• Sonuç bulunamadı

1.5. AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ (AİHM) KARARLARINDA

2.1.2. Cumhuriyetin İlanı Öncesi Dönemde İletişimin Denetlenmesi

Cumhuriyetin ilanı öncesi dönemde geçerli olan İslam Hukukunda bugünkü anlamda koruma tedbirlerinin bulunduğunu söylemek mümkün değildir. İslam hukukunda, tecessüs denilen, ayıp ve kusur araştırmak, başkalarının gizli hallerinin araştırılması, sahibinden habersiz öğrenilmesi ve açıklanması yasak sayılmışsa da; özel hayatın gizliliği ve korunması konusunda hükümlerin büyük bir kısmı tecessüs yasağının kıyasen uygulanması ile kabul edilmiştir (Armağan, 1976: 145 vd; Fendoğlu, 1994: 118; Türkmen, 1996: 379 vd). Burada, suçların gizlenmesi, kusurların araştırılmaması esas olmakla birlikte, bu esasın mutlak kabul edilerek, asla her suç ve her haksız fiilin görmezlikten gelinmesi anlamı taşımayacağı ve keyfîliğe ve toplumsal kargaşaya neden olmamak için bunun da sınırlarının çizilmesi gerektiği belirtilmiştir. Buna göre, suçun alenî olarak işlenmesi, bunda bir sakınca görülmemesi, işlenen suçun propagandasının yapılması, failin toplum içinde bu suçla tanınmış olması, suçta ısrar edilmesi, itiyat haline getirilmesi ve bir pişmanlık

sergilenememesi gibi durumlarda gizleme söz konusu olmayıp, aksine bu kişilerin mutlaka resmî makamlara şikayetleri istenmiştir. Yani burada mutlak bir gizleme olmayıp, gerektiğinde suçların ortaya çıkartılabilmesi için özel hayatın gizliliğine ve haberleşme özgürlüğüne müdahale edilebileceği ifade edilmiştir (Erturhan, 2001: 2).

İslam Hukuku açısından sahibinin rızası olmadan meclis içinde söylenen sözlerin başkalarına aktarılmasına izin verilmediği gibi, gizli kalması talep edilen diğer durumlarda da sözlerin başkalarına aktarılmasına izin verilmemiştir (Berki, 1972: 28). İslam hukukunda sözlerin ifşası memnu olduğu gibi, gizli olarak konuşulan sözlere anlam yüklemeye çalışmak da uygun değildir. Bu itibarla, İslam hukukuna göre, iki kişi ya da daha fazlası gizli görüşürlerken araya girip dinlemeye çalışılmaması icap eder. Genel görüş bu yönde olup, bu tarz hareketin su i edep (edepsizlik) sayılır. Bu doğrultuda, İslam Hukuku açısından sahibinin izni olmaksızın mahrem kalması gereken durumların ve sözlerin açığa çıkarılmasının haram sayılması yanında, bireyin huzurunda ya da gıyabında iken mektubunun, yasanın izni olmaksızın alınmaya çalışılması da cezayı ve kınamayı gerektiren bir durum olarak kabul edilmiştir (Yazır, 1935: 4472). Osmanlı Devletinde uygulanan Mecelle’ye göre de, kişilerin yazıya döktüğü haberleşmesi ile sözlü haberleşmesi aynı önemdedir. Gerçekten Mecellenin 69’uncu maddesinde; “Mukatebe, muhataba gibidir” (yazışma karşılıklı konuşma gibidir) hükmüne yer verildiği görülmektedir (Öztürk, 1973: 129 vd). Bu düzenleme ile, yazılı haberleşme, sözlü haberleşme gibi kabul edilerek, bu tür haberleşmenin de gizliliğinin korunmasını amaçlanmıştır (Berki, 1972: 25).

Emeviler ve Abbasiler döneminde posta işlerine “Berid” ismi verilmiştir. Berid Teşkilatına ait olarak elde bulunan en eski paleografik belge 1933 senesinde Semerkant yakınlarında Mug-Kale harabelerinde yapılan kazıda çıkarılmış olan M.S. 717-718 tarihli bir vesikadır (Kayaoğlu, 1985: 65). Bu vesika o tarihte orada berid idaresinin bulunduğunu göstermesi bakımından önem taşımaktadır. Bütün İslam devletlerinde “Berid Teşkilatı” esasen iki temel görevi ifa etmiştir. Bunlar;

1. Devletin haberleşmesini temin etmek, memurların ülke içerisinde seyahatlerini sağlamak, postacılık ile ilgili diğer görevleri yerine getirmek.

