• Sonuç bulunamadı

Erkol, “Ayfer Tunç’un Modernizmle Derdi: Faillik ve İktidar”, s 2.

Berna Akyüz Sizgen

37 Erkol, “Ayfer Tunç’un Modernizmle Derdi: Faillik ve İktidar”, s 2.

erkekten ve bir kadından kuvvetli işaretler almıştım. Erkeklerin işaretleri çok bildikti... Bana yazılan kadının işareti ise çok pervasızdı, ısırgandı. Sülük gibi kalçama yapışan elini sertçe çekmiştim. Kadın şirretleşmişti, ben de avamlaşmıştım... Bazı kadınların da Osman’a işaret verdiklerini, işaret ne demek, neredeyse take me, f.ck me diye pankart açtıklarını görmüştüm. Aldırmamıştım.” (s. 115) Şebnem, bu tür sahnelere tanıklığının sonucunda zihninden, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanından Turgut Özben’in meşhur repliği olan “Bat dünya bat!” ifadesini geçirir.

Şebnem, tek dostu Gün için verilen bir partideki davetlileri değerlendirirken, hemen hepsi aynı sınıftan olan bu insanlara yönelik genel olumsuz algısını da örneklendirmiş olur. Partide gördüğü kadınlar, “Uzun uzun acı çektikten sonra boşanmışlar. Yalnızlar, mutsuzlar ve çok içiyorlar.” Erkekler, “Yeniden ev bark kurmuş. Tekrar baba olmuşlar kollarını omuzlarından hiç indirmedikleri ikinci eşlerinden. İkinciler daha genç doğal olarak” Onlar, “eskiden insanlığa karşı sorumluluk hissederken, şimdi üstüne titredik- leri, titredikçe muhafazakârlaştıkları aileleri” ile ilgilidirler. Erkenden ayrılan tüm bu davetlilerden sonra, geriye kalanları ise, “mağlup, sinik, nihilist ve öfkeliler” şeklinde niteler. “Babam gibiler, sinirliler, bir şey kaybetmişler sanki (yarı hayati bir organ). Koşa koşa gidecekleri bir yuvaları yok. Evlerinde yalnızlık ve hayal kırıklığı nöbette, niye gitsinler ki? Ya kendileri gibi biriyle çıkarlar buradan, birlikte ısıtacakları yatak- tan yarın sabah beklenmedik bir aşk doğar umuduyla ya da burada güneşi doğururlar, eve gidince de sızarlar işte. (sızmak: yarı ölmek)” (s. 242) Şebnem’in nitelemesinde mağlup, sinik ve öfkeli olmak nihilizmle ilişkilendirilir. Tüm bu durumlar, kişilerin farklı boyutlarda da olsa çatışmalar yaşamış ya da yaşamakta oluşlarıyla ilişkilidir. Çatışma yaşamak ise, nihilist tutum takınan birey için anahtar kavramlar arasındadır.

Bu noktada belirtilmesi gereken bir diğer ayrıntı da, bu tür sahnelerdeki kişilerin çoğunun Şebnem’le aynı yaş kuşağından oluşlarıdır. Şebnem, ilerleyen sayfalarda Mazhar Alanson’un doksanlı yıllarda popüler olan şarkısı Bu Sabah Yağmur Var

İstanbul’da için, “Ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabilmiş talihsiz bir kuşağın tarihindeki

en hüzünlü şarkılardan biri” (s. 247) ifadesini kullanır, şarkıyı dinleyince “tanıdığı tanımadığı herkes ve elbette en çok da kendisi için” ağladığını ifade eder. Kendisiyle birlikte kuşağı için de asıl katastrofun yarınsızlık olduğunu düşünür. Onlar, ya temiz kalmaya çalışmış ama dünyanın kirlenmişliği nedeniyle kaybetmiş, bunun kederini taşıyan ya da bunca kirlenmişlik arasında temiz kalmanın mümkün olmayacağı dü- şüncesiyle kendilerini aynı kirli çukura salıveren kişilerdir. Her iki durumda da nihilist yaklaşımın etkisi belirgindir. Özellikle ilk grupta, nihilizme yönelik bilinçli bir tavırdan söz edilemez. Ancak, kanımızca, bu bilinçten yoksun olmaları, romanda nihilist bir tavır takınılmış olduğunu söylemeye engel teşkil etmemektedir.

