• Sonuç bulunamadı

C. 2. a) Toplumsal İlişkilerin Nesnel Yönü

1993b: 23) bu durumu dikkate almaktadır. Toplumsal ilişkilerin nesnel ve öznel boyutlarını incelemeye geçmeden önce bu ilişkilerin doğal ve toplumsal yönlerinden bahsetmemin nedeni bu iki ayrımın birbirine denk düşmediğini gösterebilmekti.

Toplumsal ilişkilerin gerek nesnel gerekse öznel boyutu, bu ilişkilerin hem doğal ve hem de toplumsal yönlerini kapsamaktadır, fakat bunları değişik ve birbirini tamamlayacak şekilde dile getirirler. Şimdi bunu daha yakından incelemeye geçeceğim.

insanların maddi yaşamlarını üretme tarzlarını ve bununla birlikte yaşam tarzlarının kendisini de belirlemekte olduklarını söyleyebiliriz. Burada toplumsal ilişkilerin iki boyutu arasında birbirinden kopuk ya da bağımsız varlıklar şeklinde ele aldığımız düşünülmesin. Sadece Marx'ın tarih anlayışını yani toplumsal varlığı meydana getiren karşılıklı ilişkilerin değişim/dönüşümüne ilişkin fikirlerini daha net bir biçimde açıklayabilmek için zaman zaman kendisinin de başvurduğu bir ayrımı dile getiriyoruz. Marx'ın bir takım koşullar olmadan maddi yaşamını üreten ya da kendi tarihlerini yaratan insanların varlığından bahsedemeyeceğimiz yönündeki görüşünü açıklamaya çalışıyoruz. Bu açıklamayı gerçekleştirebilmek için öncelikle maddi yaşamlarını üreten insanların bu faaliyetlerini geçekleştirme biçimlerini belirleyen koşullardan başlayacağız.

Marx'ın toplumsal ilişkilerin nesnel boyutu olarak adlandırdığı koşulları incelemeye ilk olarak üretici güçler (Produktionskräfte) kavramını ele alarak başlayacağım.78 Üretici güçler kavramı, Marx'ın tarih anlayışı açısından oldukça

78 Burada üzerinde duracağım üretici güçler kavramı ve daha sonra ele alacağım üretim ilişkileri, mülkiyet ilişkileri vb. gibi kavramlar, Marx tarafından Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı adlı kitabının Önsöz'ünde belirli bir çerçeve içine oturtulmuş, bu kavramların birbirleriyle olan ilişkileri net bir biçimde açıklanmıştır (Marx, 1993b: 22-24). Marx, burada dile getirilen görüşleri aslen daha önce yaşamı süresince yayımlanmamış olan Alman İdeolojisi adlı metinde işlenmiş olduğunu vurgular (Marx, 1993b: 24-25). Bu ikinci metinde, ele alacağımız kavramların ilkindeki kadar olgun bir biçimde kullanılmamış olduğunu görmekteyiz, ancak burada üzerinde durmak istediğim husus, iki metin arasındaki bağdan ziyade, Marx'ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'nın Önsöz'ünde dile getirdiği görüşlerin mahiyetidir. Birçok yazar ki bunların en ünlüsü Gerld A. Cohen'dir, Marx'ın tarih anlayışını en net biçimde dile getirdiği metin olarak bu metni işaret etmekte ve onun tarih anlayışını açıklamak için bu metnin açıklamasına (Interpretierung) girişmektedir (Cohen, 1998: 9-43). Ben Marx'ın tarih anlayışına bu tür bir “hermenötik” çalışma aracılığıyla ulaşılabileceğini düşünmüyorum. Bu metin Marx'ın tarih anlayışını kavrayabilmek açısından ve genel anlamda Marx'ın dünya görüşünü anlayabilmek açısından kuşkusuz son derece önemlidir, çünkü Marx burada kendi ağzıyla uzun yıllar süren çalışmalarının sonuçlarını açıkladığını duyurmaktadır. Bununla birlikte bu metin Marx'ın tarih anlayışını kavrayabilmek açısından tek başına yeterli değildir. Marx bize bu metinde tarih anlayışı ve bu anlayışın temelini oluşturan bazı kavramlar hakkında bilgi verir, ancak bu bilgiler sınıflar mücadelesi kavramını tamamen dışlamaktadır. Bununla birlikte örneğin üretici güçler kavramının tanımını vermez, mülkiyetin nasıl ortaya çıktığını açıklamaz, işbölümü konusundaki düşüncelerini dile getirmez. Bu metin her şeyden önce Marx'ın yöntemi hakkında yeterli açıklamalarda bulunmamaktadır. Bunları 167

önemli bir kavramdır. Marx'ın insanlar arasındaki karşılıklı ilişkilerin, kendilerinin seçimine bağlı olmayan belirli bir takım koşullar altında gerçekleşmekte olduğu yönündeki iddiasını açıklamakta kullandığı en önemli ve özgün terimlerden birisidir.

