• Sonuç bulunamadı

"Yana yakıla dar boğazdan yukarı yelken açtık," diye anlatır Ody­

sseus. "Bir yanımızda deniz canavan kılığındaki su perisi Scylla vardı. On iki ayağını sarkıtıp sallandırmıştı ve çok uzun altı boy­

nunun her birinin üzerinde korkunç bir kafa ve her kafanın için­

de, kara ölüm dolu üç sıra sık ve kapalı diş vardı. Ve öteki yanı­

mızda, gemi yutan heybetli Charybdis tuzlu deniz suyunu içine çekiyordu. Büyük bir ateş üzerine oturtulmuş bir kazan gibi her dışa püskürtüşünde, belalı derinlikleri fokurduyordu." Odysse­

us, Charybdis'in çevresini dolanmayı başarır; fakat, Scylla adam­

larından en iyi altı kişiyi yakalayıp gözleri önünde yutar. "Deniz­

de yol arayarak geçirdiğim zorlu yaşamımın tümü boyunca göz­

lerimin gördüğü en acıklı olaydı bu."

Söylencelerimizde ve metaforlarda, büyülü tuzaklar ve bela­

lar çoğu kez -kırk satır mı, kırk katır mı dercesine- çifter çif­

ter başa gelir: Tavayla ateş ya da şeytanla derin mavi deniz gibi.

iki başlı beladan kaçınmanın yolu olarak ya Hıristiyanlık yayıcı­

larının uzun, ince yolu gibi direşken bir kararlılık önerilir ya da Aristo'nun altın ölçüsü gibi, sevimsiz seçeneklerin bir ortalama­

sı önerilir. Sevimsiz aşın uçların arasını ortalayan bir yol

tuttur-60 pandanın başparmağı

mak, sağduyulu bir yaşam için en önemli buyruk olarak ortaya çıkmaktadır.

Bilimsel yaratıcılığın doğası, hem sonu gelmeyen bir tartışma­

nın konusudur hem de bir altın ölçü arayışına konu olmaya baş adaydır. Karşıt uçlardaki iki aşırı tutum, gözükaraları yanlarına çekmek için birbiriyle doğrudan rekabete girmemiştir. Tersine, ardışımlı biçimde birbirlerinin yerini almaları sonucu, biri yük­

selişteyken, öteki gölgede kalmıştır.

Birinciler -Tümevarımcılar (deneyim ya da deney kanıtlarına dayalı önermelerden genel ilkeler oluşturmak üzere akıl yürüten­

ler - ç.n.)- büyük bilim insanlarının en başta büyük gözlemciler ve bilgi derleyiciler olduğunu öne sürüyorlardı. Tümevarımcılara göre, yeni ve önemli kuramlar, yalnızca sağlam bir olgular teme­

li üzerinde yükselebilirdi. Bu mimar yaklaşımlı görüşte, her bir olgu plansız inşa edilmekte olan bir yapının birer tuğlasını oluş­

turmaktadır. Bütün tuğlalar yerli yerine konmadığı sürece kura­

ma (tamamlanmış binaya) ilişkin söylenecek her söz ya da dü­

şünce budalaca ve hamdır. Tümevarımcılık bir zamanlar bilim dünyasında büyük saygı görüyordu; hatta, adı konmamış "res­

mi" bir tutumu temsil ediyordu. Çünkü bilimde kesin dürüstlü­

ğün ve tam nesnelliğin, son ve tartışılmaz gerçeğe doğru neredey­

se kendiliğinden ilerleyişin varlığının -ne denli gerçek dışı olursa olsun- çığırtkanlığını yapıyordu.

Oysa tümevarımcılığı eleştirenlerin haklı olarak ileri sürdüğü gibi, tümevarımcılık bilimi duygusuz, neredeyse insansız bir alan olarak betimliyordu. Bu alanda olağan dışı rastlantılara, sezin­

lemeye ve gündelik dildeki deha kavramıyla ilintili öznel nite­

liklerimizin hiçbirine yer yoktu. Eleştirenlere göre büyük bilim insanları başkalarından, deney ya da gözlem becerilerinden daha çok sezgi ve sentez güçleriyle ayrılırlar. Tümevarımcılığa yönelik eleştiriler kuşkusuz doğrudur ve son otuz yıl boyunca tahtından indirilişini daha iyi kavranması yönünde bir başlangıç olarak kar­

