• Sonuç bulunamadı

Hadisten Öğrendiklerimiz

3. HEVÂ SAHİPLERİNDEN UZAKLAŞMAK ve ONLARA BUĞZ ETMEK

3. HEVÂ SAHİPLERİNDEN UZAKLAŞMAK ve ONLARA BUĞZ ETMEK

4599/4. Ebû Zer radıyallahu anhdan rivâyet edildiğine göre Resûlul lah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Amellerin en faziletlisi, sevdiğini Allah için sevmek ve kızdığına Allah için buğzetmektir.”[48]

Konuya Giriş

Önce konumuzun bâb başlığı hakkında bilgi verelim:

Bu başlıkta hevâ sahipleri diye tercüme ettiğimiz “ehlü’l-ehvâ” sözü, hicrî ikinci yüzyıldan sonra ortaya çıktığı tahmin edilen bir kelâm terimidir.

Hevâ, aklın ve dinin buyruklarına uymayan nefsânî arzu ve eğilimler demektir.

Ehlü’l-ehvâ tâbiriyle iki tür fikir akımı kastedilmiştir:

Bunlardan biri, Ehl-i Sünnet dışında kalan bütün İslâmî fırkalardır.

Diğeri de inanç konularında ilâhî bir kitaba dayanmayan beşerî görüşleri benimseyen kimselerdir.

Hevâ kelimesi, “yukarıdan aşağıya düşmek” anlamına da geldiği için, ehlü’l-ehvâ sözüyle, görüşlerinden dolayı cehenneme girecek kimseler anlatılmak istenmiştir.

Tâbiîn neslinin hadis ve fıkıh âlimlerinden Muhammed ibni Sîrîn (v.

110/728) gibi bazı âlimler, ehl-i ehvâyı yoldan çıkmış, yolunu şaşırmış kimseler olarak nitelemiş ve onlarla bir arada bulunmayı, özellikle de dinî konularda onlardan bilgi almayı sakıncalı görmüşlerdir. İşte bu sebeple Ebû Dâvûd bu bâba “Hevâ sahiplerinden uzaklaşmak ve onlara buğz etmek”

adını vermiştir.

İmâm Buhârî “ehlü’l-ehvâ” tâbiriyle bazı hadisleri kabul etmeyenleri kastetmiş ve onları, bir kısım âyetlere inanıp bir kısmını reddederek Kur’ân’ı alaya alanlara benzetmiştir.

Diğer hadis âlimleri ise “ehlü’l-ehvâ” sözüyle, Cehmiyye ve Mu‘tezile kelâmcıları başta olmak üzere genellikle selef çizgisi dışında kalan İslâmî fırkaları, hattâ daha çok ehl-i bid’atı kastetmişlerdir.

Dârimî de Sünen’inde[49] Ebû Dâvûd’un bâb başlığına benzer bir başlık açmış ve ona “Bâbü ictinâbi ehli’l-ehvâi ve’l-bida‘i ve’l-husûme:

Arzularına uyanlardan, bid’atçı ve münakaşacılardan uzaklaşmak” adını vermiştir.

Dârimî’nin bu bâb başlığı altında zikrettiği on iki rivâyetin tamamı ashâb ve tâbiîn büyüklerinin konuyla ilgili sözlerinden ibarettir. Misâl olarak bunlardan ikisini zikredelim:

“Abdullah ibni Ömer’e bir adam geldi ve: ‘Falanın sana selâmı var’ dedi.

Bunun üzerine İbn Ömer şunu söyledi:

‘Bana o adamın bid’at çıkardığını söylediler. Şâyet gerçekten bid’at çıkarmışsa, benden ona selâm söyleme!”

