• Sonuç bulunamadı

Hegel 1770'de Stuttgart'da doğmuştur. Eğitimini Tübingen Üniversite'sinde tamamlamıştır. 1788 – 1793 yılları boyunca ağırlıklı olarak teoloji konusunda eğitim görmüştür. Bu dönem boyunca tarih ile yakından ilgilenmiştir. Tübingen'de edindiği arkadaşlarının, ki bunlar arasında bir yıl boyunca aynı evi paylaştığı kendisinden beş yaş küçük olan Schelling ve yaşıtı Hölderlin de bulunmaktadır, etkisi ile daha sonradan felsefeye yönelmiştir. Üniversite eğitiminden sonra özel öğretmenlik yapmak üzere Bern'e gitmiştir. Burada teoloji üzerine yazılar yazmış ve temasta olduğu Kantçı entelektüeller sayesinde üniversitede başladığı Kant okumalarını geliştirmiştir. Daha sonra üniversite kariyerine başlamak için gittiği Frankfurt'ta İngiliz Aydınlanmacıları'nın ve Klasik Ekonomi Politikçiler'in yapıtlarını incelemeye başlamıştır. Bu dönemde başladığı iktisat çalışmaları ile felsefe dışında meşgul olduğu tarih ve teoloji konularına bir yenisini daha eklemiştir. Böylece 1801 yılına gelindiğinde, ilk olarak adının duyulmasını sağlayan “Fichte ile Schelling'in Felsefe Dizgelerinin Ayrımı” adlı makalenin kaleme almıştır. Hegel bu metni kaleme aldığı seviyeye geldiğinde dönemin Almanya'sındaki teolojik ve felsefi tartışmalara hakim,

61

buna derin bir tarih bilgisini eklemiş ve o sıralarda Almanya'da pek rastlanmayacak düzeyde iktisat bilgisiyle donatılmış bir entelektüel olarak karşımıza çıkmaktadır.

Hegel'in genç yaştan başlayarak kendisini bir çok alanda geliştirmeye çalışması ilerde kuracağı dizge açısından oldukça önemlidir. Gerçekten de bu çok yönlülük öyle bir hal almıştır ki, Hegel'in 1817'de yayınladığı Felsefi Bilimiler Ansiklopedisi adlı yapıtın içeriğinin Aristoteles'i kıskandıracak cinsten olduğu söylenebilir, ancak bizi şu anda ilgilendiren şey 1801 – 1807 yılları arasında yoğun bir biçimde felsefe yazıları kaleme alan Hegel'in bu dönemdeki düşünsel evrimidir, çünkü bu dönem Hegel'in özgün bir filozof olarak felsefe tarihindeki yerini almasını sağlayan gelişimi kaydettiği dönemdir. Hegel en baştan beri Alman İdealizm'inin temel ilkelerini benimsemiş bir düşünürdür. Kantçı felsefenin doğurduğu sorunları aşabilmek için bir felsefe dizgesinin yaratılması gerektiği konusunda diğer Alman İdealistleri ile aynı fikri paylaşmaktadır. Tıpkı onlar gibi kurmaya çalıştığı dizgeyi rasyonalist temellere dayandırmış ve ayrıca romantizmin Aydınlanma karşısındaki tutumunu benimsemiştir. Ancak bu tavrı Fichte ile Schelling arasında belirli bir yöne ağırlık vermesini engellememiştir. Fichte ile Schelling'in Felsefe Dizgelerinin Ayrımı adlı makalesinde Schelling'den yana bir tutum sergilemiştir. Fichte'nin Ben ile Ben-olmayan arasındaki çelişkiden yola çıkarak Ben'in son aşamada özne ile nesneyi içerecek şekilde tümelleştirmekle hata yapmış olduğunu belirtmiştir. Ona göre Fichte'nin ilkesi yani Ben kendisine nesnel olabilecek bir yapıya sahip değildir. Bu yüzden Fichte'nin ilk ilkesi bilinemez ve aşkınsal bir ilke olarak kalmıştır. Bu da onu evrensel ile tikel arasındaki ilişkiyi nedensel bir ilişki olarak kavramasına neden

olmaktadır. Sonuçta Hegel'e göre Fichte'nin sistemi kurgusal bir niteliğe sahip olmayı amaçlasa da bunu başaramamıştır (Kılıçaslan, 2006: 488-497).