Marx'ın tarih anlayışının burada üzerinde durmakta olduğumuz nesnel boyutu ele alındığında akla ilk gelen kavramlardan birisidir. Bununla birlikte Marx'ın belki de en çok yanlış anlaşılmış ya da yanlış yorumlanmış kavramlarından birisidir. Marx'ın kuramına ekonomik indirgemecilik atfedenlerin suçlamalarının temelinde bu kavrama Marx'ın kendisine verdiği içerikten farklı bir anlam ve değer yükleme eğilimi bulunmaktadır. Bu tür eleştiriler genelde Marx'ın tarih anlayışını, üretici güçlerle özdeşleştirdikleri teknolojik gelişime bağlı olarak gelişen iktisadi modellerin biraraya getirilmesine ya da hegelci tarih anlayışının kopyasına indirgerler. Bu ikinci türden eleştirmenler Marx'ı Hegel'in tarih anlayışının karbon kağıda kopyasını çıkarıp burada “Tin” yerine “üretici güçler”i geçirmiş olduğunu söylerler. Yakından incelendiğinde Marx'ın tarih anlayışı ile Hegel'inki arasında bu tür bir benzerliğin olmadığını tekrar vurgulamam gerekiyor (Korsch, 2000: 205). Burada altını çizmek istediğim şey, Marx'ın üretici güçler kavramının, kendisi tarafından kurgulanmış bir kavram olduğunun bilincinde olduğudur. Marx, üretici güçler kavramının kapsamı içinde yer alan şeylerin tarihi yapmadıklarının farkındadır. Marx'a göre tarihi

Marx'ı suçlamak amacıyla dile getirmediğimi eklemeliyim, söylemek istediğim sudur ki; Marx'tan bu metinde – bu paragrafta – yukarıda sıraladığım eksiklikleri dolduracak açıklamalar beklemenin yanlış olacağıdır, çünkü bu metnin yazılışı hiç de tarih anlayışını açıklamak gibi bir amaçla gerçekleştirilmemiştir. Marx bu metinde asıl olarak burjuva iktisat bilimine getirdiği eleştiriyi özetlemektedir, tarih anlayışını değil. Burjuva iktisatçılarının “sivil toplum”um anatomisini incelerken düştükleri yanlışı eleştirmektedir. Dolayısıyla burada ortaya koyduğu model, tarih anlayışını değil, bu tarih anlayışının etkisiyle burjuva toplumuna yönelttiği eleştirilerin çerçevesini ortaya koymaktadır. Bu metni Marx'ın tarih tezi olarak okumak daha önce Kojeve'nin Hegel yorumuna yaptığımız eleştirideki soruna benzer bir sorunu açığa çıkaracaktır, çünkü bu davranış, Marx'ın tarih anlayışının sadece bir boyutuna odaklanan bu metni, onun tarih anlayışının tamamını sergiliyormuş gibi değerlendirmek anlamına gelmektedir.

yapanlar gerçek insanlardır, ancak bu insanlar tarihi meydana getiren eylemlerini, karşılıklı ilişkilerini daima belirli koşullar altında gerçekleştirmektedirler. Bu nokta Marx'ın tarih teorisini idealist tarih anlayışlarından ayıran temel unsurdur, çünkü Marx'ın tarihi zihinsel bir süreç olarak değil de somut yaşamın değişim/dönüşüm süreci olarak ele aldığını göstermektedir. Marx için üretici güçler, insanlar arasındaki somut ilişkilerin içerisinde ortaya çıktıkları koşulların bileşenlerinden bir tanesidir.

