• Sonuç bulunamadı

Georg Wilhelm Friedrich Hegel 1770 – 1831 yılları arasında yaşamıştır.14 Bu dönem Avrupa'da devrimler çağı olarak da adlandırılan 1789 – 1848 yılları ile büyük

14 İnternetten ulaşılabilecek ayrıntılı biyografi için bakınız:

http://www.hegel.net/en/biopics/hegelbio.pdf

oranda çakışmaktadır. Bu zaman diliminde dünya sahnesinde yer bulan bilimsel, toplumsal ve siyasi devrimler, kapitalist toplumsal düzenin feodalitenin yerini almasını sağlamışlardır. Diğer bir deyişle kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimi ile çözülen feodal düzenin yerini yeni bir toplumsal düzenin almasını sağlamışlar ve bu toplumsal düzenin karakterini belirlemişlerdir. Bizler bugün Hegel'in birçoğuna tanıklık ettiği devrimlerin biçimlendirdiği bu yeni toplumu bugün sıklıkla modern toplum olarak adlandırıyoruz.

Kapitalizm mevcut üretici güçleri tümden devrimcileştirmiş ve kapitalist sınıfa özgü üretim ilişkilerini dayatmıştır. Bunun sonucunda, çözülen feodal toplumsal düzenden arta kalan otorite boşluğu yeni bir toplumsal düzenin ortaya çıkması için uygun bir koşul oluşturmuştur. Modern toplum bu koşulların sağladığı olanak sayesinde tarih sahnesine çıkmıştır. Hegel'in toplumsal açıdan sorunsal haline getirdiği olgu da bu modern toplum olgusudur. Daha doğru bir şekilde ifade etmek gerekirse, modern toplumun feodal toplumdan arta kalan sorunlara çözüm getirip getiremediğidir. Hegel Almanya'dan önce modernleşmiş olan ülkelerle ilgili yaptığı incelemeler sonucunda modern toplumun bir takım toplumsal gerilimlere neden olduğunu tespit etmiştir. Bu gerilimlerin nasıl aşılması gerektiği ve bunu takiben Almanya'nın modern bir toplum haline gelişinin nasıl yapılandırılacağı soruları Hegel'in sorunsallaştırdığı konuların başında gelmektedir. Hegel tüm bu soruları bütünsel bir biçimde ele almıştır. Bütünsellikle kastettiğim Hegel'in modern toplumun ortaya çıkışını tarihsel bir perspektiften bakarak açıklamaya çalışmasıdır.

47

Daha doğrusu, modern toplumun ortaya çıkışını ya da kısaca modernleşme sorununu dünya-tarihi (Weltgeschichte) açısından ele almasıdır.15

Hegel'in niçin böylesine bütünsel bir bakış açısıyla konuya yaklaştığını anlamak için modern toplumun doğasına ilişkin bir saptamada bulunmaya çalışacağım. Modern toplum, ilk bakışta üretimin gerçekleştiği mekan olarak tarlaların yerini fabrikaların aldığı bir toplumsal örgütlenme olarak görülebilir.

Bunun yerine modern toplumu; köy yaşamının yerini kent yaşamının, ademi merkeziyetçi iktidar yapısının yerini merkezi yönetimlerin aldığı veya geleneğin gündelik yaşamdaki yerini sürekli değişime bıraktığı bir toplumsal düzen olarak da kavrayabiliriz. Oysa gerçek şudur ki, modern toplumun ortaya çıkışı burada sıralanan ve çoğaltılması mümkün olan tikel farklılaşmaların tümünün bir arada yaşandığı bir süreçtir. Yani modern toplum bu değişimlerin tümünü kapsamaktadır, çünkü oluşumu feodalitenin yerini yeni bir üretim tarzının yani kapitalizmin almasıyla mümkün hale gelmiştir. Bu yüzden modern toplum kavramı yerine (moderne Gesellschaft) bu toplumun kapitalist üretim biçiminin kurumsallaşması biçiminde ortaya çıkmış olduğunu vurgulamak için burjuva toplumu (Bourgeoisgesellschaft) kavramını kullanacağım.