Hasan-ı Basrî (v. 110/728) ve İbni Sîrîn şöyle dediler:

“Arzularına uyanlarla (ashâbü’l-ehvâ) ne beraber oturun ne onlarla uğraşın ne de onlardan bir hadis veya bir bilgi alın.”[50]

Açıklamalar

Şimdi hadisimiz hakkında bilgi verelim: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu hadîs-i şerîfte şunları belirtmektedir:

Sevgi de nefret de dünyevî bir maksat için değil, sadece Allah rızâsı için olmalıdır. Allah rızâsı için birini sevmek veya birinden nefret etmek amellerin en faziletlisidir. Şu halde bir çıkar beklentisiyle veya nefsânî bir duygu sebebiyle birini sevmenin veya birinden nefret etmenin Allah katında hiç önemi yoktur.

4681 numarayla okuyacağımız hadîs-i şerîf, meselenin îmânla ilgili yönüne şöyle ışık tutmaktadır:

“Kim sevdiğini Allah rızâsı için sever, buğz ettiğine Allah için buğz eder, verdiğine Allah rızâsı için verir, vermediğine Allah rızâsı için vermezse, işte onun îmânı mükemmel olmuştur.”

Allah Teâlâ’nın rızâsını kazanmak için, iyi Müslümanlar’ı ve Allah dostlarını sevmelidir. Allah dostlarını sevmek, onların hayat tarzını benimsemekle olur. “Ben, falan sahâbîyi, falan tâbiîyi, falan Allah dostunu seviyorum” diyen biri şâyet onların yaşayış tarzını, ibadet ve ahlâk çizgisini benimsemiyor ve onların yolunu izlemeye çalışmıyorsa, “onları seviyorum”

sözü kuru bir laftan öteye geçemez.

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. İnsan, sevdiği kimseyi dünyevî bir menfaat için değil, Allah rızâsı için sevmelidir.

2. Sevilen kimse, iyi bir kul, sâlih bir insan olmalıdır. Böyle birini sevmek, onun yaşayış tarzını ve hayat görüşünü benimsemekle olur.

3. Müslüman, sevilmeye lâyık olanları sevmeli, hevâ ve heveslerinin peşinden gidenler ile bid’atçılardan uzak durmalı, onlara kesinlikle muhabbet duymamalıdır.

4600/5. Ashâb-ı kirâmdan Kâ‘b ibni Mâlik radıyallahu anh gözlerini kaybettiği zaman, ona kılavuzluk eden oğlu Abdullah şöyle dedi:

Babam Kâ‘b ibni Mâlik’ten dinledim. O, Tebük gazvesine Resûl-i Ekrem ile birlikte gitmeyişi yüzünden başına neler geldiğini şöyle anlattı:

“Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Müslümanlar’a, Tebük Gazve si’ne katılmayan, aralarında benim de bulunduğum üç kişiyle konuşmalarını yasakladı. Müslümanlar’ın bana karşı olan sert tutumları uzun süre devam etti. Bunun üzerine amcamın oğlu Ebû Katâde’nin bahçesine gidip duvardan içeri atladım ve kendisine selâm verdim. Vallahi selâmımı almadı.”

Daha sonra Ebû Dâvûd’un hocası İbnü’s-Serh, Kâ‘b ibni Mâlik’in tövbesinin kabul edildiğine dair âyetin (et-Tevbe 9/117-119) nâzil olması hâdisesini anlattı.[51]

Açıklamalar

Kâ‘b ibni Mâlik radıyallahu anh ile birlikte Tebük Gazvesi’ne katılmayan Mürâre bin Rebî‘ radıyallahu anh ve Hilâl ibni Ümeyye radıyallahu anh Bedir gàzilerindendi. Onların Müslümanlar tarafından boykot edilişi Buhârî[52] ve Müslim’in[53] Sahîh’lerinde bütün tafsilatıyla anlatılmaktadır.

Hadisimizin râvisi ve burada anlatılan olayın en önemli şahsiyeti olan Kâ‘b ibni Mâlik, Medine’nin Hazrec kabilesinden olup Resûlullah Efendimiz’in üç meşhur şâirinden biriydi. Kâ‘b, İkinci Akabe Bîatı’nda bulundu ve hemşehrileriyle birlikte Efendimiz’i Medine’ye dâvet etti. Uhud gazvesinde düşmanla yiğitçe savaştı ve on yedi yara aldı. Bu hadîs-i şerîfte onun ve diğer bazı Müslümanlar’ın Tebük gazvesine gitmemeleri, bu yüzden de Resûlullah Efendimiz’in emri üzerine ashâb-ı kirâm tarafından boykot edilmeleri anlatılmaktadır.

