• Sonuç bulunamadı

İstanbul Rumları çok eski ve oldukça katmanlı bir kültürün mirasçılarıdır. Bu miras çok çeşitli ve yer yer birbirinden çok farklı öğelerden oluşur. Anadolu’nun Rumca konuşan halklarının, İmparator Konstantin zamanında Doğu Roma İmparatorluğu’nun egemenliğine girmesinden 19. yüzyılda Yunanistan’ın bağımsızlık kazanmasına kadar geçen sürede, İstanbul Rumlarının kültürel kimliğine şekil veren iki büyük tarihsel öğeden söz edilebilir: Bizans İmparatorluğu ve Ortodoks Hristiyanlık. Rumların Bizans döneminden beri Türkler ve diğer Müslüman halklar ile karşılıklı etkileşim ve ilişki içinde olmaları onların varlığını biçimlendirmiştir. 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde başlayan reform hareketleri ve Yunan Krallığı’nın kurulması ile Rum

13 Başta İstanbul olmak üzere Osmanlı topraklarındaki ticari faaliyetinn detaylı bir dökümünü sunmak üzere yayımlanmış aslen ticaret, üretim, sergileme ve satış faaliyetlerinin tanıtımı için hazırlanmış defterlerdir.

Ortodoks toplumuna yönelik eğitim ve öğretim faaliyetleri başlamıştır. Yunan ve Bizans uygarlıkları tarafından beslenen Helenizm idealleri ile homojen ve yekpare bir Rum Ortodoks cemaati oluşturma yoluna gitmişlerdir (Anastassiadou, 2012, ss. 199-200).

Çok katmanlı İstanbul’da fetihten önce halkın tamamı neredeyse Rumlardan oluşmaktaydı. İstanbul'un fethinden sonra Sultan II. Mehmed’in (h.d.1451-1481), Anadolu ve Balkanlar'da oturan gayrimüslimleri kente getirttiği bilinmektedir (Mantran, 1991, s. 45). Kente yeni gelen topluluklar geldikleri bölgelere göre gruplanarak, yerleştikleri mahallelere geldikleri bölgelerin isimlerini vermişlerdir (Mantran, 1986, s. 46). Göçlerle gelen topluluklar geldikleri yerdeki sosyal yaşam biçimlerine göre ya deniz kıyısına ya da iç kısımlara yerleştirilmişlerdir. Deniz kıyısını seçenlerin tercihi şehrin ana limanı olan Haliç kıyıları olmuştur. Yerleşimler sırasında zanaatkâr ve meslek sahibi olanların şehir merkezinde, diğerlerinin çevre köylerde olmalarına dikkat edilmiştir (Karaca, 1996, ss. 21-22).

İstanbul’un ayrıcalıklı konumu içerisinde uzun zamandır varlığını sürdüren Rum Ortodoks toplumu şehrin çeşitli yerlerine yerleşmişlerdi. Haliç çevresi dışındaki Rum yerleşimleri Marmara kıyısındaki Kumkapı ve Samatya arasındaydı. Kiliselerin etrafındaki mahallelerde yaşantılarını sürdüren Rumlar için 1602 yılında Fener’deki Ayios Yeoryios Kilisesi’nin patrikhane merkezi olması ile semtin önemi artmıştır. Fener bölgesi dışında Rumlar kültlerine uygun törenlerin gerçekleştiği kiliselerinde kendilerini daha rahat bir millet olarak hissediyorlardı (Michaud ve Poujoulat, 2014, s. 65). Rumların batı dillerine aşina olmaları sebebiyle Osmanlı tarihi boyunca Divân-ı Hümâyûn’da tercümanlDivân-ık görevi yaptDivân-ıklarDivân-ı bilinmektedir. RumlarDivân-ın bu mevkilere getirilmeleri, İstanbul’da Fenerli Rumlar diye isimlendirilen aristokrat bir kesimin oluşmasına sebep olmuştur (Demirağ, 2002, s. 17). Fakat 18. yüzyılda bazı Fener Beyleri Fener’i terk ederek Tarabya, Yeniköy gibi Boğaz köylerine yerleşmişlerdir. Zenginleşen Rumlar ise Pera’yı ve daha kuzeydeki yerleşimleri tercih etmiştir (Tekeli, 2012, s. 538).