Marx üretici güçleri oldukça geniş bir içeriğe sahip olan bir kavram olarak tanımlamıştır. Bu yüzden onun üretici güçlerden, sadece teknolojiyi ya da üretim gereçlerini kastettiğini söylemek eksik bir kavrayış olacağı için onu teknolojik indirgemecilik ve buna bağlı bir ekonomik indirgemecilikle suçlamak da yanlış bir yaklaşım olacaktır. Marx'a göre insanlar, zihin ürünü yani tarihsel bağlamından koparılmış insanlar değil somut insanlar, somut gereksinmelerini karşılayabilmek için doğayı ve tabi kendi doğalarını yani aralarındaki karşılıklı ilişkileri ve bu ilişkilerin oluşturduğu bütünü yani toplumu dönüştürerek tarihlerini yaparlar. Üretici güçler, insanların doğayı dönüştürme işlemini gerçekleştirebilmek için kullandıkları emek gücünü ve insanın emek gücünün bu faydalı etkisini artıran şeylerin tümüne verilen addır (Korsch, 2000: 206). Sayer de Marx'ın üretici güçleri, insanların toplumsal emeğin doğasını ve böylece kendi doğalarını dönüştürmek için harcadıkları güçler biçiminde tanımladığını belirtmiştir (Sayer, 1989: 27). Burada unutulmaması gereken husus her iki yorumcunun da vurguladıkları gibi üretici güçler kavramının toplumsal bir niteliğe sahip olduğudur. Bunu şu şekilde açıklayabiliriz;

üretici güçler, tanımı gereği insan gereksinmelerinin karşılanmasına yönelik olarak ortaya çıkan güçlerdir. İnsan gereksinmeleri ise her zaman için belirli bir toplum

169

içindeki insanın gereksinmeleri olarak düşünülmelidir, çünkü insanın varoluş biçimi, eşdeyişle doğası toplumsallıktır. Demek ki üretici güçler, gerek bireysel gerekse toplumsal olsun, daima toplumsal ilişkiler tarafından belirlenen bir takım gereksinmelerin karşılanması amacıyla, yine toplumun tek bir bireyi ya da tümü tarafından harcanan, insanın emekgücünün niteliğini oluşturan ve dönüştüren güçlerdir. Bu yüzden toplumsal bir niteliğe sahiptirler.

Üretici güçlerin kapsamını, yani nelerin birer üretici güç olarak kavranabileceği sorusunu üç ayrı boyutta açıklamaya çalışacağım. Ancak bundan önce hatırlatmak istediğim bir konu var. Yukarıda da belirtmiş olduğumuz gibi Marx, insan emekgücünün niteliğini geliştiren her şeyin bir üretici güç olduğunu söyler. Bu aslında oldukça geniş ve belirli bir ölçüde muğlaklığa sahip bir tanımdır, ancak bu durum genellikle Marx'ın tanımlarının çoğu için geçerlidir, çünkü Marx toplumsal görüngüleri, örneğin kavramları ya da olguları genellikle birden çok tanımın kapsamına girecek şekilde (multi-referential) değerlendirmektedir. Böylece, ortaya çıkardığı kavramların tanımlarını yapmak istediğinde açık uçlu (open-ended) ve esnek tanımlar oluşturmaya özen göstermiştir (Sayer, 1989: 22-23). Marx bu yüzden üretici güçleri teker teker sıralamak yerine yukarıda aktarmış olduğumuz gibi açık uçlu bir tanım geliştirmiştir. Bu sayede üretici güçler olarak belirli nesneleri sabitlemek yerine, toplumsal olguların hangi koşullar altında bir üretici güç niteliğini kazandığını açıklamayı hedeflemiştir.

Marx üretici güçleri yani belirli koşullar altında insan emeğinin dönüştürücü niteliğini geliştirme potansiyeline sahip olan toplumsal güçleri üç boyutta incelemiştir. Bu boyutlardan ilki geçim araçlarıdır. Geçim araçları kavramı

