• Sonuç bulunamadı

Jaspers 1933 Haziranındaki son ziyaretinde son derece şaşırmış bir halde Heidegger’e, ‘Hitler gibi cahil bir adam Almanya’yı nasıl yönetebilir?’ diye sorar. Heidegger buna karşılık: ‘Cehalet tamamen önemsizdir…siz sadece onun o harika ellerine bir bakın! (Safranski, 2008; 335) diye cevap verir. Jaspers bu cevap karşısında oldukça şaşırır ve elbette Heidegger’i bir daha görmez. Heidegger’in Nazi partisine üye olan bir rektör olması-başka türlüsü mümkün müydü?- bugün hâlâ birçok Alman için –felsefe dünyası için de kuşkusuz- en hafif tabirle utanılarak anımsanıyor. Hitler’in yalnızca Heidegger değil milyonlarca kişiyi harekete geçiren gücü, bunun dayanakları tartışma konusudur. Örneğin Haffner, Hitler’in en azından başlangıçta karakterinin ve konuşmalarının, arkasında toplananların oluşturduğu hareket için daha ziyade bir handikap oluşturduğunu düşünür. Ona göre durum şundan ibarettir:

“geniş çevrelerde Hitler 1930’da hala gri bir geçmişten, utanç verici bir karakterdi: 1923’ün Münih Mesihi, grotesk Birahane Darbesi’nin lideri. Ayrıca kişisel halesi de sıradan bir Alman için (sadece “akıllılar” için değil) daha ziyade iticiydi: Pezevenklere yaraşır saç kesimi, sahte bir pırıltı, Viyana banliyölerine has şive, çok sık ve çok fazla konuşması, saralılarınkine benzeyen hareketler, abartılı jestler, salyalar saçarak yaygaracılık yapması, kah gözlerini dikerek kah bakışlarını kaçırarak bakması ve tabii konuşmalarının içeriği: Tehdit etmekten ve hunharlıktan aldığı keyif, kanlı infaz fantezileri. 1930 yılında Spor Sarayı’nda onu avuçlarını patlatırcasına alkışlayanların çoğu, muhtemelen bu adamdan sokakta ateş bile istememeyi tercih ederlerdi. Ama tuhaf olan işte tam da burada kendini göstermeye başlamıştı: Bütün bu tiksinti verici çirkinliğin, bu çamura batmışlığın, bu yapış yapış iğrençliğin yarattığı büyüleyici etki. Bu yaratık daha ilk nutkunu atarken bir güvenlik görevlisi tarafından yaka paça bir daha onu kimsenin göremeyeceği ve kimsenin oraya ait olduğundan şüphe duymayacağı bir yere atılsa, kimse şaşmazdı bu duruma. Ama böyle bir şey olmadığı ve bu sırada da giderek kendini aştığı, daha delirdiği ve canavarlaştığı ve bu sırada da giderek daha fazla şöhret kazandığı ve daha göz önünde olduğu için, etkisi tam aksi yönde gelişti. Canavarın yarattığı cazibe ortaya çıktı (Haffner, 2018; 82-83).

Hitler’i cazibesi en çok ona yazılan mektuplarda açıklığa kavuşur. Kadın ya da erkek ona aşkını ilan edenler, onun için şiir yazanlar, gündelik yaşamında karşılaştığı sorunları anlatanlar, Yahudilerden şikâyetçi olanlar, Alman kadının nasıl olması gerektiği konusunda kitap yazanlar, çok içten bir şekilde mektubuna iliştirdiği çeşitli hediyelerle doğum gününü kutlayanlara dek

etmişlerdir. Hitler’e yazan “pek çok insan sanki aile fertlerinden biriymiş, hayranlık ve saygıyı hak eden bir yoldaşmış gibi ifadeler kullanırlar. Diğer bir grup ise dini terimlerle süslenmiş bir dil kullanarak onu kurtarıcı ilan eder” (Eberle, 2010; 14). Hitler mektuplara bizzat kendi cevap vermez, özel bir birim yanıtlama işini onun adına yapar. Mektupların içeriği zaman geçtikçe farklı tonlar alsa da yazanların Führer’lerine olan güvenleri asla sona ermez. Onlar için, Almanya Führer, Führer Almanya demektir.

