• Sonuç bulunamadı

Fahreddîn Râzî (ö 606/1209)

Belgede Necmeddin Kübra ve Kübrevilik (sayfa 73-80)

1.2. NECMEDDÎN KÜBRÂ‟NIN HAYATI

1.2.1. Menkıbevî Hayatı

1.2.1.4. Devrinde YaĢamıĢ Bazı KiĢilerle ĠliĢkileri

1.2.1.4.1. Fahreddîn Râzî (ö 606/1209)

Fahreddîn Râzî 543/1149-606/1209 yılları arasında Horasan ve Mâverâünnehir bölgelerinde yaĢamıĢ ve Ġslâmî ilimlerin çeĢitli sahalarında bir çok eser vermiĢ önemli bir âlimdir. Onun özellikle akılcı ve kelâmî yönü ön plandadır. Bundan dolayı tasavvufa ve sûfîlere karĢıt biri olarak gösterilmeye çalıĢılmıĢtır. Fakat bu durum gerçekleri yansıtmamaktadır. Râzî her ne kadar sûfiyâne bir hayat sürmemiĢse de tasavvufu inkâr eden biri değildir. Aksine tefsirinde tasavvufî tabirleri ve sûfîlerin dayandıkları hadisleri tenkit etmeden kullanan, kalbine doğan sırlardan söz ederek, bunların izah edilemeyeceğini ancak yaĢanarak anlaĢılabileceğini belirten, vaaz ve nasihatlarında ağlayan, dünyayı zemmeden sözler söyleyen ve en önemlisi de aklın yetmezliğini ifâde ederek, ilhâmın önemine değinen207

bir âlimdir. Hattâ o tefsirine Mefâtîhu‟l-Gayb (Gaybın anahtarları) gibi tasavvufî bir isim bile vermiĢtir. Mevlânâ, ġems-i Tebrîzî ve diğer bazı sûfîlerin Râzî aleyhindeki sözleri208

, onun Ģahsını değil, temsil ettiği akılcı ve kelâmcı zümreyi hedef almaktadır.

Necmeddîn Kübrâ ile Fahreddîn Râzî aynı zaman diliminde ve yakın coğrafyalarda faaliyetlerde bulundukları için karĢılaĢmaları ve fikir alıĢveriĢinde bulunmaları son derece tabiîdir. Fakat her iki taraf da böyle bir durumdan söz etmemektedirler. Tasavvufî kaynaklarda anlatılanlar ise daha çok ġeyh Kübrâ‟yı yücelten ve karĢı tarafı küçük düĢüren menkıbelerdir.

Biz burada Kübrâ ile Râzî arasında cereyân ettiğinden bahsedilen bazı menkıbevî rivâyetlere yer vereceğiz. Bunların birçoğu zâten birbiriyle benzeĢmektedir. Daha sonra da bu anektotları nasıl anlamamız gerektiği hakkında kısa bir yorumda bulunacağız:

207

Abdülhakim Yüce, Râzî’nin Tefsirinde Tasavvuf, Çağlayan Yay., Ġzmir, 1996, s. 91-93. 208 Bu konuda bkz. Hayri Kaplan, “Bahâ Veled, ġems ve Mevlânâ‟nın Râzî‟ye Yönelik EleĢtirileri

ve Râzî‟nin Sûfîlere/Tasavvufa BakıĢı”, Tasavvuf, Cilt: 6, Sayı: 14, 2005, ss. 296-300. Sûfîler Râzî‟yi hep eleĢtirmemiĢler, bazen de ondan, kendisinden ders alınabilecek büyük bir âlim olarak söz etmiĢlerdir. Meselâ Sığnâkî‟nin yazdığı menâkıbnâmede, Ahmed Yesevî‟nin zâhirî ilimlerde Ġmam Fahreddîn Râzî‟nin talebesi olduğu ve onun 73 ilimde ders verdiği kaydedilir. Necdet Tosun, “Yesevîliğin Ġlk Dönemine Aid Bir Risâle: Mir‟âtü‟l-Kulûb”, ĠLAM AraĢtırma Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 2, 1997, ss. 78-79.

