• Sonuç bulunamadı

II. GENEL OLARAK MEKÂN

II.4. Edebî Metinlerde Mekân

II.4.3. Coşku ve Heyecana Dayalı Metinlerde (Şiir) Mekân

II.4.3.1. Klasik Şiirde Mekân Tasavvuru

2.1. Barınma Mekânları

2.1.1. Ev (Beyt, Hâne, Hân-mân, Âşiyân, Yuva, Külbe)

2.1.1.7. Eşik (Âsitân, Dergâh, Südde)

Eşik, “kapı boşluğunun alt yanında bulunan alçak basamak” (Akalın vd., 2011:824) demektir. Genellikle evin dış kapısına inşa edilen eşik; tahta, taş, beton veya mermerden yapılır. Eşik sayesinde ev; toz, rüzgâr, haşere gibi zararlı unsurlardan korunur. Evin bir cüzü olan eşik, gerek motif gerekse sembol olarak Türk şiirinde yoğun bir biçimde kullanılmıştır.

Bir sözcüğün farklı anlamlara gelebilecek şekilde kullanılması, o sözcüğün dildeki yaygın kullanımının bir sonucu olduğu düşünülür. Türkçede eşikle ilgili deyimlerin fazla olması, sözcüğün tarihselliğini göstermenin yanı sıra, insan hayatının önemli mekânsal unsurlarından biri olduğunu gösterir. “Eşiğini aşındırmak, eşiğine yüz

sürmek, eşiğe baş koymak, eşiğini beklemek, eşiğini atlamak, eşikten dönmek, beşikten eşiğe” (Eren, 2010:273) deyimleri; “Altın eşik gümüş eşiğe muhtaç olur.” (Eren,

2010:273), “Gelin eşikte oğlan beşikte” (Aksoy, 1998:286) atasözleri, eşik kavramının Türk kültüründeki öneminin anlaşılması konusunda önemli bir gösterge olduğu düşünülür.

Önemli bir mekân veya mekânsal unsur olan eşik, geçiş mekânı olarak telakki edilebilecek her zemin için kullanılır. “Geçiş süreçlerinin yaşandığı evre, eşiksel

mekânların oluşmasına zemin hazırlar. Her mekân kendisinden bir önceki ya da sonraki mekâna eşik konumundadır.” (Bayrak, 2013:270). Örneğin; dünya, ruhlar âlemiyle

berzah âlemi arasında eşik mekân konumunda iken, berzah âlemi de dünya hayatıyla ahiret hayatı arasında eşik mekân konumundadır. Bir mekânı eşik mekân kılan özelliklerin başında zaman mefhumu gelir. Bu bağlamda zamansal açıdan geçici, mekânsal açıdan geçiş zemini olarak görülebilecek her mekân, eşik mekân olarak değerlendirilmelidir. “Özneye verilmiş olan zaman, bir ana eşikle başlar ve biter. Bu iki

ana eşik arasında yaşamını sürdüren birey, her iki eşiği geçmek zorundadır. Ayrıca birey şekillendirilmiş mekânlarda da ara eşikler oluşturmuştur. Yaşamı oluşturan ara ve ana eşikler, bireyin sürekli geçtiği veya geçmek zorunda olduğu mekânlardır.”

(Bayrak, 2013:280).

Tasavvufta eşik, kutsal mekân olarak görülür. Zira ulu insanlara atfedilen değer, onların tekke ve dergâhlarının eşiğine de atfedilir. Şeyh ve mürşitlerin dergâhına baş koymak veya eşiklerini öpmek, intisap sürecindeki ritüellerden bazılarıdır. Bu bağlamda eşik mahviyetkârlığı simgeler (Uludağ, 2005:128). Eşik, geçiş yeri olduğu için tasavvufî mekânların eşikleri, “seyr ü sülûkun yoğun bir biçimde yaşandığı yer ve maddeden

manaya, kesretten vahdete geçişin bir vasıtası olma gibi yönlerine vurgu yapılır.”

