• Sonuç bulunamadı

Günümüzdeki anlamı kökeninden

uzaklaşmış

sözcükler geçmiş­

lerine ilişkin ipuçları verirler. Dolayısıyla, çalışma karşılığı alınan para anlamına gelen

emolument

sözcüğünün, bir zamanlar -afet­

lerden kötü niyetli yıldızlann sorumlu tutulduğu zamanlar- (La­

tince öğütmek anlamındaki

molere

sözcüğünden türeme) değir­

menciye

(miller)

ödenen ücret olduğundan şüpheleniriz.

Evrimciler, dildeki değişmeleri anlamlı benzetmeler kurmak için her zaman bereketli bir alan olarak görmüşlerdir. İnsanda­

ki apandis gibi, dişsiz balinalardaki embriyonik dişler gibi kulla­

nılmaya kullanılmaya yok olmaya yüz tutmuş yapılar için evrim­

sel bir yorum getirmeyi savunan Charles Darwin şöyle yazmıştı:

"tlkel organlar sözcüklerin yazılışında hala saklanan, fakat oku­

nuşunda yaran dokunmayan, bununla birlikte nereden türediği araştmhrken bir ipucu görevi yapan harflere benzetilebilir." Ge­

rek organizmalar, gerekse diller evrim geçirirler.

Bu deneme bir dizi ilginç olguyu anlatıyormuş gibi görünse de;

gerçekte yöntem üstüne soyut bir incelemedir ya da daha doğru­

su, bilim insanlarınca çok yararlanılan, fakat değeri az bilinen be­

lirli bir yönteme ilişkin bir yazıdır. Alışılagelmiş bilim adamı

im-22 pandanın başparmağı

gesine göre, bilim adamları deneye ve mantığa dayanır. Orta yaş­

lı, beyaz önlüklü bir adam (çoğu standart örnek cinsiyet ayrımcı­

lığı yapar) -bu, ister içe kapanıklığı yüzünden suskun, fakat ger­

çeğe ulaşmak için yanıp tutuşan biri olsun; isterse kaynayıp ta­

şan, garip davranışlı biri olsun- iki kimyasalı birbirine katar ve yanıtın şişede ortaya çıkışını gözler. Varsayımlar, öngörüler, de­

neyler ve yanıtlar: Başka bir deyişle, bilimsel yöntem.

Fakat pek çok bilim dalı bu yöntemle çalışmaz, çalışamaz da.

Bir fosilbilimci ve evrimsel biyolog olarak, benim işim geçmişte olmuşların yeniden inşasıdır. Geçmişte olanlar eşsiz ve karmaşık­

tır. Laboratuvar şişesi içinde yinelenemez. Tarihi inceleyen, özel­

likle yazılı tarihe ve yerbilim kayıtlarına geçmemiş kadim ve göz­

lenemeyen bir tarihi inceleyen bilim insanları deneyden çok çı­

karsamadan yararlanmak zorundadır. Tarihsel süreçlerin

günü­

müz.deki

so

nu

ç

la

n

n

ı incelemeli ve sözcüklerin, organizmaların ya da yeryüzü biçimlerinin, meydana geldiği kökten çağdaş duru­

muna dek uzanan patikayı yeniden inşa etmelidirler. Bir kez bu patika ortaya çıkarıldıktan sonra, tarihin niçin başka bir yolu de­

ğil de bu yolu izlediğinin nedenlerini belirleyebiliriz. Fakat gü­

nümüzdeki sonuçlardan patikaya çıkarsamayla nasıl ulaşabiliriz?

Tam söylemek gerekirse, geçmişte şu ya da bu biçimde bir pati­

kanın var olduğundan bile nasıl emin olabiliriz? Günümüzdeki bir sonucun değişmeyen bir evrenin durağan parçası olmayıp, ta­

rih içinde geçirdiği değişimin bir ürünü olduğunu nasıl biliriz?