Buradan yola çıkarak şu önermeyi dile getireceğim: Burjuva toplumu, kapitalizmin başat üretim tarzı olduğu toplumsal bir örgütlenme biçimidir. Buna

15 Weltgeschichte'nin Türkçe karşılığı olan “dünya-tarihi”nin kısa çizgi kullanıp - Ranajit Guha'nın uyarısı dikkate alınarak (Guha, 2006: 14-15) – birleştirerek kelimenin bir kavram olarak kullanıldığını belirtmek istedim. Hegel, tarihte meydana gelen olayların, tamamen olumsal bir biçimde birbirlerini izler gibi göründükleri durumlarda bile, asıl olarak tek bir ilkenin yönlendirmesi sonucunda ortaya çıktıklarını iddia etmektedir. Dünya-tarihi kavramı, tarihte olup bitenlerin bu ilk ilkenin (mutlak İde) tasarımı olarak kavrandığını ima eder ve bu yüzden Hegel'in tarih anlayışının önemli bir parçasıdır. Bu kavram aynı zamanda kapsayıcı içeriği ile Hegel'e modern tolumun oluşumunu, tarihsel bir çerçeve içerisinde iktisadi, siyasi ve ideolojik veçheleri ile inceleme imkanı tanımaktadır.

bağlı olarak Hegel'in sorunsalını bütünsel bir biçimde ele alışı onun başlı başına bir üretim tarzını yani kapitalizmi sorunsallaştırmasından kaynaklanmaktadır. Bir yanda zaman anlayışı, üretim araçları ve üretim süreçlerindeki dönüşüm, diğer yanda ise yeni toplumsal sınıfların toplam artıktan daha fazla pay alma mücadelesi eski toplumların iç tutunumunu ortadan kaldıracak ölçüde zorlayan gelişmeler olmuştur.

Bu zorlamalar sonucunda patlak veren devrimler ki Endüstri Devrimi ve Fransız Devrimi bunların en önemlileridir, kapitalizme özgü üretici güçler ile üretim ve mülkiyet ilişkilerinin gelişiminin önünü açmıştır. Hegel'in felsefe sisteminin bütünselliği, tüm bu gelişmeleri ve buna bağlı olarak dönüşüme uğrayan siyasi ve ideolojik yapıları sorunsallaştırmasından kaynaklanmaktadır. Başka türlü ifade edecek olursak, modern toplumun doğuşuna neden olan, Çifte Devrimler ve dönemin ideolojik yapısını oluşturan Aydınlanma olgusu, toplumun iktisadi dönüşümü ile birlikte Hegel'in sorunsalını oluşturan ana unsurlardır.

Bu noktada yukarıda andığımız devrimler üzerinde durarak Hegel'in tarih anlayışının oluşumuna etkide bulunan tarihsel koşullar hakkındaki incelemeye devam etmek istiyorum. Eric Hobsbawm'ı (Hobsbawm, 2003: 36) takip ederek öncelikle Endüstri Devrimi üzerinde duracak daha sonra Fransız Devrimi'nden bahsedeceğim.

Aydınlanma'nın etkisi üzerinde ise asıl olarak Hegel'i düşünsel açıdan etkileyen fikir akımlarını incelerken duracağım.

Endüstri Devrimi, bilimsel gelişme sonucunda ortaya çıkan bulguların daha önce görülmedik bir biçimde iktisadi faaliyetlere – doğrudan – uygulanması sonucu üretim sürecinde yaşanan nitel sıçrayıştır. Sander bu dönemi yeni buluşların üretime uygulanması ve bu buluşların en önemlisi olan buhar gücüne dayalı makinelerin

49

geliştirilmesi sonucu makineleşmiş bir endüstrinin ortaya çıkışı şeklinde tanımlar.

Sanayi Devrimi'nin en önemli sonucunun sermaye birikiminde yaşanan muazzam artış olduğunu ekler (Sander, 2003: 209). Hobsbawm ise Endüstri Devrimi'ni, artık mevcut talebe bağlı olmayıp, kendi pazarını yarattığı için büyük miktarlarda ve giderek azalan maliyetlerle üretim yapacak makineleşmiş bir “fabrika sistemi”nin yaratılması şeklinde tanımlar (Hobsbawm, 2003: 41).