Onların katılmadığı Tebük seferi, hicretin dokuzuncu yılı Recep ayında (Ekim 630) yapıldı. Bu sefer, Müslümanlar için son derece önemliydi. Zira o yıl Medine’de ve diğer İslâm topraklarında büyük bir kuraklık hüküm sürüyordu. Bunu haber alan Bizans kralı Herakliyüs, Müslümanlar’a öldürücü darbeyi indirmek üzere kırk bin kişilik bir kuvvet hazırladı.

Peygamber Efendimiz bu haberi tam zamanında aldı ve Bizans ordusuyla savaşmaya karar verdi.

Allah’ın Resûlü savaşmak üzere nereye gidileceğini son âna kadar söylemezdi. Fakat şimdi mevsim sıcak, gidilecek yer uzak, düşman ordusu

ise oldukça kalabalıktı. Herkesin bu zorlu savaşa gereği gibi hazırlanabilmesi için seferin nereye yapılacağını açıkça söyledi.

Ancak münâfıklar, savaşa katılacak olan Müslümanlar’ın mâneviyâtını bozmaya çalıştılar. Bu aşırı sıcakta o kadar uzak yerlere gidilemeyeceğini, Herakliyüs’ün kalabalık ordusuyla savaşmanın intihar olacağını söylediler.

Bu propaganda bazı kimseler üzerinde gerçekten tesirli oldu. İşte bu sırada Müslümanlar’ı uyarmak için Tevbe sûresinin 38-41. âyetleri nâzil oldu. Bu âyetlerin ilkinde Allah Teâlâ şöyle buyuruyordu.

“Ey îmân edenler! Size ne oldu ki Allah yolunda topyekûn savaşa çıkın dendiğinde, olduğunuz yere çakılıp kaldınız. Yoksa âhirete karşılık dünya hayatına mı râzı oldunuz? Âhiretin yanında dünya zevki hiç denecek kadar azdır.”

Devamındaki âyet-i kerimelerde, şâyet Müslümanlar Peygamber aleyhisselâma yardım etmezlerse, ona Allah’ın yardım edeceği belirtiliyor, nitekim hicret sırasında Cenâb-ı Hakk’ın nasıl yardım ettiği hatırlatılıyordu.

Bu âyetler üzerine Müslümanlar hemen derlenip toparlandılar ve savaş hazırlığına başladılar.

Hz. Ömer ile Hz. Ebû Bekir radıyallahu anhümâ arasındaki ünlü hayır yarışı işte bu sırada meydana geldi. Hz. Ömer, bu yarışta arkadaşı Hz. Ebû Bekir’i geçmek için malının yarısını getirip Peygamber aleyhisselâma teslim etti. Onun bu niyetinden haberi olmayan Hz. Ebû Bekir ise bütün malını ortaya koydu. Zengin Müslümanlar’dan olan Hz. Osman, 950 deve ile 100 atı yine İslâm ordusuna bağışladı. Sonunda hazırlıklar tamamlandı ve otuz bin mücâhid Tebük yolunu tuttu.

Öte yandan İslâm tarihine Bekkâîn (ağlayanlar) diye geçecek olan bazı fakir Müslümanlar, maddî imkânları olmadığı ve bu sebeple savaşa katılamadıkları için hüngür hüngür ağladılar.

Münâfıkların çoğu bir bahâne uydurup savaşa katılmadı. İşin garibi, Bedir gazvesi dışında Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin yanı başında bütün savaşlara katılan Kâ‘b İbni Mâlik ile diğer iki Bedir gazisi de, ihmâlleri yüzünden Tebük savaşına gitmediler. Daha doğrusu nefislerine yenik düştüler.