Hitler’in propaganda yüklü konuşmalarının kitleleri nasıl bu derece etkilediği hâlâ merak konusudur. Führer’lerinin konuşmalarını dinlemek için kitleler kamusal alanları, en güzel kıyafetlerini giyerek hınca hınç doldururlar. Elbette Yahudilerin bu konuşmaları dinlemesi yasaktır. Klemperer, Hitler ile ilgili olarak; “hiç melodik olmayan ve bağırmaktan kasılan sesiyle, çok defa Almancaya uymayan kaba cümleleriyle, Almancanın dilsel karakterine tamamen ters düşen dümdüz retoriğiyle kitleleri nasıl kazanabildiğini, dehşet uzunlukta süreler boyunca onları nasıl bağlayabildiğini ve boyunduruk altında tutabildiğini kendi hesabıma hiç anlayamadım” (Klemperer, 2013; 67-68) diye yazar günlüğüne. Ona göre bu olsa olsa Birinci Dünya Savaşı’nın zayıflattığı ve ruhen sarstığı Alman halkının bünyesine bulaşan bir enfeksiyondur ve özgül bir Alman hastalığıdır (Klemperer, 2013; 69). Hitler’in konuşmalarında açığa çıkan dönemin dili tıpkı bir enfeksiyon gibi hızla yayılır. Kutsallığı kendinden menkul, çoğunlukla gramer hatalarıyla yüklü bu dili konuşan yalnızca Hitler değildir. İcat edilmiş yeni dil Nazizm’in tüm kadrolarınca kullanılır.

Konuşmaların içeriği gündem değiştikçe farklılaşsa da çoğunlukla Friedländer’in ifadesiyle tarihi değişmez bir iyi ile değişmez bir kötünün karşı karşıya gelmesi biçimindedir. Sonuç sadece dini terimlerle tasavvur edilebilir: Lanetleme ya da arınma (Friedländer, 2016; 125-126). Bu dinsel misyonu üzerine alan kurtarıcı, seçilmiş özel kişi Alman halkını kurtaracak kutsal savaşı başlatır.

Çoğu Alman’ın gözünde Hitler kurtarıcı yani Mesih’tir. Bunun böyle olmasında elbette kullandığı dilin etkisi büyüktür. Bir yanda yazdığı rejimin kutsal kitabı Kavgam diğer yanda ancak dini terimlerle has kullandığı üslup onu kurtarıcı mertebesine yerleştirir. Klemperer’e göre Nazizm’in dili ana hatlarıyla Kavgam’da sabitlenmiştir. Partinin 1933’te iktidara gelmesiyle de bir grup dilinden halk diline dönüşmüştür. Hem kamusal hem de özel alana yani politikaya, yargıya, iktisadiyata sanata, bilime, okula, spora, aileye, çocuk bahçelerine, kreşlere hâkim olmuştur (Klemperer, 2013; 30). Bu “hapishane dili” (Klemperer, 2013; 99) kolayca gündeliğe atıfta bulunabilir, gündelik dilin revaçtaki kelimelerine el atabilir, bu arada yeniyetmelere mahsus konuşma biçimlerini de kullanabilir, gayet ayık kafalı görünen yeni laflar da icat edebilirdi (Klemperer, 2013; 271). Zaten Nazizm’in eski Almanca konuşma biçimleri karşısındaki tutumu ikirciklidir. Bir yandan, bu konuşma biçimlerinin gelenekle bağını, Alman Ortaçağ’ına olan romantik meylini, herhangi bir Romalılık tarafından bozulmamış ilksel Cermen varlığıyla bağıntısını doğal sayıyor ve seviyordur; diğer yandan kesinlikle kendi çağına yakın ve ilerici modern olmak istiyordur. Hitler de ilk döneminde, dillerine belirgin bir eski Alman sedası veren Alman halkçı millicilerini tatsız bir rakip saymış ve onlarla bir hasım olarak mücadele etmiştir. Nitekim bir dönem propagandası yapılan Almanca ay isimleri asla kabul görmemiş, resmen de hiç kullanılmamışlardır. Diğer yandan bütün o runik harfler ve her nevi Cermen ön adı itibar kazanmış ve ortalığa dökülmüştür (Klemperer, 2013; 171-172).