65 Ġki kelâm imamı Necmeddîn Kübrâ‟nın yanına geldi. Bunlardan biri Ebu Abdullah er-Râzî, diğeri mu‟tezile kelamcılarından biri idi. Dediler ki: “Ey Ģeyh,

yakîn ilmini bildiğinizi duyduk.” ġeyh, “Evet, ben yakîn ilmini biliyorum.” dedi. “Bu nasıl mümkün olur? Biz sabahtan beri karĢılıklı münâzarada bulunuyoruz, içimizden biri diğerine karĢı ikna edici bir delil ortaya koyamadı.” dediler. ġeyh, “Sizin dediklerinizi anlamadım, fakat ben ilm-i yakîni biliyorum.” diye karĢılık verdi. “O halde ilm-i yakîni bize tanıt.” dediler. ġeyh, “Bize göre yakîn ilmi, nefislere gelen ve onların reddedemediği vâridâttır.” buyurdu. ġeyhin söylediğini tekrar etmeye

baĢladılar ve bu cevâbı oldukça beğendiler. “Buna ulaĢmanın yolu nedir?” diye sordular. ġeyh, “Ġçinde bulunduğunuz durumu terk edip, zikir ve ibâdet gibi Allah‟ın

emrettiği Ģeylere yönelmektir.” dedi. Bunun üzerine Râzî, “Benim meĢgalem çok.”

diye söylendi. Öbür mu‟tezilî ise “Benim bu vâridâta ihtiyacım var, zîrâ kalbimi

Ģüpheler yakmıĢ durumda.” dedi ve Ģeyhe bağlanıp zikir ve halvet yolunu tuttu.209 ***

Molla Hüseyin Hârezmî (ö. 839/1435-36)‟nin Yenbûu‟l-Esrâr Fî Nesâihi‟l-

Ebrâr adlı eserinin içindeki “Hikâyet-i Sefer-i Fahr-i Râzî be-Hârezm ve MülâkāteĢ

bâ-ġeyh Necmeddîn Kübrâ” baĢlıklı bir bölümde Râzî‟nin Harezm‟e geliĢini, onu karĢılamak için yapılan hazırlıkları ve Necmeddîn Kübrâ ile görüĢmesini daha ayrıntılı bir Ģekilde anlattığı görülmektedir.

Fahreddîn Râzî bu ziyâret esnasında çeĢitli konuĢmalar yapmıĢ, Allah‟ın varlığına dair deliller öne sürmüĢ, daha önce hiç duyulmayan bilgilerden bahsetmiĢtir. Bu meclislerden birinde ġeyh Kübrâ‟nın ashâbından bazı kiĢiler de bulunmaktadır. Ġmam Râzî‟nin sözlerinden bir kısmını Ģeyhe aktardıklarında o, “KeĢke biz de o meclisten istifâde etseydik.” diye söylenir. Bu söz Râzî‟ye ulaĢınca, Ģeyhle tanıĢmaya gider. Burada Ġmam Fahreddîn, yüz delilden birini seçer ve onun doğruluğunu ispat etmeye çalıĢır. ġeyh bu delilin öncüllerinden birinin yanlıĢ olduğunu söyler ve düzeltir. Râzî her ne kadar çabalasa da bu iĢin altından kalkamaz. ġeyh Ģöyle buyurur: “Yüce Allah‟ın vahdâniyyeti senin katında bu delille sâbitse, bu

delil bâtıl olduğunda onun medlûlü de mi bâtıl olur? Hakk‟ı öyle bir delille bil ki,

209

66

zevâli mümkün olmasın.” Bunun üzerine Râzî ona, “Allah‟ı ne ile bildin?” diye sorar.

ġeyh, “Kudsî vâridler ve ünsî müĢâhedelerle.” diye cevap verir. Aralarındaki konuĢma bu Ģekilde bir süre daha devam eder ve sonunda ġeyh Kübrâ, Râzî‟yi tarîkatına kabul eder, zikir telkîninde bulunur ve onu halvete sokar. Hz. ġeyh zaman zaman onun durumunu kontrol eder. Fakat Fahreddîn Râzî‟nin zihni uzun yıllardır ülfet ettiği ilimlerden ve incelikli konulardan bir türlü sıyrılamaz. ġeyh ona, bu yolun farklılığı sadedinde Ģu iki beyti okur:

Asla Hidâye ile hidâyete ulaĢılamaz

Asıl olan nükte sözle çözülemez/halledilemez

Ne zaman KeĢĢâf‟ın sözünden keĢf müyesser olmuĢ Ve Makāmât‟ı incelemekten hâsıl olmuĢ makāmlar