şılıyorum. Yine de, tümevarımcılığa bunca sert saldmrken, kimi

stephen jay gould 61

eleştirmenler, onun yerine yaratıcı düşüncenin temelde öznel olduğuna ilişkin eşit ölçüde aşın ve kısır bir alternatif koyma­

ya uğraşmışlardır. Bu "eureka"cı görüşte yaratıcılık sözle anla­

tılamaz ve betimlenemez ölçüde harika, yalnızca dahilerin eri­

şebildiği bir şeydir. Hiç beklenmeyen, önceden kestirilemeyen, çözümlenemeyen bir yıldırım düşmesi gibi ortaya çıkar fakat, bu yıldırımlar yalnızca birkaç özel kişiye düşer. Biz sıradan ölümlü­

ler küçük dilimizi yutmuş olarak ve şükran duygulanyla bakmak durumundayızdır. (Bu gruptakilerin adı, doğal olarak, Syracuse sokaklarında eureka [Buldum! diye bağırarak çırılçıplak koşan Arşimed'in dillere destan öyküsüne göndermedir; içinde yıkandı­

ğı tekneye batan gövdesinin taşırdığı suyu görerek birdenbire gö­

zündeki perde kalkmış ve bir hacim ölçme yöntemi önermiştir.) Bu karşıt uçların her ikisi de bende aynı ölçüde düş kırıklığı yaratmıştır. Tümevarımcılık dehayı yavan, ezbere işlemlere indir­

gemektedir; eurekacılıksa dehayı, kavrayıp yararlanabileceğimiz bir konuma oturtmaktan çok, içkin bir giz alanında erişilmez bir konuma oturtmaktadır. Her iki görüşün iyi yanlarını birleştirip, gerek eurekacılığın seçkinciliğini gerekse tümevarımcılığın sıkıcı niteliklerini bir yana bırakamaz mıyız? Yaratıcılığın kişisel ve öz­

nel niteliğini kabul edip; yine de, -onlara benzemeyi değilse bile onları anlamayı umabilmek için- yaratıcılığı hepimizde iyi kötü ortak yeteneklerin vurgulandığı ya da abartıldığı bir düşünce şek­

li olarak anlayamaz mıyız?

Bilim menkıbeciliğinde az sayıda kişi öylesine yüksek bir ko­

numdadır ki; eğer herhangi bir sav geçerlilik taşıyacaksa kesin­

likle onlara uygulanabilir olmalıdır. Evrimsel biyolojinin baş er­

mişi olması nedeniyle Charles Darwin hem bir tümevarımcı hem de eurekacılığın önde gelen örneği olarak sunulmuştur. Bu yo­

rumların ikisinin de aynı ölçüde yetersiz olduğunu ve Darwin'in doğal seçilim kuramına ulaşması üstüne yapılan son araştırma­

ların ortada bir tutumu desteklediğini göstermeye çalışacağım.

Darwin'in zamanında tümevanmcılığın saygınlığı öylesine

bü-6 2 pandanın başparmağı

yüktü ki, Darwin'in kendisi de bu akımın etkisinde kaldı ve yaş­

lılığında gençlik başarılarını o ışık altında, yanlış biçimde betim­

ledi. Yayımlanmasını amaçlamaksızm çocuklarına bir ahlak dersi olmak üzere yazdığı otobiyografisinde, tarihçileri neredeyse yüz yıldır yanıltagelen bazı ünlü satırlar kaleme aldı. Doğal seçilim kuramına gidişte izlediği yol konusunda şunu savladı: "Gerçek Bacon ilkelerine uyarak çalıştım ve olguları herhangi bir kurama göre olmaksızın, toptancı bir yaklaşımla derledim. "

Tümevarımcı yorum, Darwin'in

Beagle

adlı gemide geçirdiği beş yıl üzerine eğilir ve keskin gözlem gücünü tüm dünyaya uy­

gulaması sonucunda din öğrenciliğinden, nasıl din adamlarının öfke duyduğu biri durumuna geldiğini açıklar. Gelenekselleşmiş öyküye göre, Güney Amerika'nın dev memeli fosillerinin kemik­

lerini, Galapagos'un kaplumbağa ve ispinozlarını, Avustralya'nın keseli faunasını birbiri ardı sıra gördükçe Darwin'in gözleri gitgi­

de faltaşı gibi açılır. Olguları tam bir nesnellik eleğinden eledik­

çe, evrim gerçeği ve evrimin doğal seçilim düzeneği ona kendisi­

ni yavaş yavaş kabul ettirir.