Bahsi geçen ikircikli tutumla beraber Nazizm ancak bir iman dili olursa hedefine ulaşabilecektir. Bu sebeple de en başından beri Katolik kilisesiyle mücadele etse de kendini Katolisizme yaslar. Örneğin Nazi partisinin ilk kurbanları, Feldherrnhalle’de ölen on altı kişi, kültte ve dilde Hıristiyan şehitleri gibi muamele görmüştür. Onlarla ilgili gösteri resmigeçidin

takdis ediliyordur. Bu konudaki konuşma ve yazılarda “kan şahitleri” lafı da eksik değildir. Böyle seremonilere doğrudan veya sinemada izleyerek katılmamış olanlar varsa da, bu ifadelerin sofu kan kokusu onların kafalarını bulandırmaya yeterdir (Klemperer, 2013; 128). Şehitlik, kutsallık, arınma, diriliş hem Hıristiyan literatüründen devşirilmiş ve kamusal kullanıma sokulmuştur. Resmigeçit törenleri, posterler, icat edilmiş kutsal günlerde bunun izleri rahatlıkla görülebilir. Nazizm Hıristiyan ritüelinin, sembolizminin ve dilinin süslemelerini kasten kullanmıştır, fakat ideolojik seviyede ana akım Nazizm anti-Hıristiyandır (Griffin, 2014; 68).

Nazizm bir yandan Hıristiyanlıktan miras aldığı terim ve ritüellerle iş görürken diğer yandan da teknolojik metaforları da çok sevmiştir. Örneğin faaliyet halindeki insanlar hep motorlarla mukayese edilir. Örneğin Reich, Hamburg valisinin “yüksek devirle çalışan bir motor” gibi iş yaptığını yazar (Klemperer, 2013; 176). Klemperer günlüklerinde karşılaştığı birçok insanın da farkında ya da değil yerli yersiz teknolojik terimleri sıklıkla kullandığından bahseder:

“1936’da genç bir otomobil tamircisi, karbüratörümdeki müşkülatlı bir acil tamirat işini kendi başına halletmek üzereyken demişti ki: “İyi organize ettim ama değil mi?” “Organizasyon” ve “organize etmek” kelimeleri öylesine yer etmişlerdi ki kulağında, her çalışmanın önce organize edilmesi, yani disipline edilmiş bir gruba bir amir tarafından tevzi edilmesi gerektiği tasavvuruyla öyle doldurulmuştu ki zihni, tek başına üstesinden geleceği kendi görevini tanımlamaya uygun düşen “çalışmak”, “halletmek” veya “yoluna koymak” veya gayet sade “yapmak” gibi basit ifadeler aklına bile gelmiyordu” (Klemperer, 2013; 120).

Bu iki bağdaşmaz; gelenekselin dili ile tekniğin dili Nazilerin dünyasında kolaylıkla bir araya gelir.

