• Sonuç bulunamadı

1.2. Katılım ve Katılımcı Yerel Yönetim

2.1.2. Hegel’de Sivil Toplum ve Devlet

18. yüzyıl’ın idealist düşünürlerinden olan Hegel, kendinden önceki düşünürlerin aksine sivil toplumu, siyasal toplum karşılığı değil, bugün kullandığımız anlamıyla, yani ondan bağımsız bir kavram ve olgu olarak ortaya koymuştur. Bu noktada Hegel bir ilktir. Devletin mutlak akıl olduğunu, devletin koyduğu yasaların da akılcı olduğunu dile getirmesine rağmen Hegel bir Alman idealistidir. Onun idealizminin, devlet anlayışından nasıl somutlaştığım rahatça görmek mümkündür. Ancak devlet-sivil toplum ikiliğinden önce onun temel felsefesinden, idealizminden söz etmek siyasal düşüncesini anlamak bakımından yerinde olacaktır. Hegel’in geliştirdiği ontolojik teoriye göre, varlık ve düşüncenin her ikisi de bir tek ilkede mevcuttur. Bu ilke doğa üstü evrensel bir ilkedir ve varlığın kaynağıdır ve bu evrensel bir akıldır, evrensel bir düşüncedir,

“geist” tir.103 Hegel’in evrensel devlet anlayışının temelini bu ontolojik teori teşkil eder.

“Hegel’e göre varlığın kaynağı olan bu evrensel ilke, diyalektik bir biçimde gelişerek yani diyalektiğin tez, antitez, sentez olarak üçlü adımına, üçlü aşamasına uygun bir biçimde doğayı, tarihi ve toplumu oluşturmuştır. Başka bir deyişle, doğa, tarih, toplum evrensel düşüncenin gelişmesinin aşamalarından geçerek çeşitli görünümler almışlar ya da çeşitli biçimde görülmüşlerdir ve bunlar evrensel ilkenin belli amacının gerçekleşmesidir. Hegel’e göre bu süreç şöyle açıklanmaktadır: Evrensel düşünce önce (ilk veri olarak) kendi içindedir, kendi kendinedir. Tez denilen bu aşamada evrensel düşünce bir varolma tarzı gösterir, yani kendisinin olmasından başka hiçbir belirtide bulunmaz; fakat bu haliyle var oluşu bir olanaktır. Evrensel düşüncenin kendini tanıması, kendisini bilmesi için, kendisine bir gerçeklik kazandırması, kendisini bir gerçekte görmesi gerekir. Evrensel düşünce kendini doğada gerçekleştirir. Artık o doğada başkalaşmıştır, kendine yabancılaşmıştır. Böylece antitez denilen ikinci aşama sağlanmıştır. Evrensel düşünce bu aşamada kendini özüyle geliştirmiştir. Bu gelişme, evrensel düşüncenin diyalektik gelişmesinde sentez denilen üçüncü aşamasındaki kültürde yada kültür yaratıcısı insan düşüncesinde kaybolur. Çünkü kendisini tanımak ve kendisini bilmek için hareket eden evrensel ilke, doğadaki yabancılaşmasından sonra insan düşüncesinde kendisinin bilincine varır ve böylelikle amacına ulaşmış olur. Bu, yabancılaşmasından kurtularak, evrensel düşüncenin özgürlüğüne kavuşması demektir. Fakat, bu özgürlük tek tek insanlar için öznel bir özgürlük değil, birey üstü durumlarda yani genel durumlarda gerçekleşmiş bir özgürlüktür; yasaya bağlı bulunan bir özgürlüktür.”104

Bu noktada Hegel günümüz sivil toplum anlayışının temelinde varolan birey özgürlüğüne ve onun felsefî temellerini atan doğa hukukçuları ve

103 Dogan Ergun, Yüz Soruda Sosyoloji El kitabı, Gerçek Yayınları, İstanbul, 1973, s 45-46

aydınlanmacı düşünürlerle ters düşmektedir. Onun birey anlayışında salt atomize bireyler ve onların doğuştan sahip oldukları özgürlükler yoktur. Onun bireysel hak ve özgürlüklere bakışı bireyin toplum içindeki yerini kendisine yüklediği ödevlere karşılık düşen haklar ve özgürlükler noktasındadır... Çağdaş devlette bütün insanlar özgürdür ve devlete hizmet etmekte, ülkü olarak kendi kendini gerçekleştirmenin en üstün biçimini bulabilirler. Devlette olumsuz inatçılık özgürlüğünün yerini yurttaşlığın “gerçek özgürlüğü” almıştır.105

Devleti böylesine kapsayıcı bir varlık olarak görmesi, özgürlüğe bireysel değil de kollektivist bir anlayışla yaklaşması onun devlet anlayışını anlamaya çalışırken önem kazanmaktadır.