Darwin'in karşı karşıya kaldığı sorun buydu; çünkü yaratılış­

çı karşıtları her türün ilk oluşumundan beri değişmemiş olduğu görüşündeydiler. Darwin günümüzdeki türlerin tarihin ürünleri olduğunu nasıl kanıtladı? Evrimin en çarpıcı sonuçlarına, orga­

nizmaların çevrelerine karmaşık ve kusursuz uyum sağlayışlarma yöneldiğini sanabiliriz: Kendini kuru yaprak diye yutturan kele­

beğe, ağaç dallarından ayırt edilemeyen balaban kuşuna, yüksek­

lerdeki bir martının ya da denizdeki orkinosun olağanüstü güzel­

likteki mühendislik tasarımına.

stephcn jay gould 23

Çelişkili bir biçimde, tam tersini yaptı. Garipliklerin ve kusur­

ların peşine düştü. Martı bir tasarım harikası olabilir; eğer insan peşinen evrime inanmışsa, kanadının tasarımı doğal seçilimin biçimlendirme gücünü yansıtmaktadır. Oysa evrimi kusursuz­

luktan yararlanarak gözler önüne seremezsiniz; çünkü, kusur­

suzluğun bir tarihi olması gerekmez. Hepsi bir yana, organ tasa­

rımında kusursuzluk hep yaratılışçıların benimseyegeldikleri bir sav olmuştur; onlar, yetkin mühendislikte tanrısal bir mimarın doğrudan dokunan elini görüyorlardı. Aerodinamik harikası olan bir kuşun kanadı, bugün nasılsa, tam öyle yaratılmış olabilirdi.

Oysa Darwin şöyle akıl yürüttü: Eğer organizmaların bir tarihi varsa, o zaman atalarının geçtiği evreler geride

kalıntılar

bırak­

mış olmalıydı. Bugünün koşullarında anlam taşımayan; yararsız, acayip, garip, aykırı geçmiş kalıntıları tarihin göstergeleridir.

Dünyanın bugünkü biçimiyle meydana gelmediğinin kanıtlarını sağlarlar. Tarih kusursuzluğa ulaştığı zaman, kendi izlerini ört­

müş olur.

Para ödeme anlamındaki genel bir sözcük, eğer bir zamanlar öğütme ve tahılla bir ilişkisi yoktuysa, niçin aslında bugün he­

men hemen yok olmuş bir mesleğe göndermede bulunsun? Ve bir balina embriyosu, -eğer atalarının işlevsel dişleri yok idiy­

se ve bu dişler yararının kalmadığı bir dönemde kalıntı olarak sürmüyorlarsa- niçin anasının döl yatağındayken daha sonradan yok edeceği dişler oluşturup tüm yaşamını balina çubuğundan bir süzgeçten deniz kabukluları süzerek geçirsin?

Hemen bütün organizmalarda gelişmemiş ya da kullanılmaya kullanılmaya körelmiş yapıların varlığı; onun sözleriyle, "bu ga­

rip durumdaki işe yaramazlıkla damgalanmış parçalar"ın bulun­

masının onu mutlu ettiği kadar başka hiçbir evrim kanıtı Darwin'i mutlu etmemiştir. "Soyun değişime uğrayarak türemesine ilişkin görüşüm bakımından, körelmiş organların kökeni basittir," diye sürdürür. Onlar anatominin işe yaramayan parçalarıdır; ataların­

daki işlevsel parçaların kalıntıları olarak korunmuşlardır.

24 pandanın bqparmağı

Bu genel görüş, körelmiş yapılar ve biyoloji dışındaki her ta­

rihsel içerikli bilim dalı için de geçerlidir. Günümüz koşullarında gariplik diye adlandırdıklarımız tarihin göstergeleridir. Bu üçle­

menin birinci denemesi aynı konuyu değişik bir bağlamda ortaya koymuştur. Pandanın "başparmağı" evrimi sergilemektedir; çün­

kü, kullanışsızdır ve bilek kemikleri arasındaki ışınsal sesamoid­

den bozma acayip bir parçadır. Gerçek başparmak, bir etoburun atalarındaki işlevine göre, koşma ve pençe atmak üzere biçimlen­

dirilmiş bir parmak olduğundan, bir otoburda bambuyu karşıdan destekleyen kavrayıcı parmak biçimine değiştirilemezdi.