Romanın bir başka sayfasında ise, “Bu tükeniş çağının orta sınıf hayaletleri olan bizler için, günün koşullarına göre yeri orta-üstle orta-alt arasında değişen (kriz hâli

malum, bir sürekliliktir ülkemizde), her gün biraz daha inceltmeye çalıştığı zevklerine sıkı sıkı tutunarak yaşayan biz zavallı hayaletler için yeni bir gün yok artık. Umut bitti.” (s. 178) diyerek kendisinin de üyesi olduğu sınıfı orta sınıf hayaletleri olarak niteler. Bu nitelemede de umutsuzluğun, tükenmişliğin, anlam/değer bulamamanın bireysel bir durum olmaktan çıkarılıp bir toplumsal sınıfa mal edilmesi söz konusudur. Roman, bu yönüyle bireysel bir trajedi ya da hikâye olmaktan çıkıp nihilizm açısından değerlendirilebilecek bir boyuta ulaşır.

Romanda geriye dönüşlerle genişletilen iç zamanda, arka plandaki toplumsal yapı da yansıtılmaya çalışılır. Toplumun genelinde de Şebnem’dekine benzer umutsuzluk, değer yitimi, derin yalnızlık, anlam bulamama gibi sorunlara yol açacak zamanlar yaşanmaktadır. Şebnem’in çocukluk yıllarından başlanarak, ülkedeki genel ortam olumsuzluklar içinde çizilir. 1980 darbesi öncesinde “memlekette zaten kim vurduya giden gidene”dir (s. 312), elinde Cumhuriyet gazetesi olduğu için ülkücülerden öldüresiye dayak yiyen kız öğrenci sıradan bir görüntüdür. Ancak, 12 Eylül öncesi marş söylenip slogan atılabilir, boykot yapılabilirken sonrasında “2. Şubede Filistin askısı ile ebenin elektriği” (s. 326) tehlikesi ciddi boyuttadır çünkü “Milli Güvenlik Konseyi iş başında. Albaylar muhtar olmuş. İki pırpır çavuşlar esip gürlüyor sağda solda.” (s. 333). Sonraki yıllardan ise “bizi çayda radyasyon olmadığına inandırmak için kameraların karşısında gösterişle çay içen bakan” (s. 196) görüntüsüyle Çernobil faciası hatırlatılır okuyucuya. 1990’lı yıllar ise “benim memurum işini bilir” düsturu, “ilk özel TV kanalımız, liberal ekonominin medar-ı iftiharı Star 1” (s. 261), Körfez Savaşı rüzgârları, “Özal’ın bir koyup üç alacağımız iddiaları” (s. 261) ile yer bulur. Müteşebbis Almancı Türk iş adamları, cast ajansları genel görünümü tamamlayan unsurlardır. 17 Ağustos 1999 depremi de toplumun genelini sarsan bir olay olarak yer bulur. Sonraki yıllar ise ahlâki yozlaşmanın belirgin olduğu yılbaşı partileri, Leyla’nın laiklikten muhafazakârlığa geçiş süreci içindeki ailesi, Şark Kahvelerinde zaman tüketen üniversite gençliği, “ardı ardına açılan eğlence mekânlarıyla pek yakında çağ atlayacak olan İstanbul” (s. 229), “üfürük TV programlarında iki cümleyi bir araya getiremeyen yetersiz psikologlarla sahte uzmanların alt sınıf hatta dip sınıf seyircilere psikolojik bilgi bombardımanı” (s. 285), “bu yüzyılla birlikte ölü ruhlarımızı tahnit etme işlemine başlamamız” (s. 285), “1 Mayıs gösterisinde İstanbul’un yarısını içeri tıkmaktan zevk alacak Emniyet Müdürü” (s. 380), “Ergenekon davasında bilmem kaçıncı dalga tutuklamalar olduğu haberleri, yer altında, Boğaz’ın dibinde filan silahlar bulunması” (s. 385), “bu yüzyılın gözyaşına inanılacak bir yüzyıl olmadığı” (s. 447), Belçikalı koca nedeniyle Belçika vatandaşı olmanın verdiği cesaret gibi ayrıntılarla yansıtılır. Yazarın bu uzun zaman diliminden romana yansıttıkları, hiç de iç açıcı olmayan ve genel bir perspektiften bakıldığında toplumsal ölçekli bir umutsuzluğu, çürümeyi aşamalarla hazırlamış olduğu görülebilecek olaylar, durumlardır. Buna dayanarak Şebnem de, bazı yerlerde yalnızca kendisi adına değil, tüm kuşağı adına konuşur ve umutsuzluğu, inançsızlığı, değer nesne bulamamayı dillendirir.

