayısıyla egemen, doğa durumundaki hakları kullanmaya devam eder. “İnsanların güvenliklerinin sağlanması” koşulu önemlidir; çünkü Hobbes insanların doğadan gelen kendilerini koruma hakkının

hiçbir sözleşme ile ortadan kaldırılamayacağını belirtir. Egemen güç, yasaya uygun olsa bile uyruğu öldürmeye ya da yaralamaya karar verirse, uyruğun bu karara boyun eğmeme özgürlüğü vardır. Ancak egemen, doğa yasasına koşut olarak gücünü kullanıp gerekeni yaptığı takdirde buna karşı yapılacak bir şey yoktur. Dolayısıyla teoride uyruğun kendi yaşamını savunmak için

“direnme” hakkı olsa dahi fiiliyatta böyle bir hak söz konusu değildir. Zaten egemen sözleşmeye taraf olmadığı için uyruklara karşı herhangi bir yükümlülük altına girmemiştir. Bu çerçevede egemenin uyrukları üzerinde de facto olarak yaşatmaktan öldürmeye kadar sınırsız bir gücü olduğu söylenebilir. Bununla birlikte “egemen; yasama, yürütme, yargı haklarını, savaş ve barış yapma yetkisini, cezalandırma yetkisini elinde toplamıştır” (Şenel, 1999: 326).

Locke ise Hobbes’tan bütünüyle ayrışarak egemenin ancak doğal hakların koruyucusu olma niteliğini devam ettirdiği sürece meşru olduğunu ifade etmiştir. Ona göre bireyler bir araya gelerek doğal hakları olan yaşam, özgürlük ve mülkiyet haklarını garanti altına almak için devleti kurmuşlardır.

Dolayısıyla doğal haklara kasteden ya da söz konusu hakların teminatı olmaktan imtina eden yönetim meşruiyetini yitirir ve böylesi bir durumda halka isyan etme hakkı doğar. Bununla birlikte Locke, Hobbes’un aksine iktidar gücünü yasama (Parlamento) ve yürütme (Kral) arasında paylaştırarak egemenliğin kullanımının “sınırlandırılması” gerektiğini savunmuştur. Bu iki erk arasında üstün olan ise yasamadır.

Egemenlik esasında tanımı gereği mutlak ve sınırsız güç anlamına geldiği için kimileri Locke’un egemenliğin doğasıyla ilgili bir görüş ortaya koymadığını savunur (Singh, 1959: 327). Nitekim düşünür, “Hükümet Üzerine İkinci İnceleme” adlı eserinde bu kavramı yalnızca birkaç vesileyle kullanmıştır.

Locke’un egemenlik kavramından mutlakiyeti çağrıştırması dolayısıyla bilerek kaçındığı dahi iddia edilmiştir. Çünkü onun ortaya koyduğu devlet modeli sınırsız bir gücü elinde tutarak insanlar üzerinde tahakküm kurmaz. Devlet bireylerin yaşam, özgürlük ve mülkiyet haklarını koruyarak toplumda adaleti sağlamakla yükümlü olan bir “gece bekçisidir”. Ancak egemenliğin muğlaklığı hem teorik, hem de pratik bir gerilimin (tension) meydana gelmesine neden olur.

Nitekim bu gerilim Locke’un ortaya koyduğu siyaset felsefesi üzerine dizayn edilen günümüz liberal demokrasilerinde de mevcuttur. Modern liberal devletler hem bireysel haklar, hem de halk egemenliği üzerine kurulmuştur ve mutlak egemenlikle bireysel haklar daima bir gerilim içindedir (Scott, 2000: 547).

Locke’un toplumsal sözleşmesinde egemenlik hakkı her ne kadar özü itibarıyla halka ait olsa da kanunun mutlaka bir yapıcısı ve uygulayıcısı olmalıdır.