19. yüzyıla gelindiğinde ise İstanbul’daki Rum Ortodoks nüfusunun arttığı görülmektedir. Bunun sebebi Balkanlarda, Kafkaslarda ve Rusya’da toprak kayıplarının yaşanmasıyla etnik kökenleri Rum olmasa da Rum Ortodoks kilisesine bağlı Romen, Bulgar gibi cemaatlerin Osmanlı topraklarına katılmasıdır. Yavaş yavaş gayrimüslim kesimle Müslümanların bir arada yaşadıkları görülmeye başlanmıştır.

1885 yılında yapılan nüfus sayımına göre İstanbul’daki Rum nüfusunun önemli bir kısmının Beyazıt, Fatih, Çarşamba, Beşiktaş, Beyoğlu, Pera, Dolmabahçe, Üsküdar, Boğaz köyleri, Şişli, Kurtuluş, Kadıköy civarlarında ikamet ettikleri bilinmektedir (Karakuyu ve Kara, 2010, ss. 301-302).

Mantran’a göre ise Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra İstanbullu Rum cemaati, ıslahatçılar ve kilise çevresi olarak ikiye ayrılmışlardır (2001, s. 287). Önceki dönemlerde laik kişilerin cemaat yönetiminde görev almalarına karşı olan Ortodoks Patrikliği, 1860 ve 1885’te Bulgar ve Rumen Kiliselerinin özerkliklerinin ilan edilmesi ile saygınlığını kaybetmeye başlamıştır. Rumların siyasal etkisinin azalmaya başlamasının yanında ekonomik alanda ağırlıkları artmaya başlamış, ekonomik anlamda güçlenen Rumların büyük bir bölümü Pera, Nişantaşı, Şişli, Maçka gibi semtlere taşınmıştır (Mantran, 2001, ss. 287-288).

Rum milletinin resmî olarak tanınması ve bu suretle Osmanlı toplumsal kurumlarına dâhil edilmesi, Tanzimat reformlarının ardından 1856 Islahat Fermanı ve 1867 memorandumuyla gerçekleşmiştir. Daha önce verilen millet statüsü gayri resmi olarak Osmanlı Devleti’nin varlığı boyunca süregelmiştir (Anagnostopulu, 2011, s. 4). Cemaatlerin iç idaresi, toplumsal yaşam, eğitim, dernekleşme, evlilik kurumu gibi örgütlenmeler patrikhanenin sorumluluğundadır. 1858’e kadar cemaat yaşamı ve kiliselerin ekonomik yönetimi doğrudan doğruya patrikhanenin denetimi altındaydı. 1858 yılında Patrikhane ile Rum cemaatlerinin ilişkilerini düzenleyen Ulusal Kurallar Tüzüğü’nün yürürlüğe girmesiyle, Rum cemaatlerinin ekonomik yönetimi seçimle işbaşına gelen cemaat kurulları tarafından yürütülmeye başlanmıştır (Bozis, 2011, s. 27).

Yunanistan’ın bağımsızlığı, Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı gibi yaşanan değişimler sonrasında 19. yüzyıl ortalarından başlayarak 1908’e kadar Rum cemaati daha fazla göz önünde olmuştur. Devletin güvenini yeniden kazanan Rumlar, Batılı devletler ile ticaret ilişkilerinde aracı konuma gelmişler, bir kesimi tüccar, banker olarak önem kazanmıştır. Yeni oluşan bir burjuva sınıfı gibi davranmaya başlayan zengin ve etkin Rum cemaati içinde bir kültür yaşamı oluşmuş, kitap basımı hızlanmış, tiyatrolar sahneye konmaya başlanmıştır. Bu dönemde İstanbul’da 80’den çok kilise, 500 ayazma Rum dindarlara hizmet vermektedir (Eruzun, 1994, ss. 365-366). İstanbul Rum cemaatleri 1870’lerden sonra kurumsallaşmaya başlamıştır. Bu süreç daha önceki dönemlerde uygulanan pratikler doğrultusunda gerçekleşmiştir. Tanzimat