(Eren, 2010:273).

Klasik şiirde eşik sözcüğü, eş anlamlıları olarak bilinen âsitân, südde ve dergâh sözcükleriyle birlikte kullanılır. Bu sözcükler içinde klasik şairlerin eşikten sonra en çok iltifat ettikleri sözcük dergâhtır. Dergâh; kapı önü, tekke, âsitâne, zâviye (Uludağ, 2005:102) sığınılacak yer anlamlarına gelir. Tekke-tasavvuf şairleri, dergâh sözcüğünü

daha çok dinî bir mekân olarak kullanırken, klasik şairler “sevgilinin eşiği”, “sığınılacak yer/makam” ve “devlet büyüklerinin içinde yaşadığı mekân” anlamlarına gelecek şekilde kullanırlar. Dergâh sözcüğünün eşik anlamında kullanılmasının nedeni, Mutlak Varlık ile sağlanmak istenen kurbiyet hususunda, dergâhın eşik vazifesi görmesidir (Eren, 2010:273).

Dergâh sözcüğü, “sığınılacak makam” anlamına gelecek şekilde kullanıldığı beyitlerde beşerî veya ulvî makamlarla/mevkilerle ilişkilendirilir. Beşerî ve İlahî aşk söz konusu edildiğinde, yüceltilen varlık, sevgilidir. Sevgili, yüceliğini içerisinde yaşadığı mekânlara da yansıtır. Sevgilinin mahallesi anlamına gelen kûy ve mahallenin girişi ve sınırı anlamına gelen “eşik”, yüz sürülecek, baş koyulacak yer mesabesinde görülür. Bu durum, söz konusu mekâna atfedilen manevî değer nedeniyledir. “Âşık, sevgiliyi varlık

itibarıyla maddî âlemin çok ötesinde mülahaza eder. Bu durumda, madde olan vücudunu, hatta manevî varlığını, sevgili ile yan yana getiremeyeceğine ve sevgiliye de mümkün olduğunca yakın olma iştiyakı içerisinde bulunduğuna göre; vücut itibarıyla kendisine ve mana itibarıyla sevgiliye en yakın unsurlardan biri olarak eşik, âşığa muradına erme yolunda büyük imkânlar sunar.” (Eren, 2010:279).

Klasik şiirde farklı teşbih ve tasavvurlara konu edilen mekânların başında eşik gelir. Sevgilinin eşiği, “cennet, kıble, secdegâh, gök, asuman, arş, yastık ve gül

bahçesi” (Pala 1995:51) olarak tasavvur edilirken; şeyhin eşiği, manevî himmet umulan

yer; sultanın eşiği ise maddî bir ihtiyacı giderme veya makam elde etme noktasında sığınılan yer olarak tasavvur edilir.

Bâkî Divanı’nda eşik; sevgiliyi temsil eden mekânlara atfedilen yücelik, sürme, âşığın ah kıvılcımıyla aydınlanan, gözyaşı mücevherleriyle süslenen, rakip tarafından korunan, yüz sürülecek kadar değerli görülen ve dilenciyi sultana dönüştüren yer, âb-ı hayat, cennet, secdegâh, Kâbe, Mescid-i Aksâ, Yecüc ve Mecüc’ü engelleyeceğine inanılan set, yastık, döşek, padişahların baht kıblesi, memdûh övgüsü; Fuzûlî Divanı’nda ise Kâbe, yastık, sükûnete erme yeri, feleklerin yüz sürdüğü, güneşin toprağını öptüğü, âşığın kanının döküldüğü ve intizarla beklediği yer, Hz. Muhammed’in kabri, Hz. Ali’nin türbesi, sevgilinin eşiği ve memdûh övgüsü hususlarıyla ilgili tasavvurlara konu edilmiştir.