(Lebensmittel), toplumun varlığından bağımsız olarak varolan varlıkların yani doğanın ve insanın fiziksel varlığının, insanların gereksinmelerini karşılamak amacıyla kullanılan toplumsal güçlere yani üretici güçlere dönüşümünü ifade etmektedir. Marx, geçim araçları kavramıyla doğanın insanların tarihine katkısını daha da açıkça dile getirmektedir. İnsanların gereksinmelerini karşılayabilmek için doğayı dönüştürmek zorunda olduklarını ve bu dönüştürme işlemini gerçekleştirirken de doğadan faydalandıklarını belirtmiştir. Marx'ın üretici güçler kavramına göre, doğayı kendi gereksinmeleri doğrultusunda dönüştürürlerken, kısaca üretim yaparken ilk olarak kullandıkları vücutları ve doğada hazır buldukları bir takım gereçler bir geçim aracı olarak ele alınmalıdır.79 Üretici güçlerin ikinci boyutu emekgücünün örgütlenmesi yani organizasyonudur. İlk boyut olarak ele aldığımız geçim araçları üretimin gerçekleştirildiği fiziksel araçlardan oluşmaktaydı. Bu ikinci boyutta ise üretimin organizasyonu, üretim sürecinin örgütleniş biçimleri gibi başından beri toplumsal olan güçler yer almaktadır. Bu anlamda işbölümü olgusu bir üretici güç olarak akla gelen ilk örgütleniş biçimi olarak gösterilebilir. Günümüzde sermaye birikim rejimi üzerine yürütülen tartışmalarda sıkça adı geçen Taylorizm, Fordizm ya da Post-Fordizm gibi örgütlenme modellerini de bu boyuttaki üretici güçleri olarak ele alabiliriz. Dil de bu aşamada emeğin organizasyonun gelişiminin önemli bir parçasını oluşturduğu için bir üretici güç olarak kavranabilir. Bununla birlikte dilin üretici güçlerin üçüncü boyutu yani zihinsel boyutu açısından da oldukça önemli bir toplumsal güç olduğunu belirtmeliyiz. Dil olmadan zihinsel güçlerin gelişimi bilimin

79 İnsanların sadece mal ya da alet üretebilme değil, üreme kapasitelerinin de bir üretici güç olduğunu unutmamamız gerekiyor, çünkü bu kapasite insanların çoğalmasını ve emek güçlerinin artmasını sağlamaktadır. Bu konunun daha sonra üzerinde duracağımız gibi güncel siyaset teorisi açısından oldukça söyleyebiliriz.

171

ve tekniğin gelişmesi mümkün olmayacaktır. Bilim ve teknik ise yukarıda belirtmiş olduğumuz gibi üretici güçlerin üçüncü boyutunu meydana getirirler. Bunun nedeni bilimin ve tekniğin üretici güçlerin ayrılmaz bir parçası olmasıdır. Sayer'in belirtmiş olduğu gibi, teknik bilginin ve toplumsal organizasyonun eksik olduğu bir ortamda bir makine üretici güç olarak değerlendirilemez (Sayer, 1989: 26).80

Toparlayacak olursak üretici güçlerin, insanların doğayı dönüştürme yetilerini artırmak için oluşturdukları toplumsal güçler olduklarını ve insanlar arasındaki karşılıklı ilişkilerin nesnel yönünü oluşturan koşulların doğaya ilişkin olan yönünü meydana getirdiklerini söyleyebiliriz. Üretici güçler doğayı dönüştürmeye ilişkin güçler olmalarına rağmen unutulmamalıdır ki bunlar toplumsal birer görüngüdürler.

Bunun nedeni, üretici güçlerin toplumsal bir unsuru yani insanı barındırıyor olması ve toplum tarafından belirlenen gereksinimleri karşılamak amacıyla meydana getirilen güçler olmalarıdır. Bu güçlerin ortaya çıkışı, kendileri de bizzat bu güçlerin varlığı tarafından belirlenen bir takım ilişkilerin sonucunda mümkün olabilir. Marx bu ilişkileri üretim ilişkileri (Produktionsverhältnisse) olarak adlandırır. Üretim ilişkilerini, toplumsal varlığın burada incelemekte olduğumuz nesnel boyutunu

80 Üretici güçler daha sonra üzerinde duracağımız gibi, üretim ilişkilerinin önkoşulunu ve aynı zamanda bu ilişkilerin sonucunu oluşturmaktadır. Üretici güçler varolmadan insanlar yaşamlarını üretmek için biraraya gelip karşılıklı ilişkiler kuramazlar, ancak insanlar karşılıklı ilişkiler kurmadan, doğada hazır buldukları varlıkları üretici güç olarak kullanamayacakları gibi, yaşamlarını üretmelerinde kullandıkları emekgüçlerinin niteliğini geliştirecek organizayonlar ve zihinsel güçler üretemezler. Bu da üretim ilişkilerinin üretici güçlerin oluşumundaki etkisini göstermektedir. Benim burada vurgulamak istediğim şey, Marx'ın üretim ilişkilerinin hukuki ve zihinsel ifadeleri olarak ele aldığı mülkiyet ilişkilerinin ve toplumsal bilinç biçimlerinin yani üstyapının da üretici güçlerin oluşumuna katkıda bulunmakta olduğudur. Geçim araçlarının, toplumsal örgütlenmelerin, bilim ve sanatın gelişimini düzenleyen ve bu gelişime etkide bulunan hukuki düzenlemeler, devletin bu yönde yapmış olduğu eylemler ve ideoloji ve felsefe gibi olgular da pekala üretici güçlerin oluşumunun bir unsuru olarak görülebilir, ancak bu durum belirli koşullara bağlıdır. Üstyapı olarak değerlendirilen etmenler, eğer toplumsal ilişkilerin somut temelini oluşturan üretim ilişkilerinde yansıma bulamazlarsa üretici güçlerin oluşumuna katılamazlar. Üretim ilişkileri burada üstyapı kurumlarıyla üretici güçler arasındaki bir dolayımlama uğrağı olarak değerlendirilebilir. Marx'ın üretici güçleri toplumsal ilişkilerin temeli olarak görmesinde üretim ilişkilerinin bu özelliğinin önemli bir payı olduğunu söyleyebiliriz.