Ġmam Fahreddîn dostun halvethânesi olan gönlü ağyârdan hâlî kılamayınca, abdest tazeleme bahanesiyle halvethâneden çıkar ve Herat‟a doğru kaçar, gider.210

***

Bir gün Râzî, etrafındaki kalabalık bir talebe grubuyla Necmeddîn Kübrâ‟nın elinden tarîkat almak için geldi. ġeyh, “Ey kardeĢ, seni buraya getiren sebep nedir?” diye sorunca, Râzî, “Ma‟rifetullaha ulaĢtıracak yolu talep etmeye geldim.” dedi. ġeyh, “Sen buna güç yetiremezsin.” dedi. Râzî, “ĠnĢaallah yapabilirim.” diye ısrarcı oldu. Bunun üzerine Ģeyh, nakîbine halvet kapısını açmasını ve onu halvete sokmasını söyledi. Sonra Allah‟a yöneldi ve Râzî‟nin sahip olduğu bütün ilimleri ondan alıverdi. Râzî bunu hissedince olanca gücüyle “Dayanamam! Dayanamam!

Dayanamam!” diye bağırdı. Sonra Ģeyh onu halvetten çıkardı ve Ģunları söyledi:

“Doğruluğun beni ĢaĢırttı. Ey Fahreddîn, arkadaĢlarına baĢ olma ve onlara üstünlük

taslama sevgin varken Allah‟a kul olmayı nasıl istersin! Sana düĢen O‟ndan baĢkasına güvenmemek ve herhangi bir varlık iddiasında bulunmamak değil mi?”

Bunları iĢiten Râzî ağlayarak, “Muhakkak ki biz kaybettik, baĢkaları kazandı.” dedi. ġeyh ona Ģunları söyledi: “Artık tanıdıklarımızdan oldun, ashâbımızdan olmanı

isterdik ama takdîr böyleymiĢ. Hadi, memleketine selâmetle git.”211

210

Molla Hüseyin Harezmî‟nin “Hikâyet-i Sefer-i Fahr-i Râzî be-Hârezm ve MülâkāteĢ bâ ġeyh Necmeddîn Kübrâ” baĢlıklı yazısı, künyesi verilen Ģu makalenin ek kısmında verilmiĢtir. Bkz. Purcevâdî, “Râbıta-i Fahr-i Râzî bâ-MeĢâyih-i Sûfiyye”, ss. 72-77.

211

Abdulvahhâb eĢ-ġa‟rânî, el-Ecvibetü’l-Mardiyye Ani’l-Fukahâ ve’s-Sûfiyye, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1301, vr. 113a-113b. Aynı rivâyet için ayrıca bkz. Nebhânî, II, 504-505.

67 Râzî bir vakit, Necmeddîn Kübrâ hazretlerinin bulunduğu Ģehre gelir; bütün ulemâ-yı memleket ziyâretlerine giderler. Fakat Cenâb-ı Necmeddîn gitmez. Ona, bu âlimin ziyâretine gitmenin münâsib olduğunu söylerler. O, Râzî‟nin kim olduğunu sorar. “Bu öyle bir zâttır ki Cenâb-ı Hakk‟ın vahdâniyetini binbir delil ile isbât

etmiĢtir.” derler. ġeyh, “Demek ki vahdâniyyet-i Hak‟ta binbir Ģüphesi varmıĢ ki delil aramıĢ.” buyururlar.

Râzî bunu iĢitince, kendisi Ģeyhin ziyâretine gider. Tefsîr-i Kebîr ve bir çok âsâr-ı aliyye sâhibi bulunan Cenâb-ı Fahreddîn, onun ilim ve irfânı karĢısında kendisini pek küçük görür ve Ģeyhin tarîkatına intisâb arzusunu ızhâr eder. Hazret dahi muvâfakat edip onu halvete koyar. Fahreddîn halvete girince, sînesinde Ģiddetli sıkıntı hissedip Ģeyhe hâlini anlatır. Necmeddîn Kübrâ da, “Evet, o sıkıntı sadrındaki

ulûm-i resmiyyenin verdiği bir sıkıntıdır; onların hepsini kusmak lazımdır.”