Sevgilinin eşiği daima yüceltilir. Bu bağlamda Bâkî, sevgilinin eşiğinin toprağını saf altından üstün görür (Bâkî, G.113/4). Yıldızların yüce bakışlarıyla sevgilinin eşiğini gözlediğini (Bâkî, G.17/1) padişahların bile sevgilinin eşiğini, baht kıblesi olarak telakki

ettiğini (Bâkî, K.7/32), sevgilinin eşiğinde bekleyen kölenin taht sahibi padişah kadar değerli olduğunu söyler. Bâkî, bu ifadeleriyle eşiği yüceltmenin yanında, eşiğe intisap etmenin sağladığı maddî ve manevî değere işaret etmiştir:

İşigün üftâdesi kemter gedâ mihr-i münîr Pençe-i hûrşîd-i ‘âlem-tâba hüsnün dest-gîr

Her gedâ-yı âsitânun bir şeh-i sâhib-serîr (Bâkî, Th.5-II/1-2-3)

Bâkî ve Fuzûlî divanlarında eşik, sevgilinin üzerinden geçtiği yer anlamına gelecek şekilde kullanır. Sevgiliye kutsallık atfedildiği için onun üstünden geçtiği toprak, şifa kaynağı olarak telakki edilir. Ayrılık derdinden sürekli ağlayan âşığın gözlerinin hastalıklı olduğu düşünülür. Âşığın gözlerine şifa olabilecek madde de sevgilinin ayak toprağıdır. Sevgilinin ayak toprağı, göz sürmesi olarak da düşünülür. Göz sürmesi, âşığın görme kabiliyetini arttırır, “ona manevî bir kudret, keramet verir.” (Tarlan, 2009:500). Bu bağlamda Bâkî, göze berraklık sağladığı için sevgilinin dergâhının toprağını sürme cilasından üstün görür. Yüceltilen sürmenin kaynağı, sevgilinin ayakları olduğu için can gözüne bile iyi geldiği düşünülür ve hayat kaynağı mesabesinde görülür:

Güşâyiş gerd-i râhundan yitişdi dîde-i câna

Safâ-yı hâk-i dergâhun cilâ-yı tûtiyâdan yig (Bâkî, G.271/5)

Fuzûlî ise sevgilinin eşğinin toprağından oluşan göz sürmesi sayesinde âşığın cihanı görebildiğini, görme kabiliyetini yitirmemesi için de gözyaşı dökmemesi gerektiğini ifade eder:

Hâk-i dergâhın nazardan sürme ey seylâb-i eşk

Kılma zâyi‘ sürme-i çeşm-i cihân-bînim benim (Fuzûlî, G.206/3)

Âşığın çektiği sıkıntıların sembolleri olarak bilinen ah ve gözyaşı, sevgilinin eşiğiyle ilgili tasavvurlara konu edilir. Âşığın ahı, sevgilinin eşiğine varan yolun meşalesi (Bâkî, G.321/1), gözyaşı mücevherleri ise eşiğinin taşına dizilmiş süs araçları olarak düşünülür. Sevgilinin yüceliği eşiğine atfedildiği için eşiğine varan yol, aydınlık ve gözyaşı mücevherleriyle süslenmiş bir mekân olarak tasavvur edilir. Bu durum, aynı zamanda sevgili uğruna çekilen acıların büyüklüğünü gösterir:

Eşkümün gevherlerin dizdüm işigi taşına

Yâre ‘arz idem diyü silmiş rakîb-i bed-likâ (Bâkî, G.15/2)

Vuslat, büyük bedeller gerektirir. Bâkî, ayrılık derdi çeken âşığın kanlı gözyaşları dökerek sevgilinin eşiğine varmak istediğini dile getirir (Bâkî, G.536/3).