Tüm bunların yanında Nazilerin dil kullanımında genişçe yer tutan terimler ve birbirinin yerine ikame eden özel roller yüklenmiş kelimeler mevcuttur. Örneğin “zararsız hale getirmek” öldürmek anlamına gelir (Friedländer, 2016b; 43), “cinayet” kelimesi yerine “huzur içinde ölmesini sağlamak” (Arendt, 2009; 63) ifadesi kullanılır. “Fanatik”, “kefil”, “milliyetçi kardeşlerimiz”, “vatan”, “Yahudice”, “tarihsel”, “emsalsiz”, “ebedi”, “dayatılmış” en sık başvurulan kelimelerdir. Yahudice Yahudi’den sık geçer çünkü tüm hasımları tek bir düşman halinde topaklaştıran parantezin kapanmasını sağlayan işte bu sıfattır: Yahudice-Marksist dünya görüşü, Yahudice-Bolşevik kültürsüzlük, Yahudice-kapitalist sömürü sistemi, Yahudice- Amerikan çıkarları (Klemperer, 2013; 199). Üstelik bu kullanım bir örneklik sergiliyordu. Diğer bir deyişle hem yazı dilinde hem de konuşma dilinde mutlak bir biçimde birörneklik mevcuttu. Klemperer’in ifadesiyle “Nazizm insanların etine ve kanına tek tek kelimelerle, deyimlerle, cümle formlarıyla giriyor, milyonlarca defa tekrarlanarak kendini dayatıyor, bunların mekanik ve bilinçsiz biçimde devralınmasını sağlıyordu” (Klemperer, 2013; 25). Halk tabakasından olanlar ya da entelektüeller hepsi bu dili konuşuyorlardı. Bu manada birörnek konuşma dili birörnek insan yaratımı anlamına geliyordu.

Klemperer, günlüklerinde yalnızca muktedirler değil mağdur olanların da birörnek dile dâhil olduğundan çeşitli örnekler vererek bahseder:

“Fabrikadaki işçilerin nasıl konuştuklarını, Gestapo canavarlarının nasıl konuştuklarını ve bizim aramızda Hayvanat Bahçesi’ndeki Yahudi kafeslerinin içinde insanların kendini nasıl ifade ettiğini gitgide daha dikkatle gözledim. Büyük farklar yoktu, hayır, aslında hiç fark yoktu. Kimsede şüphe yoktu, herkes, taraftarlar ve karşıtlar, faydalananlar ve kurbanlar, aynı örnekleri izliyorlardı (Klemperer, 2013; 22).

Galibin dili mağdurların dilini de belirler. Eğitimli, entelektüel ya da sıradan insanlar fark etmeksizin aynı dil evrenin içinden konuşurlar. Yahudiler konuşmalarında, mektuplarında, yayımlayabildikleri kitaplarında ve dergilerinde tıpkı nasyonal sosyalistler gibi onların kelimeleriyle, aynı ses tonunda farklı şeyleri anlatmaya çalışırlar. Bir filolog, Alman Dili ve Edebiyatı uzmanı Elsa Glauber bile bundan kaçamaz:

“Elsa sık sık, çocuklarının doğru Yahudi imanıyla yetişmelerine ne kadar önem verdiğini anlatıyor ama aynı zamanda hâlihazırdaki rezilliğe rağmen Almanya’ya –‘ebedi Almanya’ diyordu her seferinde-inancı içlerinde hissetmelerini istiyordu. ‘Benim gibi düşünmeyi öğrenmeli, İncil okur gibi Goethe okumalı, fanatik Almanlar olmalılar!’ İşte buydu, suratıma inen tokat. ‘Ne olmalılar dediniz, Bayan Elsa?’ –‘Fanatik Almanlar, tıpkı benim olduğum gibi. Ancak fanatik Almanlık anavatanımızı şimdiki gayrı Almanlık halinden arındırabilir.’ –‘Ne söylediğinizi biliyor musunuz Siz? Fanatikle Alman –yani Sizin kastettiğiniz anlamda Alman- kadar birbirine uymayacak iki şey olamaz, anlamıyor musunuz bunu…?’ Biraz öfkeyle, kitaptaki ‘Fanatik’ bölümünde not ettiğim her şeyi yağdırdım üzerine, parça bölük ve darmadağınık tabii, ama o oranda sert. Sonunda da dedim ki ona : ‘Can düşmanımızın dilini konuştuğunuzu anlamıyor musunuz? Böylece mağlubiyeti kabul ediyor, teslim oluyor ve tam da şu Almanlığınıza ihanet etmiş oluyorsunuz. Siz bunu anlamıyorsanız, Sizin gibi okumuş biri, Sizin gibi lekesiz bir Almanlığı savunan biri anlamıyorsa bunu –kim anlayacak, kim savuşturacak o zaman? Şu yalıtılmış müşkül halimizde özel bir dil geliştirmiş olmamız, Nazi lügatinde bizim için biçilmiş resmi tanımlamaları kullanmak zorunda kalmamız, şurada burada bu jargonun genişlediğini, jargonla ve İbranice kökenli kelimelerle cilveleşmeler olduğunu görmemiz, bütün bunlar doğaldır. Ama galibin diline boyun eğmek, hele bu galibin…! Else benim bu patlamamdan şaşkınlığa düşmüştü, başmüşavir ağırlığını kaybetti, kusurunu kabul etti, düzelteceğine söz verdi” (Klemperer, 2013; 214-215).