Bu öykünün yetersiz yanlarının en iyi sergilendiği yer, Darwin'in Galapagos ispinozları olarak bilinen, gelenekselleşmiş örneğin gerçek dışılığıdır. Bugün artık biliyoruz ki, bu kuşların yakın geçmişte Güney Amerika ana karasında ortak bir atası bu­

lunmuşsa da, çok etkileyici bollukta türlere ayrılmaları açık de­

nizdeki Galapagos'ta olmuştur. Karada bulunan türlerden pek azı Güney Amerika'yla Galapagos arasındaki geniş okyanus engeli­

ni aşmayı başarabilmiştir. Fakat talihli göçmenler çoğunlukla pek kimsenin bulunmadığı bir dünyayla karşılaşır. Bu dünyada ka­

labalık ana karadaki gibi olanaklarını kısıtlayan rakipler yoktu.

Böylece ispinozlar olağan koşullarda başka kuşlarca üstlenilen rolleri üstlenme yönünde evrilip; tohum çatlatma, böcek yeme ve hatta, böcekleri bitkilerin içinden dışarı çıkartmak için kaktüs dikenini alet olarak kullanma gibi beslenmeyle ilgili o ünlü bir dizi uyarlanmayı geliştirdiler. Gerek adaların ana karadan,

gerek-stcphen jay gould 63

se adaların kendi aralarındaki yalıtımı, ayrılmaya, bağımsız uyar­

lanmaya ve türleşmeye olanak sağladı.

Yerleşik görüşe göre, Darwin bu ispinozları keşfetti, geçmiş­

lerini doğru olarak çıkarsadı ve defterine şu ünlü satırları yazdı:

"Eğer bu görüşlerin en ufak bir dayanağı varsa, takımadalar hay­

vanbilim açısından araştırmaya değecektir; çünkü, bu tür olgu­

lar türlerin durağanlığı düşüncesinin temelini oyacaktır." Fakat Washington'un vişne ağacından Haçlıların derin inanmışlık duy­

gularına değin çoğu kahramanlık masalında olduğu gibi, sıradan yorumları güdüleyen gerçek olandan çok, öyle olduğu umudu­

dur. İspinozları bulan kişinin Darwin olduğuna kuşku yok. Fakat onların ortak bir ailenin değişik üyeleri olduğunu bilemedi. Hat­

ta pek çoğunun hangi adada bulunduğunu bile not etmedi; bazı etiketlere yalnızca "Galapagos Adaları" yazılmıştı. Yeni bir türün oluşumunda yalıtılmanm rolünü hemen ayırt ettiği konusunda bu kadar söz yeter. Evrim öyküsünü ancak Londra'ya dönüşün­

den sonra British Museum'daki bir kuşbilimi uzmanının bütün kuşları doğru bir şekilde ispinoz olarak tanımlamasından sonra kurabildi.

Tuttuğu defterden yapılan ünlü alıntı Galapagos kaplumbağa­

larıyla ilgilidir ve büyüklüğüne, gövde biçimine ve kabuğundaki levha biçiminin ince ayrımlarına bakar bakmaz yerli halkın "han­

gi kaplumbağanın hangi adadan geldiğini hemen söyleyebildikle­

ri" iddiasına değinmektedir. Bu açıklama, geleneksel ispinoz ma­

salından ayrı ve çok dar boyuttadır. Çünkü ispinozlar gerçek ve ayrı bir tür olup, evrimin yaşayan bir örneğidir. Kaplumbağalar arasındaki zor ayırt edilebilen ayrıntılar, tür içi coğrafi değişken­

liklerdir. Böylesi küçük farklılıkların yeni türler meydana geti­

recek biçimde artabileceğini savlamak -her ne kadar bugün ar­

tık geçerli olduğunu biliyorsak da- akıl yürütmede bir sıçrama­

dır. Hepsi bir yana, tüm yaratılışçılar coğrafi değişkenliği kabul etmişlerdir (insan ırklarını düşünün); fakat, değişmenin yaratıl­

mış tipin katı sınırlarının ötesine geçemeyeceğini savlamışlardır.