1800 yılından itibaren birlikte Jena'da ikamet eden Hegel ve Schelling, Fichte'nin temsil ettiği Öznel İdealizm'i eleştirerek bu felsefeyi aşan bir felsefeyi - Nesnel İdealizm'i kurmaya çalışmışlardır. Bu doğrultuda yayım yapan bir dergi çıkartmaya başlamışlardır. 1803 tarihine kadar devam eden bu birliktelik bu tarihten itibaren yerini yavaş yavaş, iki filozof arasında yaşanacak kopuşa götüren bir ayrışmaya bırakmıştır. Bu ayrışmanın nedeni, her iki filozofun belirli bir aşamada çakışan düşünsel gelişimlerinin daha sonra zıt yönlere ilerlemesi şeklinde kavranabilir. Bir önceki bölümde hakkında bilgi vermeye çalıştığımız Schelling burada ele aldığımız dönemde doğa felsefesine ilişkin görüşlerinde değişikliğe gitmiştir. “Entelektüel sezgi” kavramı üzerinde temellendirdiği estetik anlayışının doğa felsefesine ilişkin fikirleri üzerindeki etkisini yoğunlaştırmıştır. Buna ek olarak yazılarında dinsel mistisizmin etkilerinin arttığı görülmeye başlanmıştır (Lukacs, 1975: 424). Hegel, Schelling'in aksine Nesnel İdealizm'i kurma ülküsü doğrultusunda ilerlemeye devam etmiştir. 1802'den itibaren Mantık üzerine dersler vermeye başlamıştır. Yine bu dönemde yazdığı metinlerde kendi yöntemini geliştirdiği ve Schelling'in terminolojisinden koptuğu gözlenmektedir. Schelling'in çalışmalarında gözlenen mistisizm eğiliminin tersine Hegel, dünyanın ussal bir düzen olarak kavranabilir oluşu hakkındaki tezlerini savunmaya devam etmiştir. Nihayet 1807 yılında yayınlanan Tinin Görüngübilimi adlı çalışması yayınlandığında Schelling ile kendisi arasındaki fark net bir biçimde gözler önüne serilir.

63

Hegel'in Tinin Görüngübilimi adlı eseri felsefe tarihinin en önemli yapıtlarından birisi olarak kabul edilmektedir. Hegel bu yapıtta en genel anlamıyla bilmenin (Wissen) insanlık tarihi boyunca gösterdiği gelişimi ele almıştır. Bu gelişimi asıl olarak üç bölüme ayırarak incelemiştir. İlkin bilmenin duyulur dünya ile bağlantısını ele almıştır. Bu ilişkiyi bilinç olarak adlandırmıştır. İkinci bölüm ise kendininbilinci konusunu ele almaktadır. Bu bölümde, bilinci nesne olarak ele alan bilinç üzerinde durmuştur. Son bölümde ise bilme en üst düzeyiyle ele alınmıştır. Bu bölüm Us, Tin, Din ve son olarak mutlak Bilme kısımlarından oluşmaktadır. Şu an için bizim açımızdan önemli olan husus Hegel'in Tinin Fenomenolojisi'nin sonuç bölümünde mutlak Bilme'nin mümkün olduğu bir tarihsel aşamaya ulaşıldığını ilan etmesidir. Hegel'e göre mutlak Bilme evrenin ussal bir biçime sahip olmasının sebebi olan Us'un19 yasalarını bilmektir. Evrenin ussal bir yapıya sahip olduğu ve us tarafından bilinebileceği iddiası, bilmenin tarih içindeki gelişimine referans vererek kanıtlanmış olduğuna göre evrene biçimini veren Us'un yasaları artık bilinebilmektedir.

Hegel'in bir sonraki eserinin içeriğini de Us'un yasalarının açıklanması oluşturur20. Hegel mantığı nesnel ve öznel mantık olarak ikiye ayırmakla ontoloji ve epistemoloji konusundaki görüşlerini tek bir çatı altında dile getirmeyi amaçlamıştır.