döneminde devletin merkezileşmesiyle birlikte cemaatler idari ve mali özerkliklerini yitirdiklerinden, eğitim, hayır ve din işlerine yoğunlaşarak kendilerini bu alanda kurumsallaştırmışlardır. Milliyetçi hareketler Patrikhane’ye bağlı Rum nüfusu üzerinde hak talep etmeye başlayınca, eğitim, hayır ve din alanı Rumların Patrikhane ile olan bağlarını sağlamlaştırmıştır (Gavraoğlu ve Kanner, 2010, s. 18). Ticaretle, bankalarıyla, mesleki birimleriyle, zanaatla, eğitimle, hayırseverlikle ve siyasetle gelişen Rum Ortodoks cemaatleri, Osmanlı başkentinde bu alanların gelişmesinde önemli rol oynamışlardır.

Rum burjuvazisi bankacılık, iş ve endüstri alanlarına kayınca kendi mekânlarındaki mimari öğelerin de değiştiği görülmektedir. Özellikle cemaatlerin desteğini alan, önceleri ahşap binalarda ya da kilisenin içinde eğitim yapan okullar kent mekânında fark edilir yapılar olmaya başlamıştır. Bankerler ve iş adamları, bulundukları bölgenin adını taşıyan cemaat okullarına büyük para yardımı yaparak, kendi isimlerini vermişler ya da yeni bir cemaat okulu kurulmasını sağlamışlardır. Hristakis Zoğrafos’un Panayia cemaat okulu için yaptırdığı bina Zoğrafyon ismini almıştır. Bu okullar Rum cemaatinin ve Osmanlı toplumunun laikleşmesinde önemli rol oynamışlardır (Ozil, 2010, s. 32). Genellikle Rumların yönetiminde olan Galata bankerlerinin maddi destekleri de Rum toplumunun Helenizm düşüncesine güç kazandırmıştır. Bankerlerin destekleri ile 88 Rum okulu açılmış, Rum çocukları eğitim için Atina’ya gönderilmeye başlanmıştır (Dikici, 2015, s. 236). 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin de etkisiyle cemaat yönetiminde yapılan değişikliklere göre burjuva sınıfı, Patrikhane yönetimine dâhil olmuş ve dinî yöneticiler Rum cemaatlerinin yönetimini burjuva sınıfları ile paylaşmaya başlamışlardır. Bu sınıf kendi kurumlarını yaratıp, sadece kitlesel eğitim yapan okullar değil, bunları tamamlayan Helen Filoloji Derneği gibi kültür-edebiyat dernekleri de kurmuşlardır (Ozil, 2010, s. 34).

19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyılın başında Rumların konutlarında ve kiliselerinde fermanların getirdiği mimari serbestlikten dolayı değişimler olmuş, bu da modernleşen İstanbul’da Rum mimarların etkinliklerini arttırmıştır (Şenyurt, 2002, s. 7). Rum mimarlar sadece proje mimarı olarak kalmamış, müteahhit olarak da faaliyet göstermiştir. Bu özellikleri imar alanında ekonomik gücü ellerinde tuttuklarını ve büyük çaplı devlet yapılarının yapımında görev aldıklarını göstermektedir (Şenyurt, 2002, s. 15). 19. yüzyılda devlete ait yapıların inşasında görevlendirilmiş ve devletten maaş alarak çalışan Rum mimarların/kalfaların yanında tüccar kalfa da denilen