Böylece sevgilinin eşiğini derman bulma yeri olarak tasavvur eder. Sevgilinin eşiğine, feryat ve figan ederek ulaşan âşığın (Bâkî, G.357/1) karşısına eşikte, belânın büyüğü olarak düşünülen rakip çıkar. Bâkî’nin rakibi gökten gelen kaza ve ansızın başa gelen belâ olarak tavsif etmesinin temelinde, âşığın İlahî bir imtihana uğradığına, çektiği sıkıntının bahtsız kaderinden kaynaklandığına dair inanış veya düşünce vardır:

İşigünde beni ey meh bulur bir gün ‘adû nâ-geh

Kazâ-yı âsmânîdür belâ-yı nâ-gehânîdür (Bâkî, G.54/4)

Âşık kendisini sevgilinin eşiğinin kölesi olarak görür. Zira bu sayede sevgilinin lütuf nazarına mazhar olur. Kölelik, kayıtsız şartsız bağlılığı zorunlu kılar. Bu durum, sevgilinin sultan formunda telakki edildiğini gösterir. Klasik şiirin aşk anlayışına göre vuslat muhâl olduğu için, âşığın sevgiliye en fazla yaklaşabileceği yer sevgilinin eşiğidir. Sevgilinin bakışı, yaralayıcı veya öldürücü olsa bile âşığın nazarında teveccüh ve ilgi olarak telakki edilir, ihsan ve lütuf olarak görülür:

Nazar-ı lutf dirîg etme Fuzûlîden kim

Sana sıdk ile özün bende-i dergâh bilir (Fuzûlî, G.107/5)

Karıncanın Hz. Süleyman’a yakın olma isteğiyle Bâkî’nin sultan olarak tasavvur ettiği sevgilinin eşiğine yakın olma isteği arasında benzerlik ilişkisi oluşturulur:

Gubâr-ı dergeh-i şâha sürer yüz yirde yüz

Bâkî Süleymâna mukârin olmag ister seyr idün mûrı (Bâkî, G.547/5)

Sevgilinin eşiği, beklenilen yer olarak tasavvur edilir. Bu bağlamda Fuzûlî, âşığın ıslak gözyaşlarıyla yıkanan sevgilinin eşiğinin taşının, onun nazarının feyziyle la‘l madenine dönüştüğünü (Fuzûlî, G.209/1) söyleyerek eşiği, beklenilen ve âşığın dertleriyle hemdert olmuş bir mekân olarak tasavvur eder. Ayrıca âşığın sevgilinin eşiğinde esir olduğunu, dökülen kanını, eşiğin içtiğini ifade ederek söz konusu mekâna olan bağlılığını; sevgili uğruna ölüm dâhil, her fedakârlığın göze alındığını vurgular. Kan, tasavvufî anlayışa göre kesrettir. Kanın dökülmesi, kesretten arınmak anlamına gelir. Sevgiliye yaklaşmak veya sevgiliyle belli bir yakınlık kurmak, kesretten arınmakla mümkündür. Kanın sevgili uğruna dökülmesi yaklaşma, yakın olma anlamına gelen kurban ile de irtibatlıdır. Dolayısıyla âşığın kanının sevgilinin eşiğine dökülmesi imgesiyle oluşturulmak istenen yakınlığa işaret edildiği düşünülür:

Tökdükçe kanımı okun ol âstân içer

Sevgili, ikram ve ihsan kapısı olarak düşünüldüğü için âşık dilenciye benzetilir. Bu dilenci bir ekmeğe muhtaç olacak kadar düşkündür. Âşığın dilendiği azık, aslında ilgi ve muhabbettir. Muhabettin ekmek olarak düşünülmesi, yaşamın idamesi konusunda ekmeğin zorunlu ihtiyaç olmasından kaynaklanır. Bu bağlamda sevgilinin eşiği, muhtaçların ihtiyacının karşılandığı yer, ümit kapısı olarak tasavvur edilir:

Biz gedâ mihmâniyüz lâyık görürse hükm anun

İşiginde nâne muhtâc oldugın mihmân eger (Bâkî, K.13/13)