“Hegel’in siyasal felsefesi iki temel konuyla ilgilidir; birincisi bireyciliğe yönelttiği eleştiriyle aşağı yukarı çakışan özgürlük teorisi ve bunun otoriteyle olan ilişkisi konusudur, ikincisi de devlet teorisi, devletin anayasa yapısı ve sivil toplumun kurumlarıyla ilişkisi konusudur. Özgürlük Hegel için toplumsal bir olaydır. Topluluğun ahlaki gelişmesinde ortaya çıkan toplumsal düzenin bir özelliği olarak görülmelidir. Bir Tanrı vergisi olmaktan çok, topluluğun desteklediği yasal ve ahlaki kurumların bireye verdiği bir statüdür. Hegel, bireyin doğuştan sahip olduğu özgürlüklerin varlığın/ dile getiren düşünürlere karşı kendi tezini savunurken, konuya ahlak açısından yaklaştır ve kişinin bir anarşi ortamında düşünülmesini eleştirmektedir. Ona göre devlet, bütün ahlaki amaçları tekeli altına almaktaydı ve birey ise ancak kendini devletin hizmetine adarsa onur ve özgürlük kazanmaktaydı. 106

Hegel devlete ve bireye verdiği değerler açısından eleştirilmiş, hatta Popper tarafından devlete taparak modern totaliter bir tavır sergilediği savunulmuştur. Poperin yaptığı bir iktibasta, Hegel’in devleti nasıl kutsadığı

105 George Sabine, Yakın Çağ Siyasal Düşünce Tarihi, Çev: Özer Ozankaya, Gündoğan Yayınları

görülmektedir. “Evrensel olan şey, devlette bulunur. Devlet, ilahi fikrin yeryüzündeki şeklidir. Bundan dolayı devlete kutsallığın yeryüzündeki tezahürü olarak tapmalıyız ve düşünmeliyiz ki, doğayı anlamak zor ise devletin özünü kavramak sonsuzca daha zordur... Devlet, Tanrı’nın dünyadan geçmesidir... Devlet bir organizma olarak düşünülmelidir... Esasında bilinç ve düşünce, bütünlüğe varmış devlete özgü şeylerdir. Devlet ne istediğini bilir... Devlet gerçektir ve gerçek gerçeklik zorunludur. Gerçek olan ebedi olarak zorunludur... Devlet kendisi için vardır. Devlete gerçekten var olan, gerçekleşmiş ahlaksal hayattır”. Hegel’e göre devlet her şeydir, birey ise hiç bir şeydir. Çünkü birey, herşeyini, fiziksel olduğu kadar manevi varlığını da devlete borçludur.107

Buna göre, başka belirttiğimiz diyalektik sürece tekrar dönecek olursak, evrensel düşünce bir ilke olarak ezelden beri var olduğunu evrensel düşüncenin yeryüzüne düşerek devlet olarak tezahür ettiğini bunun sonuçunda insanlar devletle bütünleşerek, onun bahsedeceği onur ve özgürlüklerle ona hizmet ettiklerini söyleyebiliriz. Devletle birey bütünleşmektedir ve ideal olan ortaya çıkmaktadır. Bu noktada kutsal, totaliter bir devlet anlayışıyla karşı karşıya Peki bunun içinde sivil toplum nerede durmaktadır ? Onun varlığı ve sınırları nereye kadardır.