oluşturan koşulların toplumsal yönü olarak düşünebiliriz. Marx üretici güçler ile üretim ilişkilerinin gelişiminin birbirine bağlı olduğunu, çünkü bunların aynı sürecin iki farklı yüzü olduğunu düşünmektedirler. Bu yüzden bu ikisinin birbirlerinden bağımsız bir biçimde geliştiklerini varsaymanın hata olacağını iddia eder. Üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin birbirlerinden ayrı ayrı gelişip daha sonra birbirleriyle ilişkiye girdiklerini düşünmenin de aynı derecede olumsuz sonuç vereceğini belirtir.

Marx'a göre bilimsel bir yaklaşım üretici güçleri ve üretim ilişkilerini aynı sürecin başından beri birbirini koşullandıran iki farklı yüzü olarak ele almalıdır. Üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki ilişki, Marx'ın tarih anlayışı açısından oldukça önemli bir konudur, ancak bu konuyu daha anlaşılır bir biçimde ele alabilmek için üretim ilişkileri kavramı üzerinde biraz durmamız gerekmektedir.

Marx üretim ilişkilerini, insanların yaşamlarının toplumsal üretimi sırasında kurdukları belirli, zorunlu, istençlerinden bağımsız olan ve maddi üretim güçlerinin belirli bir gelişme derecesinin karşılığı olan ilişkiler şeklinde tanımlar (Marx, 1993b:

23). Bu tanım bize üretim ilişkilerinin iki temel özelliğe sahip olduğunu bildirmektedir. Bunlardan ilki, üretim ilişkilerinin, toplum halinde yaşayan insanların yaşamlarını üretmek için aralarında kurdukları belirli, zorunlu ve istençlerinden bağımsız olan ilişkiler olmasıdır. Üretim ilişkilerinin belirli, zorunlu ve insanların istençlerinden bağımsız olması demek bu ilişkilerin konusunu oluşturan üretimin, yaşamın üretiminin belirli gereksinimleri karşılamak için yapılıyor olması demektir.

Yaşamın üretimi, her zaman için tarihin belirli bir aşamasındaki bir toplumun kendine özgü gereksinmeleri tarafından belirlenmiş ilişkiler doğurur. Bu ilişkiler aynı zamanda zorunluluk niteliği taşımaktadırlar, çünkü karşılıklı olarak belirli

173

ilişkiler kurmadıkları sürece insanların gereksinimlerini giderebilmeleri, üretim yapabilmeleri sözkonusu olamaz. Bu durum aynı zamanda üretim ilişkilerinin insanların istençlerinden bağımsız bir nitelik kazanmasına da neden olmaktadır.