Sevgilinin eşiğinin toprağı, âb-ı hayat çeşmesi olarak düşünülür. Toprak ve su, dört ana unsurdan ikisini teşkil eder. Bu unsurlar, kâinatın aslî unsurları olup hayatın kaynağı olmaları nedeniyle birbirlerinin benzetileni olarak görülürler. Ölümsüzlük ve ebedî huzur, âşığın vuslata ermesiyle gerçekleştiği için sevgilinin eşiğinin toprağı, âb-ı hayat çeşmesi olarak tasavvur edilmiştir:

İşigün hâkine ser-çeşme-i hayvân dirler

Kapuna matla‘-ı hûrşîd-i dırahşân dirler (Bâkî, G.144/1)

Secdegâh, ibadet yerlerinden biridir. Kulun Allah’a en yakın olduğu an secde anıdır. Bu bağlamda secdegâh kurbiyetin sembolü olarak kullanılmıştır. Âşık, sevgilinin eşiğinde secde ettiğinde, sevgilinin mahallesindeki tozun âşığın yüzüne yapıştığını, rakibin bu durumdan rahatsız olup âşığa zulmettiğini ifade eden Bâkî, bu yaklaşımıyla sevgilinin eşiğini kutsal mekân, sevgiliyi ise Mutlak Varlık olarak tasavvur eder:

Rakîb âzâr ider yâr işiginde eylesem secde

Yüzüme yapışur gûyâ gubâr-ı kûy-ı dil-berdür (Bâkî, G.149/3)

Senet, bir işi güvence altına almak amacıyla düzenlenen belge, sözleşmedir. Bu belge sayesinde iş veya ticaret akdi sağlamlaştırılır. Bâkî, sevgilinin eşiğinin taşını ebedî mutluluğun senedi olarak görür. Sevgili, âşığı muhatap olarak kabul etmediği için âşığın sevgilinin eşiğini senet olarak tasavvur ettiği düşünülür:

Ey dil gerekse vâsıta-i devlet-i ebed

Olmaz nigârun işigi taşı gibi sened (Bâkî, G.43/1)

Sevgilinin eşiği, âşığın cennetidir (Bâkî, G.363/5). Cennet mutlak huzurun sağlandığı yerdir. Bütün müminlerin varmak istediği menzildir. Bâkî, sevgilinin mahallesini cennete benzettiği için -göğün dördüncü katına çıkarıldığı düşünülen- Mesih’in sevgilinin eşiğine razı olduğunu ifade ederek sevgilinin eşiğini, cennetteki bir mekân olarak görmenin yanı sıra, Mesih’in çekildiği dördüncü kattan daha yüksek bir makam/mekân olarak tasavvur eder:

Cennet-i kûyuna meyl eylese Tûbâ yiridür

Âsitânun dilese gökde Mesîhâ yiridür (Bâkî, G.66/1)

Sevgilinin eşiği, felek ve gökyüzü gibi kozmik mekânlarla mukayese edilir ve yer yer onlardan üstün görülür. Bâkî, sevgilinin eşiğini yücelikte gökyüzüyle eşdeğer (Bâkî, G.4/5), felekten ise üstün görür. Yeni ayın felekteki görüntüsünü kulpa benzeten Bâkî, sevgilinin eşiğine feleğin özendiğini ancak bu özentinin eğreti bir manzara ortaya koyduğunu söyler. Ayaklar altında olması hasebiyle değersiz bir mekân olarak görülen eşiğin, kozmik mekânlardan üstün görülmesinin temelinde sevgiliye atfedilen değerin olduğu düşünülür:

Öykündügi’çün işigüne ey şeh-i cihân

Dahı ne kulplar taka eflâke mâh-ı nev (Bâkî, G.400/4)