Nihilizmde yaşamın belli boyutlarla saçma/absürd olduğu düşüncesi önemlidir. Romanda, söz konusu durum, öncelikle bazı kişiler üzerinden sergilenir. “Takıp takış- tırdıklarından pırlantalar, giyip giyiştirdiklerinden ünlü markalar, sürüp sürüştürdük- lerinden Chanel’ler, Givenchy’ler taşan üç şişko kadın Milli Reasürans kafelerinden birinde Vogue, Davidoff, Silk Cut tüttürürüp macchiato, espresso, cappucino içerken bir yandan da kaşığı yalaya yalaya chocolate bomb, cheese cake, brownie, apple pie” yemektedirler. Sohbet konuları ise jakar fay, ziberlin, ipek jorjet; Beykoz’daki konaklarının güzelliği, annelik duygusunun harikalığı, Şebnem’in yaşamındaki anne baba trajedisi ve laf arasına sokuşturulan Uluçmüdürün vali olması ihtimalidir. (s. 298) Onlar, aynı zamanda “Noel’le, Christmas’la asla ilgisi olmayan bir takvimi edeplice kutlamak amacıyla” yılbaşı yemekleri yiyen, “laiklikten muhafazakârlığa geçiş sürecinin içinde” olan (s. 118) kadınlardır. Böylesine saçma, absürd oluşları, Şebnem’in Onlar

İçin Minibüs Şarkısı şiirini anımsamasına yol açar. “lunapark beğenisiyle döşenmiştir

yatak odaları/ kadındırlar, nişanlıları kendilerine ada falan armağan ederler... Ulus- çudurlar bunun kanıtı olarak viskiyi kâseyle içerler/ ama Batılıdırlar da lahmacuna havyar sürecek kadar... Düşünürdürler de ölülerin aile albümlerinden toplumbilim kuralları çıkartacak kadar...”(s. 300) Romanda saçmalık, absürtlük yalnızca kişilerle ilgili değildir. Uluçmüdürün Şebnem’le birlikte olduğu butik otel de bundan payını almıştır. “Aslına uygun restore edilmiş, yanık bir tarihi yalıdan bozma Kashane’de yaldız, sırma, brokar, kadife, gümüş, pirinç ve çiniden, irili ufaklı Osmanlı hilallerin- den ayak basacak yer kalmamıştı. Gelenleri kırmızı ceketli, sarışın kızların yanısıra sağlı sollu iki mermer kurna ve bir tombak mangalın karşıladığı lobide Eine Kleine Nachtmusik çalıyordu... Osmanlı mimarisiyle Noel ağacı şahane bir ikili oluyordu.” (s. 302) Bu noktada unutulmaması gereken ise, bu tür saçma durumların varlığının, yazarın romana yerleştirdiği tematik içerikle bağlantılı olduğudur. Şebnem, yukarı- daki satırlarda anlatılan kadınlarla ilgili olarak anımsadığı, Cemal Süreya’nın “Onlar İçin Minibüs Şarkısı” şiirini “Yazıldıktan kırk küsür yıl sonra ne kadar bildik bir hale gelmişti. Sosyal içerikli bütün sınavların cevap anahtarı olmuştu.” (s. 300) şeklinde değerlendirir. Romanda sergilenen bu tür saçma, absürt durumlar içinde bulunulan zaman diliminin de saçma oluşunu düşündürmektedir. Nihilist düşüncede, yaşamın anlamsızlığı yanında saçmalığı da önemli bir söylemdir.