Geçen hafta, biyoloji dışı düşüncelere daldığım bir sırada, "

ve

­

teran"

ve

"veterinarian "

gibi apayrı anlamlı iki sözcüğün nasıl olup da, aynı köke, -Latince

vetus,

"yaşlı"- sahip olduğunu düşü­

nürken buldum kendimi. Yine çözüm için dilin gelişimini ince­

lemeyi gerektiren bir gariplik.

Veteran

(emektar) sözcüğünün bir zorluğu yoktu; çünkü, köküyle günümüzdeki anlamı çakışıyor­

du. Bunda tarih içinde değiştiğine ilişkin bir belirti yoktu.

Vete­

rinarian

ilginç sonuç verdi. Kentte oturanlar veterinerleri şımar­

tılmış köpeklerinin, kedilerinin hizmetkarları olarak görmek eği­

limindedir. llk veterinerlerin (günümüzdeki vet'lerin çoğu gibi, - New Yorklu ağzıyla yaptığım kısaltmayı bağışlayın) çiftlik hay­

vanlarını ve sürülerdeki hayvanları sağalttıklarını unuttum.

Ve­

tus

sözcüğüyle bağlantısı, yük hayvanından, "yük altına girecek denli" yaşlı anlamından ileri geliyor. Sığır sözcüğünün Latincede karşılığı

vetrinae'dir.

Konusu tarihsel olan bilim dallarına ilişkin bu genel ilke, Yer­

küre için de geçerli olmalı. Levha tektoniği kuramı, gezegenimi­

zin yüzeyinin tarihini yeniden inşa etmemize imkan sağlamıştır.

Geçen 200 milyon yıl boyunca, günümüzün kıtaları Pangea adlı tek bir ana kıtadan parçalanarak dağılmışlardır. Pangea ise

225

milyon yıldan daha öncesinin kıtalarının birbirine kaynamasıyla oluşmuştur. Eğer günümüzdeki gariplikler tarihin göstergeleriy­

se, şu soruyu sormalıyız: Bugün hayvanların yapmakta

oldukla-sıcphcn jay gould 25

n acayip şeyler, daha önceki kıta konumlarına uyarlanmanın so­

nucu gibi düşünülürse, daha anlaşılır duruma gelebilir mi? Doğa tarihinin en büyük bulmacalanndan ve harikalarından biri, pek çok hayvanın izlediği uzun ve dolambaçlı göç yollarıdır. Kimi aşın uzaklıkta yer değiştirmeler, mevsimden mevsime elverişli iklimlere gidişin en kısa yolu olarak düşünüldüğünde akla yakın gelir. Bu yolculuklar, iri memelilerin her yıl kışlan Florida'ya me­

tal kuşlar içinde göçmelerinden daha garip değildir. Fakat bazı hayvanlar, yakında başka uygun yerler bulunmasına karşın -bes­

lenme alanlarından üreme alanlarına- hiç umulmayacak bir şaş­

mazlıkla binlerce mil göç ederler. Acaba bu acayip göç yolların­

dan bazıları, eski kıta konumlarını gösterir bir harita üzerinde betimlendiğinde daha kısa ve akla yakın gelebilir mi? Yeşil kap­

lumbağaların göç yolları konusunda dünyaca ünlü uzman Archie Carr benzer bir öneri ortaya attı.

Bir yeşil kaplumbağa

(Chelonia mydas)

popülasyonu, Atlan­

tik ortasındaki küçük, her yerden uzak Ascension adasında yuva yapar ve ürer. Londra lokantalarının çorba şefleriyle, Majestele­

rinin deniz kuvvetlerinin erzak gemileri bu kaplumbağaları bu­

lalı ve tüketmeye başlayalı çok olmuştur. Fakat kaplumbağaları Ascension'da etiketleyip daha sonra beslenme alanlarında yeni­

den bulan Carr'ın keşfettiği hiçbirinin aklından geçmemişti.