Sevgilinin eşiği, Müslümanların ilk kıbleleri olarak bilinen Mescid-i Aksa (Bâkî, G.116/3) ve Kâbe’ye benzetilir. Bâkî, “Kâbe’nin eşiğine nasıl yüz sürülüyorsa ben de kıble ve Kâbe olarak gördüğüm sevgilinin eşiğine yüz sürerim.” diyerek söz konusu mekâna atfettiği kutsiyeti ve değeri anlatır. Yüz sürmek, mahviyetkârlığın sembolüdür. Kutsal mekân ve kişilerin karşısında gösterilecek mahviyetkârlık, kişinin yücelmesine vesile olacağı için bu davranış önemsenir. Ayrıca eşiğin kıble ve Kâbe olarak tasavvur edilmesi, sevgilinin Mutlak Varlık formunda telakki edildiğini gösterir:

Bilürsin yüz sürerler âsitân-ı Ka‘beye ben de

İşigüne yüzüm sürsem n’ola a Ka‘bem a kıblem (Bâkî, G.333/6)

Fuzûlî ise memdûhun ziyaretlerde bulunup bazı eşikleri tavaf ettiğini ve bu ziyaretlerinden manevî bir feyiz elde ettiğini ifade eder. Eşik, tavaf edilen mekân mesabesinde görüldüğü için Fuzûlî’nin eşik ile kutsal mekânlardan Kâbe’yi kasttetiği düşünülür. Mutlak Varlık’ın madde âlemindeki evi olarak bilinen Kâbe, manevî feyiz ve rahmet kaynağıdır. Maddî anlamda da eşik aşıldığında, sevgilinin mekânına girildiği için eşik/Kâbe sağlanmak istenen kurbiyetin vesilesi olarak düşünülür:

Ziyâretler ki kıldın âsitânlar kim tavaf etdin

Kabûl olsun ki tapdın her birinden feyz-i rûhânî (Fuzûlî, K.26/8)

Eşik, Hz. Muhammed’in kabriyle (türbe) ilgili tasavvurlara konu edilir. Fuzûlî, insanın din ve dünyasının sermayesi (Fuzûlî, G.102/1) olarak gördüğü eşiği, Hz. Muhammed’in türbesini/kabrini karşılayacak şekilde kullanır. Söz konusu türbeye varma uğruna her türlü fedakârlığın yapılabileceğini düşünür:

Zerre zerre hâk-i dergâhına ister sala nûr

Dönmez ol dergâhdan ger olsa pâre pâre su (Fuzûlî, K.3/21)

Hz. Ali, üstün meziyetlere sahip olduğu için gerek kendisi gerekse dergâhı bazı tasavvurlara konu edilir. “Türk düşünce dünyasında Hz. Ali; kahramanlığı, cömertliği,

yürek saflığı, adaleti, cesareti, takva, bilim ve bilgi sahibi olması ile öne çıkmıştır. Hatta onun bu özellikleri her Türk ferdi için örnek sayılmıştır.” (Demir, 2011/b:103).

Hz. Ali’nin söz konusu vasıflarını iyi bilen ve belli vasıflarını örnek alan Fuzûlî, gerek Şii olduğu için gerekse Necef’teki türbesinde hadimlik yaptığı için Hz. Ali ve Ehl-i Beyte olan düşkünlüğünü eserlerinde sıkça işlemiştir. Fuzûlî, Hz. Ali’yi Necef şahı olarak tavsif eder. Savaşa gitmek isteyen yöneticilerin, Hz. Ali’nin dergâhına sığındıklarını ve ona saygı gösterdiklerini söyler (Fuzûlî, Trc.15-IV/2). Bu durum, Hz. Ali’nin savaşlarda gösterdiği cesaretin tasavvur ve tahassüs edildiğini, savaş ve sefer gibi zor işlere çıkıldığında Allah’ın veli kullarından yardım talep edildiğini gösterir. Fuzûlî ayrıca ömrü boyunca gece gündüz demeden sadakat ve ihlas ile kendisini Hz. Ali’nin dergâhına/yoluna adadığını dile getirir. Bu yaklaşımıyla dergâh (eşik) sözcüğünü türbe anlamında kullanır. Zira Fuzûlî, dünya ve ahretine kurtuluş vesilesi olacağı düşüncesiyle ömrünü Hz. Ali’nin türbedarlığına vakfetmiştir:

Bu gün ümîd ile bir ömrdür ki dergehine

Bırakmışım ser-i ihlâs ü sıdk leyl ü nehâr (Fuzûlî, K.6/29)

Âşığın hüzünlü gönlü, sevgilinin eşiğinin taşına meylettiği için Fuzûlî, bu mekânsal unsuru “yastık” olarak tasavvur eder (Fuzûlî, G.238/3). Âşığın maksadı, sevgilinin eşiğine başını koymak iken, aşağı doğru akan gözyaşlarının onu söz konusu yerden kaldırdığını düşünür. Fuzûlî, bu yaklaşımıyla sevgilinin eşiğini intizar ve elem içinde oturulan (minder) veya uzanılan yer (döşek) olarak tasavvur etmiştir. Eşiğin yastık veya döşek olarak tasavvur edilmesi, âşığın bu mekâna olan bağlılığına ve mekânı huzurun kaynağı olarak görmesine işarettir. Bu durum aynı zamanda sevgilinin eşiğinin emniyeti sağlayan barınma veya korunma mekânlarıyla aynı mesabede görüldüğünü gösterir:

Kaldırdı eşk-i dûn beni ol âsitâneden

Kim maksadım benim dahi ol âsitânedir (Fuzûlî, G.99/3)

Gönlü hasta olarak düşünülen âşığın şifa bulduğu yer sevgilinin eşiğidir. Gönül hastalığının ilacı vuslattır. Bâkî bu tasavvuruyla eşiği derman bulma vesilesi veya tedavi

mekânı olarak tasavvur eder. Ayrıca takatsiz kalan hastaların iyileşebilmek için yastık veya döşeğe başlarını koyma durmuna işaret etmiştir:

İşigün taşı ile hâk-i harîmün besdür

Bâkî-i haste-dile bâliş ü bister yirine (Bâkî, G.422/7)

Bâkî, birçok tasavvur ve teşbihle ilişkilendirdiği sevgilinin eşiğini gam Yecüc’ünün defedilmesi için sağlam bir biçimde inşa edilmiş sete (Bâkî, K.26/14), nehirlerin yüz sürebilmek için başlarını taştan taşa vurarak ulaşmak istedikleri menzile benzetir. Bu ifade, Fuzûlî’nin su kasidesindeki Hz. Peygamber’in ravzasına varmak için suyun, başını taştan taşa avare bir şekilde vurup gezişini hatırlatmaktadır. Bu teşbihlerle eşiği, ağyar ile sevgili arasında engelleyici bir mekân olarak tasavvur ederken, âşığın mutlak surette ulaşması gereken mekân olarak tasavvur eder:

İşigi taşı imiş yüz sürecek hayf diyü

Taşdan taşa döger başını şimdi enhâr (Bâkî, K.18/37)

Eşik, Fuzûlî Divanı’nda “hilafet” sözcüğüyle tavsif edilir. Kendisini memdûhun eşiğinin ihlâslı ve sadık bir kölesi olarak (Fuzûlî, K.19/31) tasavvur eden Fuzûlî, hilafet eşiğine yakın olmayı cazip görür. Oluşan cazibe nedeniyle gayrıihtiyari olarak mekân değiştirdiği takdirde, insanların bu durumu garipsememesi gerektiğini ifade eder:

Kurb-i dergâh-i hilâfet şevki câzibdir sana

Eyler isen n’ola tağyîr-i mekân bî-ihtiyâr (Fuzûlî, K.39/3)