Endüstri Devrimi'nin başlangıcı için kesin bir tarih vermek zordur. Bu dönemi araştıran sosyal bilimciler de Endüstri Devrimi'nin başlangıcını genellikle belirli bir zaman aralığına referans vererek açıklarlar. Bu yüzden biz de Endüstri Devrimi'nin başlangıç tarihi olarak 1780–1800 yılları arasını ve yer olarak İngiltere'yi göstereceğiz. Peki, niçin İngiltere ve 18. Yüzyıl'ın son çeyreği? Dönemin İngiltere'sinde mevcut olan ve Endüstri Devrimi'nin ortaya çıkmasına olanak sağlayan koşulları özetleyerek bu soruya yanıt verebileceğimizi düşünüyorum.

Dönemin İngiltere'sinde, feodalizme özgü olan aristokratlar ile serfler arasındaki ilişki, kapitalist mülkiyet anlayışının gelişimi ve buna bağlı olarak toprağın özel mülkiyetin konusu haline gelmesiyle birlikte, ortadan kalkmıştır. Tarım alanlarının özel mülkiyete dönüştürülmesi serflerin bir kısmını bu bölgede gelişen ücretli emek rejimine tabi kılmış, geri kalanların da iş bulabilmek için şehirlere göç etmesine yol açmıştır. Böylece hızla büyüyen tarım dışı nüfusu beslemek için üretimi ve üretkenliği arttırabilecek; kentlerin ve endüstrilerin durmadan artan potansiyel fazla emek ihtiyacını karşılayabilecek ve ekonominin daha modern sektörlerinde kullanılacak sermaye birikimini sağlayabilecek bir tarımsal üretim ağının mevcudiyetinden bahsedebiliriz. Bunun ötesinde, kar maksimizasyonu amacını

güden ve birbirleri ile rekabet halinde bulunan üretici çokluğunun üretim miktarını artırabilecekleri bir endüstrinin de oluşmuş olduğunu söyleyebiliriz (Hobsbawm, 2003: 40-42).

Endüstri Devrimi sonucunda üretim sürecinin yeniden örgütlenmesi ile birlikte eski üretici güçlerin ve buna bağlı olarak üretim ilişkilerinin yerini yenilerinin alışını daha net bir biçimde görmeye başlıyoruz. Endüstri Devrimi, üretim sürecinde gerçekleştirdiği dönüşüm sayesinde toplumların kendi üretici güçlerinin yarattığı zincirlerden kurtulmasını sağlamış ve üretici güçlerin durmadan, hızla ve bugüne dek sınırsız bir biçimde insan, mal ve hizmet artışı gerçekleştirmesine imkan vermiştir (Hobsbawm, 2003: 37). Bununla birlikte burjuva toplumunun tam anlamıyla tarih sahnesine çıkabilmesi için Endüstri Devrimi tek başına yeterli olamamıştır. Eski rejimin hakim olduğu bir çok ülkede üretim ilişkilerinin gelişiminin önündeki engellerin tasfiyesi için bir dizi siyasi devrimin gerçekleşmesi gerekmiştir.

Bu devrimlerin en önemlisi Fransız Devrimi'dir. Fransız Devrimi, Avrupa'nın en güçlü ve en kalabalık ülkesinde meydana gelmiştir. Kitlesellik açısından kendinden önceki ve sonraki devrimler arasında ayrı bir yerde durmaktadır ve ayrıca son derece radikaldir. Ayrıca Fransız Devrimi benzerleri arasında tüm dünyayı kapsama niteliğini taşıyan tek devrimdir ve bunu ortaya attığı fikirler sayesinde büyük ölçüde başarmıştır (Hobsbawm, 2003: 64). Fransız Devrimi'nin ortaya attığı bu fikirler kapitalist mülkiyet ilişkilerinin meşrulaştırılmasına yönelik düşünceleri dile getirmektedirler. Feodaliteye özgü kurumların büyük oranda tasfiye edildiği bir

51

dönemde uygulanma fırsatı yakalayan bu düşüncelerin burjuva sınıfının törellik16 anlayışı ile uyumlu olduğunu belirtebiliriz.