Che­

lonia

üremek için Brezilya kıyılarından

2000

mil uzakta bu "tüm kıyılardan yüzlerce mil uzaktaki iğne başı denli küçük karaya, okyanus ortasında zor görülen sivri tepeye" yolculuk yapmak­

tadır."

Kaplumbağaların beslendikleri alanlarla üreme alanlarını ayır­

malarının haklı nedenleri vardır. Sığ deniz odaklarındaki deniz çayırlarıyla beslenir, kumsalların oluştuğu açık kıyılarda, daha da iyisi, yırtıcı hayvanların az görüldüğü adalarda ürerler. iyi de, gö­

rünüşte çok daha yakın başka üreme alanları varken okyanusun ortasında bir yere dek

2000

mil yol kat etmek niye?

(Aynı

türden bir başka büyük popülasyon da Kostarika'nın Karayip

kıyıların-26 pandanın başparmağı

da üremektedir.) Carr şunları yazıyor: "Kaplumbağaların zorluk­

ları bir biçimde aştıkları apaçık ortada olmasa, böylesi bir yolcu­

luğun önündeki engeller aşılmaz gibi görünecekti. n

Carr şöyle akıl yürüttü: Belki de bu uzun ve serüvenli yol­

culuk, çok daha akla yakın bir yolun garip bir biçimde uzadı­

ğı; Atlas Okyanusu yakın geçmişte birbirinden kopmuş iki kıta arasında büyükçe bir gölcük kadarken, ortasındaki bir adaya ya­

pılmış bir yolculuktu. Güney Amerika'yla Afrika 80 milyon yıl önce birbirinden ayrıldığında,

Chelonia

cinsinin ataları bölgede zaten bulunmaktaydı. Ascension, Atlantik Ortası Sırtla bağlantı­

lı bir adadır. Bu doğrusal sırt boyunca yerkürenin içinden taşan magma deniz dibi yayılmasıyla yeni okyanus tabanını oluşturur.

Taşan malzeme genellikle adalar oluşturmaya yetecek denli yük­

seklikte yığılır.

Atlantik Ortası Sırt'ın oluşturduğu günümüz adalarının en büyüğü lzlanda'dır; Ascension aynı sürecin daha küçük ölçek­

lisidir. Sırtın bir yanında adalar yükseldikten sonra diş macunu gibi çıkmayı sürdüren yeni malzeme yardımıyla öteye itilirler.

Dolayısıyla, sırttan uzaklaştıkça adalar daha yaşlı olma eğilimi gösterirler. Fakat ayrıı zamanda küçülme eğilimindedirler ve aşı­

na aşına sonunda sualtı tepelerine dönüşürler; çünkü, etkin bir sırttan uzak kalınca yeni malzeme gelişi kesilmiş olur. Mercanlar ya da başka organizmaların oluşturduğu bir kalkanla korunup yükseltilmezlerse, adalar dalgalarca aşındırılıp deniz düzeyi altı­

na inecektir. Ayrıca, yükselmiş bir sırtın yamacından aşağı, okya­

nusun derinliklerine doğru tedricen indikçe de batarak gözden kaybolabilirler.

Bu nedenle Carr şu öneriyi ortaya attı: Ascension'lu yeşil kap­

lumbağaların atalan, yerbilimsel zaman birimlerinden geç Kreta­

se döneminde, Brezilya kıyılarından Atlantik Ortası Sırt üzerin­

deki "ilk Ascension"a varmak için yüzdükleri sırada mesafe azdı.

Ada uzaklaşıp batarken, sırt üzerinde bir yenisi meydana geldi ve kaplumbağalar biraz daha uzağa gitmeyi göze aldılar. Her gün

bi-stcphen jay guuld 2 7

raz daha uzun yol koşarak sonunda maratoncu olan koşucu gibi, ilerleyen bu süreçte kaplumbağalar kendilerini 2000 millik bir yolculuğun içinde buldular. Bu tarihsel varsayım, kaplumbağa­

lann mavi enginde bu noktayı nasıl bulduklarına ilişkin büyü­

leyici soruyu ele almıyor. Yumurtadan çıkan yavrular kendileri­

ni Ekvator Akıntısı'na bırakarak Brezilya'ya dönüyorlar fakat ora­

dan geriye nasıl dönüyorlar? Carr'ın varsayımına göre, yolculu­

ğa gökyüzündeki ipuçlanna bakarak başlıyorlar ve Ascension'un izini sürerek, sulannın özelliğini (tadını? kokusunu?) anımsaya­

rak sonunda yurtlanna dönüyorlardı.