Hegel’e göre toplumsal var oluşun etik doğası, bir bütünlük içinde insan hayatının çok boyutlu yapısını kavrayan üç “moment” e sahiptir: Aile, sivil toplum ve devlet bunların her biri farklı bir ilkeye göre örgütlenmiş olan bir insan ilişkileri ağıdır; insan hayatındaki zenginliğin tam anlamı bu üçü arasındaki diyalektik süreçte ortaya çıkmaktadır. Bu üç ilişki biçiminden yoksun bir kişinin insan olma niteliği derinlemesine sakatlanmıştır. Aile tikel özgeciliğe (alturism) yani bireyin kendi çıkarları yönünde değil, ailenin diğer üyelerinin çıkarları yönünde eylem isteğine dayalı bir insan ilişkisi türüdür. Birey, çocuklarının beslenmesi ve eğitimi yönünde kaygı duyarken, eylemi kendi çıkar kaygılarınca

değil, başka bireylerin yararına davranma isteğinde belirlemektedir. Bu tür eylem, toplumsal kural ve görevler olarak kutsallaştırılmıştır. Öte yandan aile, belli bir insan topluluğuyla sınırlı bir ilişkidir. Bu yüzden aile özgeciliği aşırı biçimde sınırlıdır. Kişilerarası ilişkinin ikinci momenti, Hegel tarafından “sivil toplum” (bürgerliche gesellshaft) olarak nitelenmektedir. Sivil toplum evrensel bencillik alanıdır. Kişi aile dışındaki tüm insanlarla kendi çıkarları temelinde ilişki kurar; çıkarlarını en yüksek düzeye çıkarmaya çalışır; başkalarının çıkarlarını, bu amaç için araç olarak görür. Dolayısıyla sivil toplum alanı, iktisadi etkinliğin özel meydanıdır... Ona göre piyasasının düzenli işlemesini sağlamak için, bir kurallar ve evrensel ilkeler kümesi gereklidir. Bunlar, bu kuralları dayatmaya yetkin yasa ve mahkemelerin gelişmesine yol açmaktadır. Buna göre Hegel, devletin evrensel özgecilik temelinde kurulmuş olduğunu ileri sürer. Hegerin diyalektik düşünce yapısı kapsamında bunun anlamı şudur: Devlet, aile ve sivil toplumun oluşturucu öğelerinin bir sentezidir. Devlet, bir yandan ailenin benzeridir: Yurttaşların kendi çıkarları değil, vergi ve askerlik hizmetinde olduğu gibi, başkasının gönencini geliştirecek doğrultuda davranmasını beklemektedir. Bu davranışlar, ancak böylelikle siyasal yapıyı oluşturan öteki üyelerle dayanışma bağlamında haklı ve meşru kılınabilir. Öte yandan devlet, sivil toplumun evrensel öğesini de kendi yapısında bütünleştirmektedir.108

Hegel’in insan hayatını oluşturduğu bu çerçeve içinde sivil toplumun, aile ile devlet arasındaki özerk alan içine oturtulduğunu görüyoruz. Görüldüğü üzere aile bireyden istek ve faaliyetler açısından farklı bir konuma sahiptir. Salt bireye mahsus bencil isteklerden farklı istekleri vardır. Korumacıdır, özgecidir. Bu yönüyle devletle özdeş tutulmuştur. Ve sivil toplum bu iki özgeci kurum arasına yerleştirilmiştir.

Onun devletle sivil toplum arasında kurduğu ilişkiye baktığımızda sivil toplumun yerinin ve anlamının daha iyi belirlendiği görülmektedir. Hegel’e göre

devlet ve sivil toplum arasında varsaydığı ilişki hem bir karşıtlık hem de bir karşılıklı bağımlılık ilişkisidir. Hegel’in söylediği anlamda devlet, kamu hizmetlerini görme, yasaları uygulama, polis görevlerini yürütme ve sanayi ve ekonomik çıkarları birbirine uydurma gibi bayağı işlerle uğraşan yararcı bir kurum değildir. Bütün bu işler sivil toplumun görevleridir.