devletin açtığı ihalelere katılarak dışarıdan bina yapım işini üstlenen mimarlar/kalfalar da bulunmaktaydı. 1805 yılında Üsküdar’da inşa edilen Selimiye Cami ile ilgili belgelerde Foti Kalfa; Eski Beşiktaş Sarayı’nın tamiri ile ilgili 1808 tarihli bir belgede ise Foti, Komninos, Yorgi ve Todori kalfaların isimleri geçmektedir (Şenyurt, 2002, ss. 35-36). Kasımpaşa’daki Bahriye Nezâreti binasının mimarı da Vasilaki Kalfa ve birlikte çalıştıkları Anastas Kalfa ile Sarkis Balyan’dır. Vasilaki Kalfa, Sultan II. Abdülhamid döneminde (h.d. 1876-1909) saray mimarı olarak görev almıştır. Vasilaki Kalfa kendi cemaati için ise İoakimion Kız Lisesi’ni, Taksim Ayia Triada Kilisesi’ni ve Zappeion Kız Lisesi’ni yapmıştır (Şenyurt, 2002, ss. 58-65). Dolmabahçe Bezmialem Valide Sultan ve Ortaköy camilerinin inşaları ise İstefan (Stefan) Kalfa tarafından gerçekleştirilmiştir. İstefan Kalfa, Heybeliada Ayia Triada Manastırı ve Kilisesi ile Heybeliada Ayios Nikolaos Kilisesi’ni inşa etmiştir (Şenyurt, 2002, s. 48). Dönemin Rum mimarlarından bazıları da serbest mimarlık ofislerinde çalışmaktaydılar. Şark Ticaret Yıllıklarına göre 1880 ile 1930 yılları arasında İstanbul’da etkinlik gösteren Rum mimarların sayısı 200’den fazladır. Bunların en çok tanınanları P. Fotiadis, K. Kyriakides, A. Neokosmos Yenidounia, D. Vasiliades, G. Couloulhros, P. Kampanakis, E. Ladopoulos gibi isimlerdir. Bu mimarlar yeni bina tiplerini ortaya çıkarmış, yapı sektörüne yatırım yapmış ve İstanbul şehrinin modernleşmesi ve imajının değişmesine aktif olarak katkıda bulunmuşlardır (Colonas, 2000, ss. 376-377).

19. YÜZYIL İSTANBUL’UNDA YAPIM VE ONARIM FAALİYETLERİ

19. yüzyılda imparatorluğun her sektöründe yaşanan köklü değişim ve gelişmeler iki önemli olgu altında kendini göstermektedir: Kurumsallaşma ve kanunlaştırma. Yapım ve onarım konusunda da bu iki olgunun en çok görüldüğü yer olan başkent İstanbul için ise birçok gelişme söz konusu olmuştur.

Tanzimat Fermanı’ndan sonra merkezî hükümetin görevleri hayatın bütün alanlarını kapsayacak şekilde genişletildi. Tanzimat; kavramına göre reform, kanun, sistemleşme ve denetim demekti. Bu sebeple adem-i merkeziyetçi Osmanlı bürokrasisinin yerine merkezileşmiş kamu görevlilerine dayalı bir yapı getirildi. Avrupa örneklerine benzer kanunlar çıkarıldı, idari görevler kadılardan alınıp yeni açılan Nezâretlere verildi (Z. Çelik, 2015, s. 56). Yeniçeriliğin kaldırılması ile beraber kadılık kurumunun katı kurallarını yerine getirecek imkân ve iktidar da ortadan kalkmıştı. Bunun yerine 1826 yılında İstanbul’da şehir yönetiminde etkin bir denetim yapılmasını ve gelirlerin toplanmasını sağlayacak İhtisab Nazırlığı kurulmuştur. Kadı bu durumda yargı organı, noter ve vakıf denetçiliği gibi hukukî görevlerini sürdürmeye devam etmiştir. Kurulan bu İhtisab Nazırlığı’nın İstanbul’daki görevleri; esnafın teftişi, lonca disiplinine uymayanların cezalandırılması, fiyat-kalite kontrolü yapılması, Anadolu’dan gelenlerin tespiti ve mürur tezkirelerinin kontrolü, gelen bekârlara uygun yer tahsisi ve bunların durumunun gözetilerek kontrol edilmesidir (Ortaylı, 2008, s. 289).