İnsanlar istesinler ya da istemesinler, kendilerinden önceki kuşakların oluşturdukları bu ilişki kalıpları içerisinde yer almak, bu ilişkileri yeniden üretmek ve dönüştürmek zorundadırlar. Aksi takdirde insanlar maddi yaşamın üretiminin ve toplumun varlığının devamlılığını sağlayamazlar. Marx'ın üretim ilişkilerinin tanımında ortaya koyduğu ikinci özellik ise üretim ilişkilerinin, maddi üretim güçlerinin yani üretici güçlerin belirli bir gelişmişlik derecesinin karşılığı olarak varolmalarıdır. Marx'ın burada anlatmaya çalıştığı şey, üretim ilişkilerinin yani insanların maddi yaşamlarını üretme biçimini oluşturan ilişkilerin, daima belirli üretici güçler kitlesi aracılığıyla meydana getiriliyor olmasıdır. İnsanlar doğada hazır nesneler bulamadan, üretime yönelik organizasyon kapasitesi gerçekleştiremeden ya da bilim ve teknik alanında gelişme gösteremeden üretim sürecine girişemezler. Üretim sürecinin gerçekleşmediği bir ortamda da, üretim faaliyet etrafında gelişen karşılıklı ilişkiler kurmaları da mümkün olamaz. Bu yüzden üretici güçlerin varlığı, üretim ilişkilerinin önkoşulunu olarak kavranmalıdır, ancak Marx'ın üretim ilişkilerini tanımlarken belirttiği husus, üretici güçler olmadan üretim ilişkilerinin ortaya çıkamayacağı konusu ile sınırlı değildir. Marx, tarihin her aşamasında, üretim ilişkilerinin o anda mevcut olan üretici güçler tarafından belirlendiğini söylemektedir. Diğer bir deyişle insanların yaşamlarını üretme tarzlarının, ellerindeki geçim araçlarının, geliştirdikleri organizasyon yeteneğinin ve bilimsel – teknik becerilerinin niteliği tarafından belirlenmekte olduğunu belirtmektedir.

Buraya kadar söylediklerimizden, Marx'ın üretim ilişkilerini üretici güçlerin sadece toplumsal alana yansıması olduğu, toplumsal ilişkilerin üretici güçler tarafından tek yönlü bir biçimde belirlenmekte olduğu sonucunu çıkarmamalıyız.

Üretim ilişkilerinin, gelişiminin belirli bir aşamasındaki üretici güçlerin yansıması olduğu belirlemesi, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki ilişkilerin sadece bir yönünü ifade etmektedir. Daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi üretici güçlerle üretim ilişkileri arasında çift yönlü, karşılıklı bir ilişki bulunmaktadır. Bu ilişkinin bir yönü üretim ilişkilerinin gelişimlerinin belirli aşamasındaki üretici güçlerin yansıması olmasıysa diğer yönü de üretici güçlerin üretim ilişkilerinin sonucu olarak ortaya çıkıyor olmasıdır. Diğer bir deyişle üretici güçlerin üretim ilişkilerinin somutlaşmış biçimi olmasıdır. İnsanlar maddi yaşamlarını üretebilmek için birbirleriyle karşılıklı ilişkiler içine girmedikleri müddetçe, üretici güçlerin varlığından ya da halihazırdaki üretici güçlerin yeniden üretilmesinden ve gelişiminden bahsetmek mümkün değildir. Üretim ilişkileri, tekrarlayacak olursak maddi yaşamın üretilme tarzını oluşturan karşılıklı ilişkilerdir. Bu tanım, üretim ilişkilerinin, üretici güçlerin kimler tarafından nasıl kullanılacağının, neyin nasıl üretileceğinin, kısacası üretimin nasıl gerçekleştirileceğinin belirlendiği ve bu belirlenimin uygulandığı süreci ifade ettiğini anlatmaktadır.81 Bu sürece bizzat üretim sürecinde kullanılacak olan araç ve gereçlerin, bu süreçte uyulacak örgütlenme modelinin ve faydalanılacak teknik bilgilerin yeniden üretimi ve geliştirilmesi de dahildir.

81 Burada sıkça Marx'ın kullanmış olduğu üretim kavramından bahsediyoruz, ancak şunu da eklememiz gerekir ki Marx üretimi, tüketimi, bölüşümü ve dolaşımı genel bir iktisadi sürecin farklı yönleri olarak görmektedir. Bu yüzden üretim ilişkileri kavramının, metanın üretimi ile birlikte bu metaların tüketimi, bölüşümü ve dolaşımı konularını da içerdiğini de vurgulamamız gerekmektedir (Marx, 1999b: 21-35).