Böylece Kant'tan kalan özne ile nesne, teori ile pratik vs. düalizm sorunu ortadan kaldırmayı hedeflemiştir. Hegel bu çabasını gerçekleştirebilmek için nesnel mantığın

19 Us'u büyük harfle yazıyor olmamızın nedeni Hegel'in bu kavram aracılığıyla tüm evreni kapsayan mutlak bir varlığa, bir evrensel usa gönderme yapıyor olmasıdır.

20 Burada bahsettiğimiz eser Mantık Bilimi'dir. İlk cildi 1813 yılında ikincisi de 1816'da yayınlanmıştır. Bu ciltler sırasıyla Nesnel Mantık ve Öznel Mantık olarak adlandırılmıştır.

Hegel'in sonraki senelerde yayınladığı Genel Hatları İle Felsefe Ansiklopedi'si adlı eserin ilk cildi de Mantık Bilimi adını taşımaktadır. Mantık üzerine yazdığı önceki kitabın özetini sunmaktadır.

Bu yüzden bu sonraki kitaba Küçük Mantık denilmiştir. Ciltleri 1813 ve 1816 yıllarında çıkan kitaba ise büyük Mantık adı verilmiştir.

konusu olan Varlık ile öznel mantığın konusunu yani mutlak İde'yi tek bir gerçekliğin farklı görünümleri olarak ele almıştır. Bu gerçeklik Us'tur. Genel anlamı ile mantık, Us'un yasalarını diğer bir deyişle varlığın ve varlığı bilmenin kurallarını konu etmektedir. Nesnel mantığın konusunu oluşturan Varlık ve Öz öğretileri Hegel'in ontolojisinin temel önermelerini dile getirmektedir. Us'u varlık ve öz biçimlerinde nesneleştirmektedir. Öznel mantık ise Us'u özne olarak ele almaktadır.

Varlık nasıl bilinebilir sorusunu yanıtlamaya çalışmıştır. Hegel bu soruyu çözmek için Kavram Öğretisi'ni geliştirmiştir. Varlığın kavramlar biçiminde bilinebileceğini söylemiştir. Varlığı bilmenin yani kavramları oluşturmanın Us'un edimleri olduğunu yani Us'un öznelliğini oluşturduğunu iddia etmiştir. Kavramın en gelişmiş biçimiyle ortaya çıkışı yani mutlak İde ise Us'un öznelliğinin en üst düzeyini oluşturmaktadır.

Sonuç olarak ortaya çıkan tablo, Us'un varlık ile bilme arasında kurulan özdeşliği kapsayan bütünlük şeklinde tanımlanmasıdır.21 Hegel'in mantığının temelinde şu iddia yatmaktadır: Us vardır ve kendisini bilmektedir. Ancak Hegel, Us'un varlığının ve varlığına ilişkin bilgisinin başlangıçtan beri verili olmadığını, bunların doğa ve tin aracılığıyla gerçekleştiğini eklemiştir.

Hegel Mantık Bilimi'nden sonra 1817'de Genel Hatları İle Felsefe Ansiklopedisi adlı eserini kaleme almıştır. Ansiklopedi Hegel tarafından felsefe dizgesini açıklamak için yazılmıştır. Bu eser üç ciltten oluşmaktadır: Mantık Bilimi, Doğa Felsefesi ve Tin Felsefesi. İlk olarak mantığının genel yapısı üzerinde durulduktan

21 Burada kullandığım “varlık” ve “bilme” kavramları sıklıkla Hegel'in yazılarında geçiyor olsa da Hegel'in Us'u varlık ile bilmenin özdeşliği şeklinde formüle ettiği yönündeki belirleme, Hegel'in mantığını daha iyi açıklayabilmek için benim önerdiğim bir açıklamadır. Hegel benim burada geniş anlamlarıyla varlık ile bilme olarak belirlediğim konuları işlerken Varlık, Hiçlik, Oluş, Fenomen, Töz, Kavram ve İde gibi terimlere başvurmuştur, ancak Hegel'in mantığını bu kavramların içeriğinin nasıl doldurulduğu biliniyor varsayılarak açıklamaya çalışmak amacına uygun bir davranış olmayacaktır. Bu yüzden Hegel'in problemini belirlerken herhangi bir özel anlam yüklemeden varlık ve bilme kavramlarına başvurdum.