Tanzimat’la gelen yenilikler inşaat faaliyetlerinin gerçekleştirilmesi ile ilgili bir takım yeni kurallarla örgütlenmenin merkezileşmesini sağlarken, bir taraftan da yapıların inşası için ihaleler açılarak çoğulcu katılım yönünde çelişik bir sistem olmuştur. Burada müteahhitliğin yaygınlaşması için itici güç ve kilit nokta Ebniye Meclisi’dir. Ebniye Meclisi üyeleri olan kalfalar, müteahhitlik hizmetlerinin yerine getirilmesinde önemli rol oynamışlardır (Şenyurt, 2006, s. 57). İnşaat faaliyetleri 19. yüzyılda, kamu kuruluşlarının özel kişiler aracılığıyla yaptırdıkları bazı işlerin en uygun fiyatla gerçekleşmesi için başvurulan bir sözleşme yöntemi olarak ihaleler yoluyla yapılmaktaydı. İnşaat işlerinin ihaleleri eksiltme (münakasa) yapılarak sabit fiyatla (maktuan/götürü), en az fiyat veren kişiye bırakılırdı. İstanbul’da inşa ve tamir olunacak yapının Şehremâneti’nce münakasası yapılıp ve kararı verilenlerin evrakı

resmi kurumlardan gelmişse; plan, harita ve keşif defterleriyle birlikte geldiği daireye iade edilirdi. Emaneten ve götürü usulüyle gerçekleştirilen inşaat ve onarımların Nafia mühendisleri tarafından yapılan ikinci keşfi için, ilk keşifte bulunan kalfaların dışında dört güvenilir kalfanın daha olması istenirdi (Şenyurt, 2006, ss. 88-90). Emanet usulü ise, devlet tarafından inşaat ve tamirat masrafı belirlenen yapının taahhüdünü üstlenen herhangi bir kişi çıkmadığında belirlenen maliyet ile müteahhit araya girmeksizin devlet dairesi tarafından veya daire tarafından oluşturulacak sorumlu heyetlerin emaneten yaptığı işlerdir. Daha çok 20. yüzyıl başlarında eski eserlere verilen önemin artması sebebiyle inşaatın güvenilir kişilere emanet edilerek yapılmasının öngörüldüğü işler de tercih edilen bir yöntem olmuştur. Yapının mimari özelliklerinin bozulmaması, malzemeden çalma, kötü işçilik gibi problemlerin yaşanmaması için iş belli ücretle görevlendirilen memura verilirdi. Örneğin 1911’de Zeyrek’te bulunan kilise camiinin onarımının ihale usulü ile yapılmasının mimari güzelliğini bozacağı düşüncesi ile emaneten onarım yapılmasına karar verilmiştir (Şenyurt, 2006, ss. 103-104).

Onarım uygulamalarında onarım gereksiniminden uygulamanın tamamlanmasına kadar izlenen süreç, klasik devir kurallarının bir bölümünün sürdürüldüğü, buna karşılık yeni kuralların da yer aldığı karma bir görünümdedir. Bakıma önem vermek, yerel şer’i meclis oluru almak gibi geleneksel tavırların yanı sıra, özellikle vakıfların merkeziyetçi bir yönetim yapısına kavuşmasından doğan, parasal kaynak oluşturma ve onarımları ihale yoluyla gerçekleştirme gibi yeni tavırlar da görülmektedir (Madran, 2002, s. 82).

Yönetimsel anlamda yaşanan bu süreç gayrimüslim kesim için değişimler olacağının da bir göstergesidir. Daha önce de belirtildiği gibi öncelikle eşitlik vurgusu yapan Tanzimat ve Islahat Fermanları ile yeni haklar elde eden gayrimüslim kesimin inşaat faaliyetlerinde de değişimler görülmüştür. Tanzimat öncesinde himaye edilmesi gerekenler olarak görülen gayrimüslim gruplar, Tanzimat’ın ilanı ile inşaat alanında da yeni haklar kazanmışlardır. Önceleri kat yüksekliği sınırlaması getiren müslüman-gayrimüslim ayrımı kalkmış, inşaat ayrıcalığı çerçevesi içinde ayrım kalmamıştır (Denel, 1982, s. 42). Bu durumda 19. yüzyıl içerisinde gayrimüslim kesimin kendi yapılarındaki yapım ve onarım faaliyetlerindeki düzen de değişmiş, bunlar uygulamalara yansımıştır.