175

Üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki karşılıklı ilişkileri üzerinde durduktan sonra, Marx'ın üretim ilişkileri hakkındaki değerlendirmelerini ele almaya devam edebiliriz. Üretim ilişkileri Marx'ın önem verdiği bir konu olmuştur. Çalışmalarının büyük bir bölümünü (özellikle 1847-48 yılları sonrasındakileri) üretim ilişkilerinin analizine ayırmıştır. Burjuva bilim adamlarının bu konu hakkında ileri sürdükleri görüşleri ve bir bütün olarak ekonomi politiği eleştirmiştir. Mevcut siyasal sorunların kaynağını tespit etmeyi amaçlayarak gerçekleştirdiği çalışmalarının kendisini üretim ilişkilerini incelemeye yönelttiğini söylemiştir (Marx, 1993b: 22). Aslına bakılırsa Marx üretim ilişkilerinin incelenmesine yönelmemiştir, çünkü üretim ilişkileri kavramı kendisi tarafından daha sonraları ortaya atılmış bir kavramdır. Kişisel gelişimi açısından oldukça önemli olarak gördüğü Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi ve Alman İdeolojisi gibi metinlerde üretim ilişkileri kavramının yerine

maddi yaşamın üretiminden doğan karşılıklı ilişkiler tabirini kullanmakta ve benzeri formülasyonlardan faydalanmaktadır. Dolayısıyla Marx üretim ilişkilerini incelemeye yönelmemiştir. Onun toplumsal sorunlara çözüm bulmak için yöneldiği yer “sivil toplum (bürgerliche Gesellschaft)”dur.

Sivil toplum kavramı, 18. yüzyıl siyasal düşünürlerince – özellikle Britanya'lı Ekonomi Politikçilerce – kapitalizmin gelişmesiyle yakından ilişkili bir kategori olarak, devletin karşısında kendine özgü ilişkileri olan bir alanı nitelemek amacıyla kullanılmıştır (Yetiş, 2003: 35). Bu kavram daha sonra Hegel tarafından, tarihin son aşaması olarak gösterilen modern toplumun, törel yaşamını oluşturan uğraklardan birini ifade etmek için kullanılmıştır. Modern toplumun törel yapısı, yani aile, sivil toplum ve devletten oluşan üçlü onun tarihin son aşaması olmasını sağlayan yapıdır.

Bu yapı içerisinde insanlar öncelikle aile içerisinde birbirlerini karşılıksız olarak sevmekte ve birbirleri ile dayanışma içinde bulunmaktadırlar. Daha sonra, sivil toplum alanında tikel çıkarlarına ulaşmayı amaçlayan bireylerin oluşturduğu karşılıklı bağımlılık dizgesi içinde gereksinmelerini karşılamaya çalışırlar. Tikel çıkarları peşinde koşan insanlar, gereksinmelerini varoluş tarzı durumuna getirmiş olan bencil bireylere dönüşürler ve toplumun diğer öğelerini araçsalcı bir bakışla değerlendirmeye başlarlar. Toplumsal ilişkiler, özçıkara dayalı olarak kurulduğu için, ben-merkezciliğin ve egoizmin etkinlik kazanmasını ve insanlar arasındaki bütünleşme ve dayanışma dinamiklerini zaafa uğratmasını, kısacası törelliğin sakatlanmasını önleyemezler. Bunun sonucunda sivil toplumda “fizik ve etik yozlaşma” ortaya çıkar. Hegel'e göre, sivil toplumun burada özetlemeye çalıştığımız çelişkili yapısından kaynaklanan sorunların çözümü için, bireysel (tikel) çıkarlara göre kararlaştırılamayacak dışsal bir düzenleme tarzına ihtiyaç duyulmaktadır (Yetiş, 2003: 36-38). Bu ihtiyaç devletin ortaya çıkışı ile doyurulmuş olur, çünkü devlet, Tin'in tarihsel/toplumsal alanda kendisini gösterdiği varoluş biçimidir. Diğer bir deyişle, evrensel (tümel) istençtir. Bunun anlamı devletin tümel istenç olması bakımından tüm tikel istençleri kendisinde barındırıyor olmasıdır. Devletin tümel istencin somutlaşmış biçimi olması, insanların devlet tarafından koyulan istence, yasalara, kurallara ve kurumlara uyum göstermekle, kendi istençleri doğrultusunda hareket ediyor olmalarını sağlar. Bu yüzden devlet, sivil toplumun hakikati olarak ortaya çıkan ve törelliği tamamlayan uğrak olarak tanınmalıdır.