65

sonra Doğa ve Tin konuları ele alınmıştır. Doğa Felsefesi ve Tin Felsefesi, mantığın yani düşünmenin yasalarının doğaya ve tinsel varlığa uygulanması sonucu elde edilen sistematik bilgilerdir. Bu bilgilerden hukuka ilişkin olanları 1821 yılında Hegel tarafından genişletilerek Hukuk Felsefesinin Anahatları adıyla yayınlanmıştır.

Bu Hegel'in hayatta olduğu sürede yayınlanan son kitabıdır. Bu kitabın yayınlanmasından öldüğü tarih olan 1831'e kadar estetik, din felsefesi, tarih felsefesi ve felsefe tarihi üzerine dersler vermiş ve bu derslerde tutulan notlar filozofun ölümünden sonra derlenerek kitap heline getirilmiştir.

Gençlik döneminden beri ilgi duyduğu konulardan biri olan tarih, aynı zamanda Hegel'in Berlin Üniversitesi'ndeki öğretim yaşamı döneminde hakkında ders verdiği konulardan biri olmuştur. Bu derslerde tutulan notlardan ve Hegel'in sağlığında yayınlanan kitaplarından takip ettiğimiz kadarıyla tarihe ilişkin birden fazla tanıma ulaşmak mümkündür. Hegel'in tarihi teoloji açısından ele aldığında sık sık onu sık sık Tanrı'nın planının gerçekleşmesi ya da tanrısal İstenç'in dünyaya hakim oluş süreci olarak nitelendirdiğini görüyoruz. Bu tür tanımlamalar dışında tarihi genel olarak felsefe dizgesinin temelini oluşturan mantığa has kavramlar aracılığıyla tanımlamaya çalıştığını görüyoruz. Şimdilik Hegel'in tarihe ilişkin birden çok tanım vermesinin kendi sistemi açısından tutarlı bir durum olduğunu, bu tanımların aslında birbirleri ile çelişmediğini söylemekle yetinelim. Hegel'in felsefe dizgesini oluşturan kavramlarla daha yakından ilgilendikten sonra bu konu üzerine tekrar döneceğim.

Ancak devam edebilmek için Hegel'in tarih anlayışına ilişkin işlevsel bir tanıma ihtiyacımız var. Bu yüzden kısaca Hegel'in tarihi nasıl anlamlandırdığı üzerinde durmak istiyorum.

Hegel tarih kavramını daha önce de belirttiğimiz gibi dünya-tarihi (Weltgeschichte) kavramına gönderme yaparak kullanmaktadır. Felsefi tarih, evrensel tarih ya da dünya-tarihi gibi kavramları birbirini ikame edebilecek şekilde anlamlandırmaktadır. Hegel dünya-tarihinin Us'un tasarımı olduğunu iddia etmiştir.

Us'un kendisini doğadan dışlaştırıp tinsel bir boyut kazanması dünya-tarihinin başlangıcını oluşturmaktadır. Bu yüzden tin tarihin içeriğini oluşturmaktadır. Bu içerik geliştikçe Us kendisini daha yakından tanımaktadır, tarihte ilerleyen nesnenin ve bu ilerlemeyi sağlayan öznenin kendisi olduğunu kavramaktadır. Burada Us'un kavradığı şey kendisinin özgür olduğudur, çünkü tarih kendi eylemleri ile kendisini şekillendirmesinden ibarettir. Tarihte ilerlemeyi meydana getiren her gelişme aynı zamanda Us'un özgür olduğunun bilincine varmasını sağlamaktadır. Bu yüzden Hegel tarihi özgürlük bilincindeki ilerleme olarak da tanımlamaktadır (Avineri, 1972:221-222) ve bu tanım tarihin Us'un tasarımı olduğu yönündeki tanım ile birbirini tamamlar niteliktedir.