Osmanlı Devleti “patrimonyal” bir yapıya sahiptir. Şairler herhangi bir devlet yöneticisinin himayesine girmek istediklerinde, acziyetlerini dile getirerek otoriteyi methederler. Yüce ve kutsal varlıklar karşısında gösterilen acziyet, söz konusu davranışı gerçekleştiren kişiyi de yüceltir. Bu bağlamla alakalı olarak Bâkî, memdûha atfedilen kutsallık ve yüceliğin onun eşiğinin toprağına intisap edenlere de sirayet ettiğini, onların memdûhun nazarında övünme tacının en yüksek derecesine ulaştığını ifade eder (Bâkî, K.17/8). Bâkî ayrıca sultanın eşiğini fazilet ve belâgat ehlinin ümit kapısı (Bâkî, Ms.1- II/4), şah ve şehzadelerin misafirhanesi (Bâkî, K.6/12), şairin dert ve sıkıntılarına çare bulduğu mekân olarak tasavvur eder:

Derd ü mihnet çekme dergâhında ey Bâkî yüri

‘Arz kıl bilmezse hâlün hazret-i Sultân eger (Bâkî, K.13/9)

Fuzûlî de insanların ve cinlerin, memdûhun eşiği/sarayı uğruna canlarını verdiğini (Fuzûlî, K.26/22), bu eşiğe sığınan insanların mahrum bırakılmadığını (Fuzûlî, K.35/16), hasta ve zayıf insanlar için bu eşiğin şifâhâne mesabesinde olduğunu (Fuzûlî,

K.33/28), yüceliğinden dolayı kozmik âlemin en yüce varlığı olarak telakki edilen güneşin dahi sultan eşiğinin üzerine yemin ettiğini söylemek suretiyle söz konusu mekânın taşıdığı değeri açıklar:

Rif‘at-i kadrini hûrşîde su’âl etdi zemîn

Hâk-i dergâhına yâd eyledi hûrşîd kasem (Fuzûlî, K.24/30)

Sevgilinin/memdûhun eşiği, âşığı/şair teskin eder. Fuzûlî, sabah rüzgârının kara ve denizlerde başıboş dolanmasını (esmesini) sevgilinin eşiğinde ikâmet için yer bulamamasına bağlar (Fuzûlî, K.5/10). Böylece sevgilinin eşiğini sükûnet ve dinginliği sağlayan bir yer olarak tasavvur eder. Ayrıca memdûhun eşiğine feleklerin bile alınlarını sürdüğünü (Fuzûlî, K.10/27), güneşin sevgilinin eşiğini öpmek için indiğini ve iktidarındaki yüceliği bu mekândan elde ettiğini ifade eder. Böylece söz konusu mekânın sahibini, kâinatın yüce şahsiyetlerinden biri olarak görür:

Ser-efrâzî ki feyz-i hâk-bûsi âsitânından

İnip her dem güneş kesb-i ulüvv-i iktidâr eyler (Fuzûlî, K.22/13)

Şairlerin rahat yaşamak veya belli bir makam elde etmek için ulaşmak istedikleri yerlerin başında otoriteyi temsil eden mekânlar gelir. Devlet kapısı veya hükümdar eşiği, şairlerin varmak istedikleri mekânların cüzleri olup parça-bütün ilişkisi bağlamında saray ve başkent gibi mekânları karşılar. Eşik mekânların aşılması, arzu edilen hayat şartlarının elde edilmesi noktasında önemli bir süreçtir. Bu meyanda memdûh övgüsünde bulunan şair, memdûhu temsil eden mekânların en değersiz yeri olan eşiğini yüce vasıflarla överek memdûha atfettiği değerin yanında kötü bahtının iyiye dönüşmesi konusunda çaba sarfeder. Bâkî, ihtiyaç gününde Sultan Süleyman Han’ın eşiği dururken alçak dünyaya baş eğmemesi gerektiğini ifade ederek hükümdar eşiğine yapılan niyazın yerinde bir davranış olacağını düşünür:

Bâkıyâ baş egme dehr-i dûna çün rûy-ı niyâz

Âsitân-ı Hazret-i Sultân Süleymân Hânadur (Bâkî, G.136/5)