Carr'ın varsayımı, garip olandan yararlanarak tarihi yeniden inşa etmenin yetkin bir örneğidir. Keşke anlattıklanna inanabil­

seydim. Gözlem ve deneylere ilişkin zorluklar değil beni tedirgin eden, çünkü kuramı inanılmaz yapan bunlar değil. Örneğin, eski­

sinin yerini almak üzere hep tam zamanında ortaya yeni bir ada çıktığından emin olabilir miyiz? Çünkü tek bir kuşak boyunca bile aksasa, adanın bulunmayışı sistemde kopukluk yaratacaktır. Ve her yeni ada hep bulunmayı kolaylaştıracak denli "rota üstünde"

mi yer alacaktı? Ascension'un kendi yaşı yedi milyon yıla yakın.

Beni tedirgin eden daha çok kuramsal bir zorluk. Eğer tüm

Chelonia mydas

türü Ascension'a göç ettiyse ya da daha doğru­

su, akrabalık bağı olan bir türler kümesi bu yolculuğu yaptıysa, karşı çıkmam söz konusu olmayacaktır; çünkü, davranış da bi­

çim kadar eski ve soya bağlı olabilir. Fakat

C. mydas

dünyanın her yerinde yaşayıp üremekte. Ascension'lu kaplumbağalar üre­

yen pek çok popülasyondan yalnız birini temsil ediyor. Kadim ataları 200 milyon yıl önce Atlantik gölcüğünde yaşamış olabi­

lirse de,

Chelonia

cinsine ilişkin kayıtlarımız on beş milyon yıl­

dan öteye gitmezken,

C. mydas

türü büyük olasılıkla çok daha genç olsa gerek. (Fosil kaydı, tüm kusurlarına karşın, on milyon yıldan uzun süre hayatta kalan çok az sayıda omurgalı olduğu­

nu gösteriyor.) Carr'm kurgusuna göre, ilk-Ascension'a ilk yol­

culuklan yapan kaplumbağalar

C. mydas'a

oldukça uzaktan

akra-28 pandanın başparmağı

baydılar (en azından ayrı bir cins içinde yer alıyorlardı). Bu Kre­

tase yaşlı atadan, günümüzün yeşil kaplumbağasına dek birkaç türleşme olayı geçmiştir. Şimdi, eğer Carr haklıysa, olmuş olabi­

lecekleri düşünelim. Atasal tür çok sayıda üreme popülasyonu­

na ayrılmıştır; bunlardan yalnızca biri ilk-Ascension'a gitmiştir.

Bu türler, kendileriyle

C. mydas

arasında kaç evrim basamağı var­

sa, o denli çok evrim geçirmişlerdir. Her basamakta, Ascension popülasyonu bütünlüğünü korumuş; bir türden ötekine geçişte, kendi dışındaki popülasyonlarla uygun adım değişim geçirmiştir.

Ancak bildiğimiz kadarıyla evrim bu biçimde işlemez. Yeni tür­

ler küçük, yalıtılmış popülasyonlarda ortaya çıkar ve daha sonra yayılırlar. Bir türden ötekine geçişte, dört bir yana dağılmış tür­

lerin alt popülasyonları birbirine koşut olarak evrilmezler. Eğer alt popülasyonlar ayrı birer üreme birimiyseler, hepsinin aynı bi­

çimde evrim geçirme ve yeni bir tür olarak nitelenebilecek denli değiştiklerinde birbirleriyle çiftleşme olasılıkları ne kadardır?

C.

mydas

'ın çoğu tür gibi, küçük bir alanda, son on milyon yıl için­

de bir ara, Afrika'yla Güney Amerika bugün olduklarından çok daha yakın değilken ortaya çıktığını sanıyorum.