Burjuvazinin törellik anlayışı feodaliteye özgü törellikten farklıdır. Burjuva törelliğinin iki boyutu bulunmaktadır. Birincisi birey ikincisi ise ulustur. Burjuva törelliğinin ilk boyutunu oluşturan birey, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimiyle ortaya çıkan doğal haklar anlayışı etrafında insanın kurgulanmasıdır. İnsan burada feodaliteye özgü teolojik – skolastik dünya görüşü temelinde değil de rasyonal bir çerçevede kurgulanmıştır. Böylece feodalitenin insanlar arasında meydana getirdiği eşitsizliği, ayrımcılığı yıkan bir insan anlayışına ulaşılmaya çalışılmıştır. İnsanın ussal bir varlık olduğu vurgusu önplana çıkarılmıştır. Bu ussallığa referansla tüm insanların eşit ve özgür oldukları ilan edilmiştir. Burada kabaca açıklamaya çalıştığımız birey anlayışı Fransız Devrimi'nin peşisıra ilan edilen İnsan Hakları Beyannamesi'nde açıkça ifade edilmiştir. Tüm insanların özgür ve haklar yönünden eşit oldukları ilan edilmiştir. Burada özgürlük ile burjuva üretim ilişkilerine uygun sözleşme yapabilme, yine bu ilişkilere uygun düşen bilinç biçimlerini ifade edebilme ve bu ilişkilerden kaynaklanan hak ve yükümlülüklere sahip olabilme özgürlüğüne vurgu yapılmaktadır. Eşitlik ise haklar yönünden ele alınmış, yasa karşısında eşit olma biçiminde somutlaştırılmıştır.

16 Törellik kavramını Almanca'daki Sittlichkeit kavramının karşılığı olarak kullanıyoruz. Ayrıca İngilizce'ye “ethical life” şeklinde çevrilmektedir ve bazı Türkçe çevirilerde “etik yaşam” şeklinde karşılanmaktadır. Törellik, topluluk yaşamını insan davranışlarını düzenleyerek insanların birbirlerine ve topluma karşı ödevlerini belirleyen kurallar ve ölçüler bütünü anlamına gelmektedir. Bu kavram Hegel için özel bir önem taşımaktadır. Hegel törelliği hukukun ve ahlakın birliği olarak değerlendirir. İdeal bir toplum hukuki ve ahlaki bir çerçeveye oturmalıdır. Törelliğin önemi bu çerçeveyi düzenleyen ve ideal olanı somutlaştıran bir yapı olmasından kaynaklanmaktadır. Törellik aileyi, sivil toplumu (bürgerliche Gesellschaft) ve Devleti (Staat) düzenleyen bir kapsayıcılığa sahiptir. Fransız Devrimi'nden bahsederken burjuva sınıfının törellik anlayışından bahsetme gereği duymamın sebebi, Hegel'in, Fransız Devrimi'ni törelliğin gelişimi açısından ele alıp onu Us'un tarihte ilerlemesi açısından olumlu bir an olarak görmesidir.

Törelliğin ikinci boyutu ulustur. Ulus, burjuvazinin törellik anlayışının feodalitenin cemaat ilişkilerine karşın geliştirdiği toplumsallık projeksiyonudur.

Cemaat bağlarından kopan ve yalnızlaşan insanlar, ulusun üyesi, yani vatandaş olarak tanımlanarak feodal ilişkilerin tamamen ortadan kaldırılması ve yerine bireyselliğin önplana çıktığı bir düzenin yerleştirilmesi amaçlanmıştır. Bireylerin ulusun üyesi olarak tanımlanması, kapitalist üretim ilişkilerine denk düşen bilinç yapılarının bu yeni toplumsal düzene dahil olan kitlelere benimsetilmesi açısından da önemli bir işleve sahip olmuştur. Bununla birlikte ulus mefhumu, bireysel özgürlüklerin, insanlar arasında haklar açısından kurulan eşitliği zedelemesini önlemeyebilmek amacıyla da kullanılmıştır.

Almanya'nın modernleşmesi – Almanya'da kapitalizmin gelişimi de diyebiliriz -, İngiltere ve Fransa'dan çok daha sonra ve bir o kadar da sancılı bir biçimde gerçekleşmiştir. Bu sürecin doğurduğu sorunlar Hegel'i kuramsal açıdan meşgul eden sorunların önemli bir bölümünü içermektedir. Hegel genel olarak modernleşme ve onu meydana getiren toplumsal olaylar üzerinde durduğu kadar, modernleşmenin olumlu yönlerinin Almanya'nın kendine özgü koşulları çerçevesinde yaşama nasıl geçirilebileceği üzerinde de durmuştur. Hegel’in, Almanya’nın geleceğine bakışı nasıl ki Avrupa’da modernleşme yönünde yaşanan toplumsal dönüşümler tarafından belirlendiyse; modernleşmeyi anlamlandırışı, bu süreçte ortaya çıkan yeniliklerin olumlu ve olumsuz olanlarını birbirinden ayırışı da Almanya'nın içinde bulunduğu durum tarafından belirlenmiştir. Ben de bu yüzden çalışmamın bu kısmında Almanya'nın “geç kalan” modernleşmesinin temelindeki toplumsal dinamikleri ve

53

Hegel’in eserlerini verdiği dönemin toplumsal gelişmeleri hakkında bilgi vermeye çalışacağım.