Klemperer savaş bittiğinde Elsa Glauber’den ve ailesinden bir daha haber alamaz. Ona göre aynı günaha o kadar çok örnek vardır ki Elsa bu konuda istisna oluşturmaz. Nazi diline mahsus kelimeler herkese bulaşmıştır. Dolayısıyla da herkes sorumludur. Klemperer’in ismini andığı diğer örnekler ise şöyledir:

“Genç K. Vardı mesela, hiç kültürlü birisi olmayan bir tüccar, tamamen Almanlıkta erimişti, beşikte vaftiz edilmişti ve kendini gayet doğal olarak Protestan sayıyordu. Yahudi diniyle hiçbir bağı yoktu. Siyonist yönelimleri hiç anlamıyor ve tabii bunlara asla hayırhah bakmıyordu…Lakin ‘Yahudi milleti’ ifadesini devralmıştı ve habire aynen Hitlerizmin kullandığı biçimde kullanıyordu, sanki bugün Alman milleti, Fransız milleti vs. ile aynı anlamda

terimini de tekrarlıyordu-bilinçli ve iradi olarak böyle bir milli birlik oluşturuyormuş gibi. Sonra bütün fiziki ve psişik yönlerden K.’nın tam zıddı olan Rusya doğumlu, Moğol çehreli S. vardı. Almanya’nın amansız düşmanıydı, bütün Almanlara da düşmandı çünkü bütün Almanları inançlı nasyonal sosyalistler olarak görüyordu. En kabasından Siyonist milliyetçisiydi ve bu Yahudi milliyetçiliğinin haklarını savunurken ‘milli menfaatlerden’ söz ediyordu (Klemperer, 2013; 216).

Görüldüğü üzere nasyonal sosyalizmin ötekisi olan farklı gruplara mensup olanlar benzer bir kaderi paylaşıyorlardı. Gündelik konuşmalarda insanlar hangi kelimeleri seçtiklerine çok dikkat etmediklerinden belki bu durumu gözlemlemek daha kolay olur. Ancak bu durum yalnızca gündelik dille sınırlı değildir. Klemperer Yahudi bir yayın organında mezar başında yapılan bir konuşma hakkında ‘Führer’imiz Levinstein’ın anısına’ başlığının atıldığına dikkat çeker. Bir cemaatin reisi Führer diye tanımlanmıştır (Klemperer, 2013; 219). Yalnızca Hitler’e ait bir tanımlamanın Yahudi bir cemaat liderine hitaben kullanılması ironik ama bir o kadar da acıklıdır. Galibin diline göre yaşamaya en yalın örnek bu olsa gerektir.

Klemperer sınırlı bir çevrede –birkaç Yahudi aile ile birlikte konakladıkları ev, çalıştığı fabrika, Dresden Gestaposu- karşılaştığı örnekleri günlüğüne kaydetmiştir. 13 Şubat 1945 akşamı Dresden bombardımanında genel kaostan yararlanıp Gestapo’dan kaçmayı başardığında ise ilk defa o dar çevresi dışına çıkabilmiştir. Savaşın son yıllarında farklı coğrafyalarda ve farklı insanlarda gözlemlediği daha önce karşılaştıklarından farklı değildir. Klemperer şöyle der:

“savaşın son üç ayında Saksonya ve Bavyera’nın o kadar fazla şehir ve köyünden geçtik, o kadar fazla sayıda gara, barakaya ve sığınağa uğradık, sonu gelmez şehirlerarası yollarda Almanya'nın bütün merkezlerinden, bütün coğrafyalarından, her bir köşe bucağından gelen, her zümreden, her yaştan tahsilli ve tahsilsiz, her türlü düşünme tarzına sahip, Führer’e –hala- mümince bir hürmetin de nefretin de her derecesini hisseden öyle çok insanla karşılaştık ki…Bunların hepsi, istisnasız hepsi, kah Güney kah Batı Alman, kah Kuzey kah Doğu Alman şivesiyle, evde Sakson ağzıyla işitmiş olduğum LTI’nin tıpa tıp aynısını konuşuyorlardı. Bu kaçış esnasında aldığım notlar tamamlayıcı ve teyit edici olmaktan ibaretti (Klemperer, 2013; 288-289).

SONUÇ

Görüldüğü üzere tıpkı bir dönemin, bir ülkenin çehresinden bahsedildiği gibi, bir devrin ifadesi de onun dilinde bulunur. Yukarıdan aşağıya doğru –bazen de tam tersi- örgütlenerek korkunç bir tekdüzelikle konuşan bu dil her türlü kötülüğün derecesinin saptanmasında nihai bir standart verir. Belirlenmiş bu yüksek standart kötülüğün bulaşıcı ve yenilenebilir olduğu gerçeği ile yüzleşmek anlamına da gelir. Diğer bir ifade ile Nazizm’in insanlığa mirası kötülüğün tekrar başka formlarla ortaya çıkabilecek olması ihtimalinin ne derece yüksek olduğudur. Dolayısıyla kötülükle yüzleşmek bir nebze de olsa bu ihtimale karşı en sağın tedbir görevi görecektir. Klemperer’in günlüklerini bu açıdan değerlendirmek uygun olur. Nazizm’in nasıl örgütlendiği, dil evrenini nasıl inşa ettiği, gündelik hayatı nasıl kuşattığı, bu dili konuşan kitlenin nasıl bir beden teknolojisiyle donatıldığı gibi bir dizi “nasıl” sorusuna günlüklerde cevap aranır. İmha kamplarından sağ kurtulanların birçoğu “tanık”lıklarını aktarmak adına kendilerini hayatta tuttuklarını ifade etmişlerdir. Klemperer ise imha kamplarına gitmemiş, Dresden’de sınırlı bir

ifade ile Klemperer maruz kaldığı bu kötülüğü Yahudi mirasıyla değil -ki Protestanlığa geçmiş, Siyonizm’den nefret eden hatta Siyonizm’i Nazizm ile kıyaslayan kuruntulu bir bilim insanıdır- filolog kimliği doğrultusunda anlamaya ve anlatmaya çalışmıştır. Onun bu tavrı imha kamplarından sağ çıkmayı başaran Primo Levi ve Jean Amery’nin mutlak karşıtıdır. İlk günlüklerinin gösterdiği gibi, Yahudi köklerinden başından beri utanç duyar ve 1945’ten sonra da bu kalır. Günlükleri, ölüm kamplarının kurbanlarıyla çağdaş bir dayanışma ifadesinden yoksundur (Richards, 1999; 129). Günlüklerin amacı içerisinde bulunduğu cehennemi mesleğinden yola çıkan bakışla aktarmaktır. Öyle ya da böyle onun tanıklığı rejim hakkında çok şey söyler.

Günlüklerde açığa çıkan Nazizm’in iktidar alanını tamamen kuşatan bir iletişim ağına sahip olduğu ve bu doğrultuda tarihsel varoluşunu kurduğu gerçeğidir. Şiddeti kutsayan, yayan bu “kahverengi Almanca” (Haffner, 2018; 77) bazen eski Almancadan bazen teknolojiden ödünç aldığı kelimelerle konuşur. Konuşmasında sürekli tekrarlar vardır. Böylece sade ve anlaşılır olmayı hedefler. Kimse bu dünyanın dışına çıkamaz. Ayrımı ebedileştiren kahverengi Almanca Nazizm çöktüğünde dahi varlığını sürdürür.