buyururlar. Bu söz ona ağır gelir ve halveti terk eder.212 ***

AĢağıdaki rivâyete göre, her ne kadar Râzî, Necmeddîn Kübrâ‟yı terk edip gitse de, Ģeyh onu sekerât halinde zor durumda bırakmamıĢ ve yardım elini uzatmıĢtır. Yani onun bu dünyadan imanlı bir Ģekilde gitmesini sağlayan kiĢi meĢâyihten biridir. Bu da sûfîlerin kendi yollarında olmayanlara, hattâ karĢı olanlara bile yardım edebileceklerini ve ne kadar merhametli olduklarını göstermektedir:

Fahreddîn Râzî, ulûm-i akliyyeden sâhib-i mezheb idi. Vâcib Teâlâ hazretlerinin vücûdunu ispat için binbir delîl-i aklî ikāme etmiĢ idi. Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin Ģöhret-i kerâmâtını iĢitti ve onlar ile buluĢtu. Mübâhese ve münâzara etti. O âlim-i rabbânînin karĢısında kendisini câhil gördü. Kendisini halvete koymalarını istedi. Vaktâ ki halvete girdi, sînesinden heybetli sadâlar iĢitti. Ve tâkat getiremeyip halvetten çıktı. Ve hâlini o hazrete söyledi. Buyurdular ki: “NukuĢ-ı felsefî senin levh-i sîneni tırmalıyor. Eğer sabredeydin onun yerine nûr-ı

ma‟rifet doldururlar idi.” Râzî “Ma‟lûmâtımın benden selbini istemem.” dedi ve o

Bu rivâyet, biraz kısaltılmıĢ bir halde, Necmeddîn Kübrâ yerine Necmeddîn Dâye‟ye atfedilerek Bursevî tarafından da aktarılır. Bkz. Ġsmail Hakkı Bursevî, Kitâbü’n-Netîce, haz. Ali Namlı- Ġmdat YavaĢ, Ġnsan Yay., Ġstanbul, 1997, II, 398.

212 A. Avni Konuk, Mesnevî-i ġerîf ġerhi, haz. Selçuk Eraydın-Mustafa Tahralı, Kitabevi, Ġstanbul, 2006, I, 410-411.

68 sohbetten ayrıldı. Vatanına döndü, hastalandı. Hâl-i ihtizârında iblîs-i laîn onunla muârefe etti ve vücûd-ı Hak Teâlâ için saydığı delilleri birer birer iptal etti. Nihâyet bir delîli kaldı. O delîlin dahî reddi sadedinde idi ki ıstırâba düĢtü. ġeyh hazretleri oturduğu mecliste nûr-ı bâtın ile onun hâline vâkıf olup, ehl-i meclise bu hususta izâhât verdi. “Fahr-i Râzî bir kaç gün fukarâ ile vakit geçirdi. DüĢmanın galip

olduğu ve imanının tehlikeye düĢtüğü bu anda ona yardımdan sarf-ı nazar etmek mürüvvet değildir.” buyurdu. Ve rûhâniyeti ile onun imdâdına yetiĢip dedi ki: “Ey Râzî, o laîne cevâben de ki: Fecr-i Sâdık bize Hakk‟ın vahdâniyyetinden haber verdi ve onun haberiyle bildim ki Hak birdir.” Bu ikrâr ile Ģeytanın Ģerrinden kurtuldu.213

***

ġimdi nakledeceğimiz iki rivâyet ise daha iyimser bir bakıĢ açısına sahiptir. Buna göre Râzî müridlikte sebât etmiĢ gibi görünmektedir. Kerbelâî‟nin anlatımında o, Necmeddîn Kübrâ‟nın yanına bir süre himâyesini gördüğü HarezmĢah Devleti‟nin sultanı ile birlikte gitmiĢtir:

Ġmam Fahreddîn Ģöyle buyurmuĢtur: Ben ve Sultan Muhammed HarezmĢah Hz. ġeyh‟in hizmetiyle müĢerref olduğumuzda, HarezmĢah‟ın saltanat ve azameti, bu yüce pâdiĢahın yanında, güneĢin önündeki zerre kadar bile görünmüyordu. Bir gün ona, “Ey Ģeyh, Allah‟ı ne ile bildin?” diye sordum. “Akılların anlamaktan âciz

olduğu vâridâtlarla.” diye cevap verdi. Bu, asla karĢılık veremeyeceğim bir cevap

oldu. O sırada aklımdan “Acaba Ģeyh benim Allah‟ın vahdâniyyeti hakkında yüz delil

getirdiğimi biliyor mu?” diye geçirdim. ġeyh bunu velâyet nûru ile anladı ve Ģöyle

dedi: “Ben, Allah‟ı aklî delillerle bilen âlimden bîzârım.” O zaman Ģeyhin ayağına kapandım ve müridi oldum. ġeyh Ģöyle buyurdu: “Rabbimi Rabbimle bildim.”214