Burada son olarak Hegel'in felsefesinin bütünlüğü içerisinde tarihe verdiği özel anlam üzerinde duracağım. Kısaca söyleyecek olursak; Hegelci anlamıyla tarih yani kendisinde ussal olanın ilerlediği süreç olarak tarih, varlığın ve bilmenin bireşimi olan Us'un varlığının önkoşulu ve sonucudur. Bunu biraz açacak olursak şöyle söyleyebiliriz: tarih, Us'un gelişiminin ürünüdür, ancak tarih belirli bir aşamaya – en üst düzeye gelmeden Us'un tam anlamıyla gelişmesi mümkün değildir. Us kendisini başlangıçta mutlak biçimiyle yani özne ile nesnenin özdeşliği biçiminde koymaz, çünkü Us'un kendininbilincine ulaşabilmesi için belirli aşamalardan geçmesi gerekmektedir. Us ilkin doğada kendisini olumsuzlaştırmış bir halde bulunmaktadır.

67

Bu olumsuz durumu olumsuzlaması ve tinsel bir varoluş kipine geçmesi gerekmektedir, çünkü insan bilincinin ve törel kurumların gelişimi en olgun biçimini almadan eş deyişle dünya tarihi en son aşamaya gelmeden özgürlük tam anlamıyla gelişemez ve mutlak Bilme'ye ulaşılamaz. Bu yüzden tarihin varlığı ve gelişimi Us'un gelişmesi için bir zorunluluk haline gelir.

Hegel tarihin son aşamaya ulaşması ile Us'un nesnel ve öznel yanlarının özdeşleşmesi arasındaki ilişkiyi hukuk felsefesinin sonunda şu şekilde ifade etmiştir:

Us'un tarihteki gelişimi devletin ortaya çıkışıyla nesnellik kazanır. Devletin gerçekleşmesi, tinsel alemin dünyevi bir varoluş kazanması ve dünyevi alemin varlığını ussal bir düzeye yani hukukun ve kanunların ussallığı seviyesine çıkarması anlamına gelmektedir. Böylece varlık ile bilme (nesne ile özne) arasındaki zıtlık anlamını yitirir. Us kendisini var etmiş ve bu süreç içinde kendisini tanımıştır. Hegel Us'un varlığın ve bilmenin sentezi biçiminde gerçekleşmesini özgürlüğün ortaya çıkışı olarak değerlendirir. Us bu özgürlük aşamasında fiili gerçekliğini devlette bulur. Bu gerçekliğin duygusunu ve tasavvurunu dinde elde eder ve bu gerçekliği bilimin sanat, din ve felsefe alanlarında kavrar ve bilir (Hegel, 2004: 274).

Hegel tarihi dünya-tarihi olarak kavramayan tarihçilik yaklaşımlarının (kökensel tarih ve düşünsel tarih) felsefi değerinin olmadığını düşünmüştür, ancak bu klasik historia – teoria karşıtlığını benimsemiş olduğu anlamına gelmemektedir. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi Hegel historia ile teoria arasında bir önkoşul – sonuç ilişkisi kurmuştur. Historik bilgiye ulaşılmadan teorinin mümkün olamayacağını savunmuştur. Evrenin bir us dizgesi olarak kavranması onun böyle bir içeriğe sahip olmasına bağlıdır. Tinsel dünyanın bu us dizgesini tamamlayacak şekilde olgunlaşıp

olgunlaşmadığı historik bilgi olmadan bilinemeyeceği için, felsefi tarih Hegel tarafından teorinin zorunlu bir önkoşulu olarak değerlendirilmiştir. Hegel bu görüşlerinden dolayı “daima sonda olmak”la suçlanmıştır, çünkü Us'u tam olarak açıklayabilmek için tarihin son aşamaya gelmiş olduğunu varsaymaktadır. Hegel'in mantığı eğer tarih ilerlemeye devam ediyorsa Us'u nesne ile öznenin mutlak özdeşliği olarak kavramamızın mümkün olmadığını söyler. Ancak Hegel'e göre Us'un yasaları bilinebilmektedir ve bu yüzden tarih son aşamaya gelmiş olmak zorundadır.