Berid Teşkilatının üyeleri belirli niteliklere sahip olan kişilerden seçilirlerdi. Zira, gizli haber taşıma, istihbarat, devlet haberleşmesinin güven içinde gerçekleştirilmesi, postanın ve postacının güvenliğinin sağlanması herkes tarafından gerçekleştirilebilecek görevlerden değildi. Bu nedenle, Berid Teşkilatındaki kişilerin görevlerini eksiksiz ve istenilen ölçüde yerine getirebilmeleri için güvenilir bir kişi olmalarının yanında; tedbirli, basiretli davranan iyi bir idareci de olmaları gerekliydi(Yazıcı, 1987: 380).

Emevi hükümdarlarından Abdülmelik bin Nevran postacılık sistemine daha da önem vererek posta ve postacılar için özel önlemler getirmiş, postacıların halife yanına giriş çıkışlarında soruşturma bürokrasisinden uzak tutulmalarını sağlayarak bürokrasinin haberleşmeye gereksiz müdahalelerini önlemiş, bu da haberleşmenin gizliliğinin kurumsal bir sorumluluk taşımasına katkı sağlamıştır (Kazıcı, 1991: 274). Gazneliler’de ise resmi postanın açılması ve hükümdarlara arzı konusunda gizliliğe riayet edilerek haberlerin yayılmaması için tedbirler alınmıştır. Bu doğrultuda, postanın açılması sırasında vezir ve divanın birkaç memuru dışında başkasının hazır bulunmaması sağlanmıştır.

İslam Hukukuna dayanan Osmanlı Hukukunda da haberleşme gizliliğini korumaya yönelik olarak tecessüs anlayışını görmek mümkündür (Fendoğlu, 2000: 258). Gerçekten Osmanlı ceza hukukunda telgraf muharebelerinin gizliliğini ihlal edenlere para cezası verilmiş, suçun kasten işlendiği tespit edildiğinde ise hapis cezaları uygulanmıştır.

Osmanlı Devletinde 15’inci yüzyıla kadar geçen süreçte posta müessesesi ulak sistemi ile devam etmiştir (Kazıcı, 1991: 282). Devlete ait resmi evrakı bir yerden başka bir yere götürmekle görevli resmi memur olan ulaklar iffet sahibi, namuslu ve güvenilir kişiler arasından seçilerek haberleşmenin gizliliğinin sağlanması amaçlanmıştır.

Osmanlı mevzuatında özel hayatın gizliliği ve korunması ile ilgili düzenlemeler bulunmaktadır. 1859 tarihli Telgraf Nizamnamesi’nin 19 ila 21’inci maddeleri ve 1871 tarihli Posta Nizamnamesinin 10 ila 22’nci maddelerinde

haberleşmenin gizliliğini ihlal eden görevlilerin cezalandırılması öngörülmüştür(Alpkaya, 1990: 176). Ayrıca, 1858 tarihli Ceza Kanunu ile konut dokunulmazlığı güvence altına alınarak ihlal edenler cezalandırılmıştır.

Aynı şekilde, 1876 tarihli Kanun-u Esasi’nin 22’nci maddesinde de aynı husus düzenlenmiş, 1909 yılında yapılan değişiklikle haberleşme gizliliğini düzenleyen yeni bir madde eklenmiş, bu madde ile “postahanelere mevdu (verilmiş) evrak ve mekatib (mektuplar) müstantik (sorgu yargıcı) veya mahkeme kararı olmayınca açılamaz” şeklinde hüküm konulmuştur.

1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanununda özel hayatın gizliliği ve korunmasına ilişkin doğrudan veya dolaylı bir hüküm bulunmamaktaydı. Bununla birlikte, 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu döneminde temel hak ve hürriyetler konusunda, 1876 Kanun-u Esasî ile düzenlenen hükümlerinin geçerli olduğunu söyleyebiliriz.