Yasama ve yürütme bu fiili halk adına yerine getirir. Ancak onları sınırlayan şey

sözleşmenin ön koşulu olan hukuk kurallarıdır. Hukukla sınırlandırılan gücün egemenlik olarak adlandırılması yine çelişkili bir durum yaratır; çünkü yukarıda da belirtildiği gibi egemenlik, tanımı gereği sınırsızdır. Yine de halk adına kanun yapan yasama, hukuk çerçevesinde kalarak temel haklara uyduğu sürece fiili olarak “üstün gücün” uygulayıcısıdır. Egemenliğin ve meşruiyetin kaynağı halktır; ancak devlet doğal hakları çiğnemediği sürece “en üst otoritedir.”

Sözleşmenin tarafı olan bireyler, yozlaşıp çözülmediği sürece devlete tabidirler ve gerçekte modern devlet tüm tarih üzerinde hüküm sürmektedir. Bu perspektiften bakıldığında egemenlikle ilgili net görüşler ortaya koymamakla

“itham edilen” Locke’un esasında bu konuyla ilgili belirgin bir çerçeve çizdiğini söylemek mümkündür. Nitekim Mcllwain’in aydınlatıcı ifadesiyle egemenlik en büyük güç değil, en yüksek otoritedir ve gücünü kendisinden daha “yüksek”

bir kaynaktan alır (Mcllwain’den aktaran Singh, 1959: 327).

4. Sonuç

Hobbes ve Locke, ortaya koydukları toplum sözleşmesi yaklaşımıyla siyasal meşruiyeti rasyonel bir düzlemde açıklamış ve modern siyaset felsefesinin temellerini atmışlardır. Bu bağlamda egemenliğin kaynağının tanrısal olduğunu vazeden Orta Çağ düşüncesini sarsmışlar ve devlet denilen organizasyonun güvenlik, adalet, mutluluk vb. toplumsal gereksinimlere dayandığını, aklı temel alan varsayımlarla açıklamaya çalışmışlardır. Bu iki düşünürün doğa durumu tasavvurları, onların egemenliğe yönelik düşüncelerini doğrudan etkilemiştir.

Nitekim doğa durumunu herkesin herkese karşı savaştığı karanlık bir dünya olarak tasavvur eden Hobbes, insanların bu durumdan kurtulmak için haklarını mutlak ve sınırsız güce sahip bir egemene devrettiğini savunurken; doğa durumunda insanların doğa yasasına uyarak yaşadığını savlayan Locke, her şeyi yapmaya yetkili ve gerektiğinde zorbalığa dahi meyledebilecek bir “egemeni”

reddeder. Locke’a göre doğa durumunda yaşam, özgürlük ve mülkiyet hakkına sahip olan bireyler, insanlar arasında adaleti sağlayacak üst otoriteye “şartlı” bir yetki verir. Bu şart ise söz konusu haklara müdahale etmemek ve onları güvence altına almaktır.

Egemenlik, tanımı gereği mutlak ve sınırsız güç anlamına geldiği için Locke bu sözcüğü kullanmaktan imtina eder. Bazı yazarlar onun bu sözcüğü kullanmaktan kaçınma nedeninin Hobbesyan yaklaşımla arasına mesafe koymak olduğunu iddia etmişlerdir (Scott, 2000: 549). Gerçekten de egemenliğin sınırsız, mutlak, bölünemez ve devredilemez doğası Hobbes’un felsefi yaklaşımıyla örtüşmektedir ve bu durum onu Fransız hukukçu Jean Bodin ile birlikte söz konusu kavramın modern anlamdaki kurucusu yapar. Buna karşın doğa

durumundan çıkmak için devlete yani bir otoriteye ihtiyaç olduğunu düşünen Locke da herkesi bağlayan üstün bir gücün var olması gerektiğini kabul etmekle birlikte bu üstün gücün doğal haklara riayet etmek zorunda olduğunu savunur.