Klemperer Nazi eylemleri kaybolup gitmiş olsa bile Nazi zihniyetinin, düşünme alışkanlıklarının ve onun beslediği zeminin yani Nazizm’in dilinden kurtulmanın o kadar kolay olmadığını belirtir (Klemperer, 2013; 10). Derinlere kazınan faşizmin dilinin kalıcı varlığı Klemperer’in aktardığı şu örnekte en açık haliyle görülür:

“Lakin geçen de sokakta eski öğrencim L.’ye rastladım, onu son defa bölge kütüphanesine son gidişimde görmüştüm. O zaman duygudaş bir tavırla elimi sıkmıştı; bu bana tatsız gelmişti çünkü gamalı haçı takmıştı bile yakasına. Şimdi, yüzünde sevinçli bir ifadeyle yanıma yaklaştı: ‘Çok memnunum, kurtuldunuz ve tekrar görevinizin başındasınız!’ –Siz nasılsınız peki? –‘Kötü tabii, inşaat işçisi olarak çalışıyorum, çoluk çocuğu geçindirmeye yetmiyor, bedenen de müsait değilim bu işi uzun süre yapmaya.’ –Rehabilite edilmediniz mi? Sizi tanıyorum – vicdanınıza yük teşkil edecek caniyane bir iş yapmadığınıza eminim. Partide üst düzey bir göreviniz var mıydı, politik açıdan çok etkin miydiniz? –‘Kesinlikle hayır, ufak bir partiliydim.’ –O zaman niye rehabilite edilmediniz? –‘Bunun için başvuruda bulunmadığım için ve bulunamayacağım için’ -Anlamadım. Bir ara. Sonra, zorlukla, gözlerini indirmiş: –‘İnkar edemem, ona inanmıştım.’ –Ama şimdi hala inanıyor olamazsınız; nelere yol açtığını görüyorsunuz, rejimin bütün tüyler ürpertici cinayetleri apaçık serildi ortaya. Daha da uzun bir ara. Sonra, iyice sessiz: ‘hepsini teslim ediyorum bunların. Diğerleri onu yanlış anladılar, ona ihanet ettiler. Ama ona, ONA, hala inanıyorum’” (Klemperer, 2013; 138).

Sonuç olarak öğrenciniz, komşunuz, meslektaşınız ya da aynı şehri paylaştığınız yani beraber yaşadığınız insanlar için düşmana/ötekine dönüşmeniz bir anda mümkün olurken insana dönüşmeniz o kadar çabuk olmaz. Klemperer’in de belirttiği üzere savaş suçluları yargılanıyor, milliyetçi kitaplar dolaşımdan çekiliyor, Hitler meydanlarının isimleri değiştiriliyor olsa da onun dili karakteristik ifadede hayatta kalacak gibi görünüyor. Anti-faşist mücadeleden, demokrasinin karakteristik özelliklerinden bahsederken bile Nazizm’in merkezindeki ifadeler –mücadele, karakteristik- kullanılmaya devam ediyor (Klemperer, 2013; 24).

Bugün siyasalın dilinin nasıl işlediği ve hangi parametrelerle iş gördüğünü anlamak bakımından Klemperer’in anlatımı önemli bir yerde durur. Yalnızca tüm dünyada yükselen milliyetçi zehirli

hak eder.

KAYNAKÇA

Arendt, H. (2009). Kötülüğün Sıradanlığı, (Çev.Özge Çelik), İstanbul: Metis Yayınları.

Borowski, T. (2016). Taşlaşan Dünya, (Çev. Zeyyat Selimoğlu), İstanbul: Aylak Adam Yayınları. Eberle, H. (2010). Hitler’e Mektuplar, (Çev. Deniz İkizler), İstanbul: Aykırı Yayınları.

Friedländer, S. (2016). Nazi Almanyası ve Yahudiler Zulüm Yılları: (1933-1939) Cilt 1, (Çev. Ali Selman), İstanbul: İletişim Yayınları.

Grıffın, R. (2014). Faşizmin Doğası, (Çev. Ali Selman), İstanbul: İletişim Yayınları.