Şebnem, insanların dünyanın, yaşamın, kendilerinin çürümüşlüğünü, kokuşmuşlu- ğunu görmezden gelerek yaşamalarını kabullenememektedir. Nihilizmde de önemli yeri olan bu “kabullenememe” hâli, onu “hayatının ipini çektiği gece”ye kadar götürecektir. “Benim istediğim kuru samanların altından şarıl şarıl akan suları göstermekti. Her şey yolundaymış, dünya b.k kokmuyormuş gibi yapan milyonlarca insana, ‘bir kere bari sağına soluna bak, çürüyor dünya görmüyor musun?’ demekti.” (s. 441) Şebnem böylelikle, olana itiraz etmiş, görmezden gelineni insanların adeta gözlerine sokarak göstermiş olur. Çünkü “susmak temizlemiyordur”. (s. 432) Zerdüşt de öğrencilerine

benzer bir öğüt verir: “Susmak daha kötüdür; saklanan bütün gerçekler ağılı olurlar. Bizim gerçeklerimizle parçalanabilen her şey, varsın parçalansın!” (s. 128)

Şebnem’in kurban olmaktan çıkıp kurban etmeye karar verişiyle birlikte hayata karşı aldığı tutum, yaşadıklarının bireysel ölçekli sarsıntıları değildir. “Ne var ki insan, hakkında iyi düşünceler beslediği dünyanın mahvolmuş olduğunu keşfetmeye görsün bir kere. İnsanın altın çağının geri gelmeyeceğini, zaten hiç olmadığını, ömür denen şeyin boş bir umudu beslemekten ibaret olduğunu anlamaya görsün. İnsan, insan denen varlığın en iyimser oranla yarısının şerefsiz mahlûkat, diğer yarısının da bu şerefsiz mahlûkatın oyuncağı olduğunu fark etmesin bir kere. İşte orada yeni bir ülke başlar. Bu ülke bir hayaldir aslında, bir umut, öncesiz ve sonrasız, anlık bir anlamdır sadece. Ama burası en onursuzca çöküşten doğan onurun ülkesidir. Burası Phoenix müdü- rüm. Burada kendini yakarsın, kendinle birlikte zalimleri de yakarsın ve küllerinden yeniden doğarsın. Doğmasan da ne gam! Var olan dünya öyle kirli ki. Öyle acımasız, öyle gaddar ve haşin ki! Yeniden doğsan da aynı dünyaya geleceksin, gelme. Yeni- den doğma. Phoenix’in küllerinde kal.” (s. 428) Nietzsche de Zerdüşt’e aynı öğüdü verdirir. “Kendi yalımınla yakmaya hazır olmalısın kendini; önce kül olmadan nasıl yeni olabilirsin ki!”38 Şebnem’in düşüncelerinde “yeniden doğma, yenilenme umudu”

henüz oldukça zayıftır. Hatta, bu ihtimalin yokluğunu bile kabullenmiş durumdadır. Bu noktada, roman boyunca Edip Cansever’in Phoenix adlı şiirine güçlü göndermeler yapıldığı belirtilmelidir. Şebnem de bu şiiri “hayatımın şiiri” diye anar. Geçmişte çıp- lak poz verdiği derginin adının da Phoenix olması o olayla ilgili en önemli ayrıntıdır onun için. Şiirin son iki dizesi “Kim ne derse desin ben bu günü yakıyorum/ Yeniden doğmak için çıkardığım yangından.”39 şeklindedir.40

Zerdüşt’ün “Doruk ve uçurum, bunlar artık birleştiler! Büyüklüğüne giden yolu yürüyorsun: daha önce son tehliken olan şey, son sığınağın oldu şimdi!.. Arkanda artık yol kalmaması, en büyük yürekliliğin olmalıdır senin!”41 şeklinde değerlendirmeleri

vardır. Bu satırları anımsatacak biçimde Şebnem de, kaydettiği görüntüleri paylaşırken, o görüntüler sayesinde yaşamının tehlikeye gireceğinin farkındadır, hatta öldürülece- ğinden emindir. Ancak, görüntülerin Selda aracılığıyla daha muktedir, etkili isimlere ulaştırılmasıyla Şebnem’in canına kast edilmesinin önünde büyük bir engel belirmiş olur. “Çürüyen bir dünyada çürümenin ispatı olan görüntülerim şimdi hayatımı kurtarıyordu. Beni yaşatıyordu.” (s. 452) Böylelikle Şebnem için de son tehlike, son sığınağa dönüşür.

38 Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, s. 67.