TaĢköprüzâde (ö. 968/1561)‟nin kaydettiği menkıbede ise Râzî, ġeyh Kübrâ‟nın yanında seyr ü sülûkünü bitirdikten sonra Mefâtîhu‟l-Gayb adlı tefsirini yazmaya baĢlamıĢtır. Ona bu ilhâmı sağlayan aldığı tasavvufî eğitimdir:

213 A. Konuk, Mesnevî-i ġerîf ġerhi, haz. Mehmet Demirci-Süleyman Gökbulut-Mustafa Tahralı, Kitabevi, Ġstanbul, 2008, X, 604-605.

214 Kerbelâî, II, 325-326; Bu rivâyet kısmen Mecâlisü‟l-UĢĢâk‟ta da yer almaktadır. Bkz. Gazergâhî, vr. 69b.

69 Râzî Herat‟a gittiğinde, orada bulunan âlimler, sâlih kiĢiler, devlet erkânı ve ileri gelenlerin hepsi onu ziyâret ettiler. Halk da ziyâret etmiĢ olmalı ki, bir gün Râzî, “Bizi ziyâret etmeyen kimse kaldı mı?” diye sorar. “Kendi zâviyesinde halktan ayrı

yaĢayan sâlih bir adam gelmedi.” cevabını verirler. Râzî, “Biz Müslümanların imamı, âlim bir insanız, neden ziyâretimize gelmez?” der. Bu sözü o zâta

ulaĢtırdıklarında hiçbir Ģey söylemeden sükût eder. Böylece sanki aralarına bir soğukluk girer.

Bir gün bir yemekte karĢılaĢırlar. Râzî ziyâretine gelmeyiĢinin sebebini sorunca, o kiĢi Ģu cevâbı verir: “Sen ilminle iftihar ediyorsun. Halbuki ilmin baĢı

Allah‟ı bilmektir. Sen Allah‟ı ne ile bilirsin?” Râzî, “Yüz delil ile Allah‟ı bilirim.”

deyince, o sâlih adam “Delil Ģüpheyi gidermek içindir. Allah benim kalbime öyle bir

nur koymuĢ ki onunla birlikte kalbime Ģüphe giremez ki, delile ihtiyacım olsun.” diye

konuĢur. Bu söz Râzî‟ye çok tesir eder. Hemen ondan tevbe alıp halvete girer. Seyr ü sülûkünü bitirdikten sonra da kalbine doğan ilhamlarla Mefâtîhu‟l-Gayb adlı tefsirini yazmaya baĢlar. Bu hikâyeyi anlatan, o sâlih zâtın meĢhur mutasavvıf Necmeddîn Kübrâ olduğunu da ekler.”215

***

Netîce itibariyle, bütün bu sıraladığımız rivâyetlerde ve menkıbelerde konu dönüp dolaĢıp Allah‟ın vahdâniyetinin aklî delillerle ve çıkarımlarla bilinip bilinemeyeceğine gelmektedir. Râzî‟nin yüz deliline karĢılık, Necmeddîn Kübrâ‟nın vâridâtı veya Hakk‟ın yalnızca Hak‟la bilinebileceği görüĢü öne çıkarılmaktadır. Aslında bu konu, ilk devirlere kadar uzanan ve sûfîlerle mütekellimler arasındaki farklı bakıĢ açılarından kaynaklanan bir sorundur. Râzî burada kelâm ilmini, ġeyh Kübrâ da tasavvufu temsil etmektedir. Bilindiği üzere kelâmda akıl, rey, istidlâl; tasavvufta ise gönül, aĢk ve zevk en önemli bilgi kaynağıdır. Aslında iki ilim dalı da kendi metodolojileri ve epistemolojileri açısından gerekenleri yapmaktadır. Buna çatıĢma değil, Ġslâm düĢüncesinin bir zenginliği olarak bakmak daha makul görünmektedir. Fakat eski kaynaklarda genellikle bu bakıĢ hâkim olmamıĢ, akıl- gönül ayrılığı ve bunu temsil eden Ģahısların ihtilafları ön plana çıkarılmıĢtır.