64 pandanın başparmağı

Beagle

yolculuğunun Darwin'in meslek yaşamındaki büyük önemini azımsamak istemiyorum. Bu yolculuk ona en sevdiği, bağımsız kendini-uyarı yöntemiyle düşünmesi için mekan, öz­

gürlük ve sonsuz zaman sağladı. (Üniversite yaşamına karşı çeliş­

kili duygulan, orada geleneksel ölçülere vurulduğunda orta ka­

rar sayılacak başarısı, öğrenimin "armut piş, ağzıma düş" bilgeli­

ğinden duyduğu mutsuzluğu yansıtıyordu.) 1834 yılında Güney Amerika' dan şöyle yazıyordu: "Dilinim nedir, tabakalanma nedir, dağoluş yükselmeleri nedir; tek bir berrak düşüncem yok. Bana çok şey anlatan kitaplardan yoksunum; anlatılanlanysa, gördük­

lerime ben uygulayamıyorum. Bu yüzden, kendi sonuçlarımı kendim çıkarıyorum. En görkemli saçmalıklar çıkıyor ortaya."

Gördüğü kayalar, bitkiler ve hayvanlar onu -tüm yaratıcılığın anası- can alıcı önemdeki bir tavıra, kuşkuya doğru kışkırtıyor­

du. Yer Sidney, Avustralya; yıl 1836. Darwin akılcı bir Tann'mn niçin Avustralya'da bunca çok sayıda keseli yarattığını sorar ken­

di kendine çünkü ne iklimin ne de coğrafyanın keselilere üstün­

lük sağlayan herhangi bir yanı yoktur. "Güneş gören bir yamaca sırtımı vermiş; bu ülke hayvanlarının Dünya'nın başka yerlerin­

deki hayvanlara göre taşıdıkları garip nitelikler konusunda dü­

şüncelere dalmıştım. Kendi düşünme gücü ve sağduyusu dışın­

da hiçbir şeye inanmayan bir kişi şöyle haykırabilirdi: 'iki apayrı Yaradan'ın işi olduğuna kuşku yok."

Buna karşın, Darwin Londra'ya bir evrim kuramıyla dönmedi.

Evrimin gerçeğinin kuşkusunu taşıyordu; fakat, işleyişini açık­

layacak bir mekanizmadan yoksundu. Doğal seçilim,

Beagle'da

elde ettiği olguların doğrudan yorumundan ortaya çıkmadı; ge­

çen yirmi yıl içinde gün ışığına çıkarılan ve yayımlanan bir dizi olağanüstü deftere yansıdığı üzere, yolculuğu izleyen iki yıllık düşünce ve çabadan doğdu. Bu defterlerde Darwin'in bazı ku­

ramları sınayıp terk ettiğini ve çok sayıda aldatıcı ipucunun ar­

dına düştüğünü görüyoruz. Olguları boş bir kafayla kaydettiği­

ne ilişkin Herdeki iddiası için daha başka bir şey söylemeye gerek

sıcphcn jay gould 65

var mı? Düşünürleri, ozanları, iktisatçıları sürekli anlam ve sezgi arayışı içinde okuyordu. Doğal seçilimin Beag!e'da elde edilen ol­

gulardan çıkarsama yoluyla ortaya konduğu düşüncesi için daha başka ne söylenebilir. Daha sonraları defterlerden birinin kapa­

ğına, "ahlak konusunda bol metafizikle dolu" notunu düşecekti.

Yine de, eğer bu dolambaçlı yol, tümevarımcıhkta düşülebile­

cek tehlikeyi (Scylla'yı) doğrulamıyor olsa bile; aynı ölçüde aşırı yalınkat bir masala -eurekacılık masalına- yol açmış bulunuyor.

İnsanı çıldırtacak ölçüde yanıltıcı otobiyografisinde Darwin ger­

çekten bir eureka olayı anlatır ve bir yıldan uzun süren bir karan­

lıkta arayışın düş kırıklığının ardından doğal seçilimin kendisine birdenbire, şimşek gibi ayan olduğunu söyler.

1838 yılının Ekim ayında; başka bir deyişle, sistematik araştır­

mama başladıktan on beş ay sonra, eğlenmek amacıyla Malthus'un Nüfus üstüne yazdıklarını okumaktaydım. Hayvanların ve bitkilerin alışkanlıklarını uzun süre, kesintisiz gözleme sonucu her yerde sü­

rüp giden varolma savaşımının değerini bilecek denli hazırlıklı ol­

duğum için, birden bire aklıma geliverdi ki, bu koşullar altında, işe yarayan değişkenlikler korunmaya, işe yaramayanlarsa yok olmaya yatkın olacaktı. Bu da yeni türlerin oluşmasıyla sonuçlanacaktı. öy­

leyse, burada, işimi görecek bir kuram elde etmiştim, en sonunda.