1965 yılından önce, kıtalann kayması böylesine benimsenmiş değilken Carr, bana akla yakın gelen başka bir açıklama öner­

di. Akla yakın gelmesinin nedeni, Ascension popülasyonunu

C. mydas'ın

evrilmesinden sonra türetiyor olmasındandı. Onun savına göre, Ascension popüslasyonunun ataları Batı Afrika'dan Ascension'a rastlantı sonucu Ekvator Akıntısı'yla sürüklenmişler­

di. ( Carr, Batı Afrika' dan bir başka kaplumbağanın,

Lepidochelys olivacea'nın

da Güney Amerika kıyılarını aynı yolu izleyerek yurt tuttuğuna işaret ediyor.) Yumurtadan çıkan yavrular aynı doğu­

batı yönlü akıntıyla Brezilya'ya sürüklendiler. Doğal olarak, asıl sorun Ascension'a dönüşleri fakat kaplumbağa göçlerinin işleyişi öylesine gizemli ki, daha önceki kuşaklardan aktarılmış gen bil­

gisi olmasa da, kaplumbağaların doğdukları yerin anısını akılla­

rında tuttuklarını varsaymanın önünde bir engel görmüyorum.

stephen jay gould 2 9

Carr'ın düşüncesini değiştirmesindeki tek etkenin kıtalann kaymasının doğrulanması olduğunu sanmıyorum. Yeni kuramı­

nı benimsemesindeki nedenin, bilim insanlarınca genellikle yeğ­

lenen (putkırıcı tavrımla yanlış bulduğum) bazı açıklama biçim­

lerini koruması olduğunu, dolaylı biçimde söylüyor. Carr'ın yeni kuramına göre, şaşkınlık uyandıran Ascension rotası yavaş ya­

vaş, aklın alacağı ve öngörülebilir bir biçimde adım adım evrildi.

Daha önceki görüşüne göreyse, ani bir olaydır; rastlantısal, ön­

ceden kestirilemeyen tarihsel bir saçmalıktır. Evrimciler rastlan­

tısal olmayan, tedrici kuramlarla daha rahat olma eğilimindedir­

ler. Öyle sanıyorum ki, bu Batı düşünce geleneklerinin derin bir önyargısıdır; yoksa, doğanın yöntemlerinin bir yansıması değil (bkz. 5. bölümdeki denemeler) . Carr'ın yeni kuramını geleneksel bir felsefeyi/düşünce düzenini destekleyen yürekli bir varsayım olarak görüyorum. Yanlış olduğu kanısındayım fakat yaratıcılığı­

nı, çabasını ve yöntemini alkışlıyorum; çünkü, değişimin göster­

gesi olarak garip olandan yararlanma biçimindeki büyük tarih il­

kesini izliyor.

Korkarım ki, kaplumbağalar tarih biliminin bir başka yönünü sergiliyor - bu kez sergiledikleri bir açıklama ilkesi yerine, çare­

sizliktir. Sonuçların nedenleri kuşkuya yer bırakmayan biçimde belirledikleri ender görülür. Eğer fosiller ya da insan yazılarına dayalı doğrudan kanıtlardan yoksunsak ve eğer bir süreci yalnız­

ca günümüzdeki sonuçlarına bakarak çıkarsamak zorundaysak;

o zaman, genellikle engellenmişizdir ya da olasılıklar üstüne kur­

gulamalara kalmışızdır. Çünkü bunca yol bolluğunda, yollar ne­

redeyse herhangi bir Roma'ya çıkabilir.

Karşılaşmanın bu bölümünü kaplumbağalar kazandı, neden olmasın? Portekizli denizciler Afrika kıyısından açılamazken,

Chelonia mydas

dosdoğru okyanusun ortasındaki bir adaya doğru yüzdü. Dünyanın en üstün bilim insanlan yüzyıllardır denizde, havada yön bulmayı sağlayan araçlar bulmaya uğraşırken,

Chelo­

nia

gökyüzüne bakıp rotayı tutturdu.

3