215 TaĢköprüzâde, Miftâhu’s-Saâde ve Misbâhü’s-Siyâde Fî Mevzûâti’l-Ulûm, Dârü‟l-Kütübi‟l- Ġlmiyye, Beyrut, 1985, II, 107-108.

70 Bahâeddîn Veled, ġems-i Tebrîzî ve Mevlânâ‟nın da Râzî‟ye yönelik eleĢtirileri buna örnek olarak gösterilebilir. Bahâ-i Veled, Râzî‟yi bid‟atçi olarak nitelemekte ve onu vesvese ve boĢ hayâl peĢinde koĢmakla eleĢtirmektedir.216 ġems‟in tenkitleri daha serttir. Ona göre tasavvufî manâları öğrenmekle, tartıĢmakla anlamak mümkün olsaydı, Bâyezîd ile Cüneyd‟in yüz yıl Fahr-i Râzî‟ye çömezlik etmeleri gerekirdi. Halbuki yüz bin Râzî, Bâyezîd‟in yolunun toprağına bile eriĢemez.217

Mevlânâ‟nın Râzî hakkındaki sözleri, babasının ve ġems‟inkilere göre daha yumuĢaktır. O da sembolik olarak ilâhî hakîkatlerin inceliklerinde aklın yetersizliğine dikkat çeker ve felsefecilerin istidlâllerinin zayıflığını vurgular.218

Bunun yanısıra, aynı dönemde yaĢadıkları için, iki zümre arasındaki fikrî ayrıĢmanın bu iki Ģahsiyete, yani Râzî ve Kübrâ‟ya atfedilmesi son derece doğaldır. Zaten Râzî gibi kuvvetli aklî melekeye sahip bir kiĢinin karĢısına, daha çocukluğundan itibaren akranlarını geride bırakan ve bu yüzden kendisine “et- Tâmmetü‟l-Kübrâ” denen bir Ģahsı koymak gerekiyordu. Râzî‟yi ancak o mağlup edebilir ve kendisine bağlayabilirdi.

Rivâyetlerden çıkarılabilecek önemli bir sonuç da, kalbi, uzun zamandır meĢgul olunan ilimlerden, delillerden ve mâsivâ dediğimiz Allah‟ın dıĢındaki ilgi ve bağlantılardan koparmadıkça ma‟rifetullaha ulaĢılamayacağıdır. Nitekim Râzî, yıllardır çalıĢıp çabalayarak oluĢturduğu ilmî ve felsefî birikimini bir kenara bırakamamıĢ ve bundan dolayı da gerçek bilgiye, yani Allah‟ı tanımayı sağlayan ma‟rifete vâsıl olamamıĢtır.

216 Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, haz. Tahsin Yazıcı, Milli Eğitim Bakanlığı Yay., Ġstanbul, 2001, I, 170.

217 ġems-i Tebrîzî, Makālât, çev. M. Nuri Gençosmanoğlu, Ataç Yay., Ġstanbul, 2006, s. 79. 218 Mevlânâ eserinin iki yerinde Râzî‟nin adını anarak onu eleĢtirir. Bir yer de Ģöyle der: “Dirisin;

ölü yıkayıcı seni hiç yıkar mı? Ġsteklisin; istediğin seni hiç ister mi? bu bahiste akıl yol görseydi; Fahreddîn-i Râzî din sırrını bilirdi. Ancak “Tatmayan bilmez” olduğu için aklı ve hayâl ediĢleri ĢaĢkınlığını arttırdı.” Bkz. Mevlânâ, Mesnevî, haz. Adnan Karaismailoğlu, Yeni ġafak, Ġstanbul,

2004, II, 289. Diğer bir yerde de Ģunları söyler: “TavĢan aslanı zindana yerleĢtirdi. TavĢandan

âciz kalan aslana utanç! Bu utanç içinde, ama ĢaĢılacak Ģey bu anda kendisi için “Fahr-ı dîn” lâkabının söylenmesini ister. Ey bu kuyunun dibinde yalnız aslan olan sen! Nefis, tavĢan gibi kanını döküp içti.” Bkz. Mevlânâ, Mesnevî, I, 80.

71

Belgede Necmeddin Kübra ve Kübrevilik (sayfa 73-80)