Marx, Hegel'in Klasik Ekonomi Politik kuramcılarından aldığı sivil toplum – devlet ayrımını benimser. Sivil toplumun burjuva toplumunun ortaya çıkardığı

177

toplumsal sorunların kaynağını oluşturduğunu kabul etmiştir, ancak sivil toplumun kendi içerisinde ortaya çıkan sorunlara çözüm sağlayabilecek toplumsal güçleri ve sınıfları yine kendisinin ürettiğini belirtir. Hegel'in sunduğu çözüm yan, evrensellik uğrağı biçiminde kavranan devletin sivil toplumdan kaynaklanan sorunlara çözüm getirebilmesi Marx için sözkonusu olamaz. Marx devletin bizzat bu sorunların sonucunda, yani sivil toplumdaki eşitsiz, fiziki ve etik anlamda yozlaşmaya uğramış ilişkilerin ürünü olduğunu belirtir. Marx sorunun kaynağını sivil toplumda görmekle birlikte, sorunu Hegel'den farklı bir biçimde tanımlamaktadır. Dolayısıyla çözümü sivil toplumu birarada tutan evrensellik uğrağında yani devlette bulmaz, çünkü gerçek yaşamda durum tam tersidir, devleti birarada tutan sivil yaşamın kendisidir (Marx'tan aktaran Yetiş, 2003: 63). Marx sorunun insanların bencil doğalarından kaynaklandığı görüşünü kabul etmez, ona göre bu tür subjektif ve aşkınsal bir insan doğası tanımı yapmak anlamsızdır (Marx ve Engels, 1992: 23). İnsanların doğaları, daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi onların maddi yaşamlarını üretme tarzlarından ve dolayısıyla yaşam tarzlarından doğan toplumsal ilişkilerin bütünü tarafından belirlenmektedir. Kısaca ifade edecek olursak, insanlar bencil ya da ben-merkezci bir doğaya sahip yaratıklar olarak tanımlanamayacakları için, aralarındaki ilişkilerden doğan sorunları, insan doğasını kendilerinden daha üstün daha yüce bir varlığın yani Tin'in doğasıyla bütünleştirerek aşmaya çalışmak hatalı bir davranıştır.

Marx'a göre, eğer sorunun çözümünü doğada aramak istiyorsak, bunu insan doğasında değil, insanların sivil toplumda karşılıklı olarak gerçekleştirdikleri mevcut ilişkilerin yani kapitalist üretim ilişkilerinin doğasında aramak gerekmektedir. Marx bu aşamadan itibaren sorunu sivil toplum – devlet terimleri aracılığıyla değil de

üretim ilişkileri – mülkiyet ilişkileri terimleriyle açıklamaya çalışmıştır. Bu sayede sorunu, sivil toplumda ya da devlet alanında yer alan insanların karakterlerinden, daha doğrusu, insan doğasından kaynaklanan bir sorun gibi gösteren yaklaşımlardan ayrılarak, sorunun temelinde insanlar arasındaki ilişkilerin mevcut niteliğinin yatmakta olduğunu göstermek istemiştir. Marx'a göre insanlar bu ilişkileri kendilerinden önceki kuşaklardan kaldığı gibi yani belirli bir şekliyle mevcut halde bulurlar. Bu durum Marx'a göre, insan doğasının, toplumsal ilişkiler tarafından belirlenmekte olduğunu göstermektedir. Marx buradan yola çıkarak toplumsal sorunların kaynağının ve çözüm olanaklarının, toplumun ekonomik temeli olarak adlandırdığı üretim ilişkilerinde aranması gerektiğini belirtmiştir (Marx, 1993b: 23).

Marx'a göre, üretim ilişkileri yani insanların maddi yaşamlarını üretebilmek için aralarında kurdukları, üretici güçlerin gelişiminin belirli aşamasına denk düşen, belirli, zorunlu ve kendi iradelerinden bağımsız ilişkiler toplumun iktisadi yapısını oluşturur. Burada Marx, iktisat kavramını hangi anlamda kullandığını açıkça dile getirmiş olmaktadır. Marx'a göre iktisat insanların maddi yaşamlarını üretmeleridir.

Burada maddi yaşam kavramıyla insan yaşamının, toplumsal varlığın devamı için gerekli olan üretimi, diğer bir deyişle başta geçim araçları olmak üzere üretici güçlerin üretilmesini ve bu güçler aracılığıyla insani gereksinimlerin karşılanmasını anlıyoruz. İnsanlar gereksinmelerini tarihin her aşamasında belirli üretici güçler aracılığıyla yerine karşılar. Gereksinmelerini karşılamak eşdeyişle yaşamlarını sürdürmek için aralarında zorunlu olarak geliştirdikleri ilişkilerin tümü üretim ilişkileri ya da iktisadi yapı olarak adlandırılır. Burada vurgulamak istediğim nokta öncelikle Marx'ın iktisat deyince aklına sadece meta üretiminin gelmediği, iktisadı

179