Devlet gerektiğinde kuşkusuz bu işlere yön ve düzen verir, ama kendisi bizzat bu işleri görmez. Sivil toplum, akıllı bir denetim sağlamak ve ahlaki bir anlam kazanmak için devlete gerek duyar. Tek başına düşünüldüğünde toplumun, yanlızca bireylerin ele geçirici ve bencil güdüleri arasındaki karşılıklı etkilenmeden doğan mekanik yasaların yönetiminde olduğu görülür. Oysa devlet temsil ettiği ahlaki amaçları gerçekleştirme araçları için sivil topluma gerek duyar. Karşılıklı olarak birbirine bağımlı olmakla birlikte, devlet ve sivil toplum ayrı diyalektik düzeylerde bulunmaktadırlar. Devlet araç değil, amaçtır. Bu niteliğiyle sivil toplumu amaçlarını ulaşmak için kullanmakta yada metafizik bir anlam oluşturmaktadır.109 Ona göre devlet ile sivil toplum arasındaki ilişki, bir altlık-üstlük ilişkisi olmasına ve devletin otoritesinin üstünlüğüne karşın, karşılıklı bir ilişkiydi. Toplumun ekonomik hayatına manevi önem kazandıran şey, devletin ve onun kültürel amacının bu ekonomik hayata bağlı olmasıydı.

Hegel’in teorisine göre mülkiyetin sahibi ne devlettir ne de toplumdur. Mülkiyet insan kişiliğinin kaçınılmaz bir koşuludur. Bu görüş Locke’unkine benzemektedir. Gerçekte Hegel’in sivil toplumla ilgili düşünceleri, Alman toplumunu meydana getiren Lonca ve korporasyonların, zümre ve sınıfların, dernekler ve yerel toplulukların dikkatli hatta geliştirilmiş bir çözümlemesini anlatmaktadır. Bunları ve bunlara benzer şeyleri beşeri bakımdan vazgeçilmez saymaktadır. Bunlarsız bir halk biçimsiz bir yığın, bireyde bir tür beşeri atom olurdu, çünkü kişiliğine öz kazandıran şey ekonomik ve kurumsal bağlar ortamıdır. Dolayısıyla Hegel’e göre devlet aslında bireyler olarak yurttaşlardan

meydana gelmez. Birey, bir devletin yurttaşlığı gibi en üst saygınlık konumuna ulaşmadan uzun bir korporasyonlar ve dernekler zinciri ile devlete bağlanmalıdır.110

Genel olarak Hegel’in sivil toplum görüşü sağlam bir ilkeye dayanmaktadır; birey yalnız yurttaş olarak görüldüğü zaman, devlet her türlü insan topluluğunu kapsamı içine almak eğilimini göstermektedir. Gerçekte ise bu bütün totaliter biçimlerinin gösterdiği gibi, özgürlük değil, despotizmdir denilebilir.

Burada Popper’in, Hegel’e yönelik modern totaliter suçlaması önem kazanmaktadır. Ancak onun devlete atfettiği üstünlüğe rağmen, keyfi yönetimi reddetmesi noktasında çelişik bir durum ortaya çıkmaktadır.

“Onun anladığı anlamda devlet gücü üstündür ama keyfi değildir. Devlet düzenleyici güçlerini her zaman yasa biçimi altında uygulamalıdır. Devlet aklı temsil eder ve yasa da akılcıdır... Yasa, kapsamına giren herkese eşit biçimde uygulanmalıdır, çünkü genel olması dolayısıyla bireysel özellikleri gözönünde bulunduramaz. Despotizmin özü yasa tanımazlık; özgür ve meşruti bir hükümetin özü ise yasasızlığı önlemesi ve güven yaratmasıdır... Devletin iç yönetiminde yüksek etkinlik göstermesi ve özellikle yargı düzeninin, Hegel’in sivil toplumun ekonomik görevlerini yapabilmesi için vazgeçilmez saydığı mülkiyet ve kişi haklarını güven altına alması gereklidir.” 111

Bütün bunlara bakılarak Hegel’in çağdaş demokrasi teorisinde insan haklarını benimseyen hukuk devletine yaklaştığı görülmektedir. Ancak devletin kapsayıcılığı gözönünde bulundurulursa, Hegel’in düşüncelerinin liberal demokrasiden uzak olduğu açıkça görülmektedir.

O bireye geniş özgürlük alanları açtıkları için klasik liberal düşünürlere karşı çıkmıştır; Sivil toplumda bencil istek ve eylemlerden doğan

adaletsizliklerin giderilmesi ve özel çıkarların evrensel bir siyasal topluluk içerisinde sentezlenmesi görevini yüksek kamu otoritesi olarak anayasal devlete vermektedir. Sivil toplumun ancak bu sayede korunacağını söylemektedir.112