Locke da tıpkı Hobbes gibi egemenlik hakkını kilise, derebeyleri ve Kutsal Roma İmparatorluğu gibi Orta Çağ’ın türdeş olmayan aktörlerinden alır;

ancak bu hakkı devlete bazı koşullara bağlı olarak verir. Nitekim Locke’da bu hak kesinlikle mutlak ve sorgulanamaz bir niteliğe sahip değilken, Hobbes’ta bütünüyle krala aittir ve onu yapacaklarından alıkoyacak herhangi bir güç yoktur. Bununla birlikte Locke, en üstün güce yasama erkinin sahip olduğunu belirterek kralın yetkilerini sınırlamakla kalmaz, onu egemenlik bağlamında ikincil bir konuma yerleştirir. Aslında Locke’un perspektifinden bakıldığında yasama erkinin sahibi toplumun kendisidir ve insanlar Parlamento’yu bu hakkı kullanması için yetkilendirmiştir. Yasa yapma yetkisi halkta olduğuna göre, egemenlik de halka aittir. Ancak daha önce de belirtildiği gibi Locke’un siyaset felsefesinde egemenliğin niteliği ve tam olarak kime ait olduğu amorf bir hal almıştır. Düşünürün yasamayı üstün bir güç sayıp egemenliği bu kuruma verdiği ya da herhangi bir şahıs / heyet yerine hukuku egemen kıldığı iddia edilmiştir.

Bu durum pratik ve teorik bir gerilime neden olmaktadır. Nitekim modern devletin en önemli özelliği egemen olmasıdır. Ancak birey hakları ile egemenlik birbiriyle çoğu zaman uzlaşamaz. Modern liberal demokrasilerde bireysel haklar ve devlet egemenliği paradigmalarının bir arada olması, söz konusu “gerilime”

örnek olarak gösterilebilir.

Sonuç olarak Locke’un bireyin haklarını merkeze alarak devletin egemenliğini olabildiğince sınırlamaya gayret ettiği, Hobbes’un ise uygar toplumun ancak mutlak egemenliğe sahip bir gücün varlığıyla sürdürülebileceğini savunduğunu söylemek mümkündür.

Kaynakça

Gencer, B. (2010). Sovereignty and the Separation of Powers in John Locke.

“European Legacy”, 15(3), 323-339.

Heywood, A. (2014). Siyaset Teorisine Giriş, Hızır M. Köse (Çev.), İstanbul:

Küre Yayınları.

Heywood, A. (2015). Siyasetin Temel Kavramları, Hayrettin Özler (Çev.), Ankara: Adres Yayınları.

Hobbes, T. (2007). Leviathan, Semih Lim (Çev.), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Kına, F. B. (2020). ‘Doğa Yasası Ahlaki Bir Yasadır’: John Locke. “Beytulhikme An International Journal of Philosophy”, 10(1), 197-205.

Kulak, Ö. (2013). Thomas Hobbes. Ahu Tunçel (Ed.), Siyaset Felsefesi Tarihi, (s. 217-235). Ankara: Doğu Batı Yayınları.

Kuyurtar, E. (2013). John Locke. Ahu Tunçel (Ed.), Siyaset Felsefesi Tarihi, (s.

249-263). Ankara: Doğu Batı Yayınları.

Locke, J. (2004). Hükümet Üzerine İkinci İnceleme, Fahri Bakırcı (Çev.), Ankara: Babil Yayınları.

Luard, E. (1999). The Balance of Power The System of International Relations, 1648-1815, London: Macmillan.

Nepal, P. (2010). Of Social Contract and Ecopolitics: Revisiting the Ideas of Hobbes, Locke and Rousseau in an Ecopolitical Context, “The Indian Journal of Political Science”, 71(3), 795–804.

Owen, J. J. (2005). The Tolerant Leviathan: Hobbes and the Paradox of Liberalism. “Polity”, 37(1), 130–148.

Scott, J. T. (2000). The Sovereignless State and Locke’s Language of Obligation.

“The American Political Science Review”, 94(3), 547–561.

Singh, R. (1959). John Locke and the Idea of Sovereignty. “The Indian Journal of Political Science”, 20(4), 320–334.

Şenel, A. (1999). Siyasal Düşünceler Tarihi, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.

Wilkins, K. (2014). Hobbesian Liberalism: A Study of Proto-Liberal Ideas in Leviathan, “CLA Journal”, 2, 84-96.

125

B Ö L Ü M 8

HUKUK DİLİNDE BELİRSİZLİK

Belgede Sosyal ve Beşeri Bilimler (sayfa 126-132)