Oysa yine aynı defterler Darwin'in sonradan anımsayabildikle­

rini yalanlamakta: Bu kez Malthus'u okumanın kazandırdığı ani ergi -olay meydana geldiği sırada- notlarda en küçük bir özel se­

vince neden olmamıştır. Tek bir ünlem imi konmaksızın düşülen kayıt oldukça kısa ve ölçülüdür oysa heyecan anlarında iki ya da üç ünlem imi kullanma alışkanlığındadır. Bu ani ayan olma so­

nucu her şeyi bir yana bırakıp, insanın aklını karmakarışık eden bir dünyayı o ışık altında yeniden yorumlamadı. Hemen ertesi günü, primatların eşeysel ilginçliği konusunda daha da uzun bir bölüm yazdı.

66 pandanın başparmağı

Doğal seçilim kuramı, ne doğa olguları üzerinde bir akıl yü­

rütme işçiliği sonucu ortaya çıktı ne de kaza sonucu Malthus'u okumasının tetiklemesiyle Darwin'in bilinçaltında çakan gizem­

li bir şimşek sonucu. Bilinçli ve üretken bir araştırmanın sonucu olarak ortaya çıktı. Karmaşık sonuçlara ulaşan, fakat bir düzen içinde ilerleyen araştırma, gerek doğa tarihinin olgularını, gerek­

se kendininkine çok uzak, apayrı öğrenim alanlarından geniş bir dizi sezgiyi kullandı. Darwin tümevarımcılıkla eurekacılık ara­

sından geçen kendi orta yolundan yürüdü. Dehası ne sıradandır, ne de erişilmezdir.

Darwin üstüne araştırmalar

Türlerin

Kökeni'nin yayımlanı­

şının yüzüncü yılı olan 1959'dan bu yana patlama göstermiş­

tir. Darwin'in defterlerinin yayımlanması ve bazı bilim insanla­

rının dikkatlerini

Beagle'ın

rıhtıma bağlanmasıyla önemi azal­

tılmış Malthus kaynaklı ergi arasında geçen can alıcı önemde iki yıl üzerinde yoğunlaştırmaları, Darwin'in yaratıcılığında bir

"orta yol" kuramı savını perçinlemiştir. Özellikle önemli iki ya­

pıt bu konuya en geniş ve en dar ölçekte eğilmiştir. Howard E.

Gruber'in

Darwin on Man

adıyla kaleme aldığı, Darwin'in yaşa­

mının bu evresini konu alan usta işi düşünsel ve psikolojik ya­

şam öyküsü, Darwin'in arayışı sırasında girdiği bütün yanlış yol­

ların ve geçtiği dönüm noktalarının izini sürmektedir. Gruber, Darwin'in durmadan varsayımlar ortaya attığını, sınadığını, terk ettiğini ve hiçbir zaman gözü kapalı olgu toplamakla yetinmedi­

ğini gösterir. Yeni türlerin yaşam süresi önceden belirlenmiş ola­

rak ortaya çıktıklarına dayanan hayal ürünü bir kuramla işe baş­

ladı ve bir mücadele dünyasında rekabet yoluyla ortadan kalkma düşüncesine doğru, düzensiz, kopuk kopuk da olsa yavaşça yol aldı. Malthus'u okuduktan sonra herhangi bir sevinç gösterisinde bulunmadı çünkü yapbozun tamamlanmasına o sıralar artık yal­

nızca bir ya da iki parça kalmıştı.

Silvan S. Schweber, kayıtların izin verdiği ölçüde ince ayrıntı­

ya girerek, Darwin'in Malthus'u okumasının öncesindeki birkaç

stephen jay gould 6 7

haftayı yeniden kurmuştur

(Origin of the Spe

c

ie

s'in Kaynağına Ye­

niden Bakış,

]oumal of the History of Biology,

1 977). Onun savına göre, yapbozun son birkaç parçası doğa tarihine ilişkin yeni ol­

gulardan değil, Darwin'in uzak alanlara düşünsel uzanmaların­

dan ortaya çıkmıştı. Özellikle, toplumbilimci ve düşünür Augus­

te Comte'un ünlü yapıtı

Cours de philosophie positive'in

uzun bir incelemesini okudu. Düzgün bir kuramın öngörüye olanak ver­

mesi ve en azından ölçülebilme olasılığı taşıması gerektiği ko­

nusundaki ısrarından özellikle etkilenmişti. Daha sonra Du­