Geç kalmışlık olgusu ile kastettiğim Almanya'nın, İngiltere ve Fransa'da gerçekleşen toplumsal devrimlerin biçimlendirdiği ekonomik, siyasi ve ideolojik gelişmeler tarafından belirlenmiş bir biçimde modernleşme sürecine dahil olmasıdır.

Almanya'da modernleşme toplumsal güçlerin kendiliğinden gelişiminden ziyade Avrupa'nın gelişen güçlerine karşı varolabilme mücadelesinin bir aracı olarak gerçekleşmiştir. Geç kalmışlığın nedenleri Ortaçağ'ın sonu ile modern dönemin başlangıcı arasındaki geçiş döneminin gelişmelerinde aranmalıdır. Almanya, 1648 itibariyle 300 devletçikten oluşan bir tarım toplumuydu (Moores, 2000: 138). Bu dönemde önceki yüzyıllara göre belirli bir ekonomik gelişimden bahsedilebilir, ancak geniş bir coğrafyaya yayılan bu küçük devletçiklerin birbirlerinden farklı ticari çıkarlara sahip olmaları bu gelişimin önünde engel teşkil ediyordu. Ekonomik gelişmeyi sekteye uğratan bir diğer faktör ise Amerika'nın keşfedilmesi ve Hindistan'a deniz yolu ile ulaşımın mümkün hale gelmesi sonucu Almanya'dan geçen ticaret yollarının yön değiştirmesiydi. Ayrıca İspanya, İngiltere, Fransa ve Habsburg İmparatorluğu - 17. Yüzyıl'dan sonra bunlara Rusya'yı da dahil edebiliriz - arasında yaşanan mücadeleler ve Alman toplumunun kapitalist sömürü ilişkilerinin nesnesi haline gelmesi de Almanya'yı birleşik bir güç olmaktan alıkoyarak gelişimini sekteye uğratan önemli bir faktördür (Lukacs, 2006: 42–45).

Almanya'nın parçalı yapısı içinde zamanla Prusya17 ön plana çıkmıştır. Prusya rejimi merkeziyetçi devlet ile yerel güçler (Junker) arasındaki uzlaşmaya dayanıyordu. Buna göre Junkerler devletin merkezi otoritesini tanırken devlet de Junkerlerin yereldeki haklarını tanımaktaydı. Devlet ile Junkerler arasındaki birlik

Prusya'nın temel iktisadi düzeni olan tarım ekonomisinin sürdürülebilmesini sağlıyordu. Ekonomi dışı artığın artırılmasına dayanan bu sistemin gereği olarak devlete düşen asli görev daha geniş toprak parçalarının ve bunun üzerindeki emek unsurlarının Prusya'nın egemenlik alanına dahil edilmesiydi. Devlet bu görevi yerine getirebilmek için çok güçlü bir orduya sahip olunması gerektiğini kavramıştı. Böyle bir ordu için kaynak oluşturabilecek gücü de yine tarımdan elde etme yoluna gitmiştir.

17 Prusya devleti 1226 yılında Litvanya'nın batısı ile Polonya'nın kuzeyini kapsayan bölgede bir dükalık olarak kuruldu. Başkenti Königsberg'ti (Bugünkü Kaliningrad). Prusya Dükalığı'nın kurucuları, Polonya'ya karşı verdiği mücadelede desteklemek üzere davet edilen Alman şövalyelerdir. Bu dükalık 1466 yılına kadar bağımsızlığını sürdürmüştür, ancak zamanın Avrupa devlet sistemi gereği Papalık'a ve Kutsal Roma Germen İmparatorluğu'nun parçası olmamakla birlikte bunlara bağlı kalmıştır ve bu durum Polonya'nın yönetimi altına girdikleri dönem hariç bu İmparatorluk tarih sahnesinden kalkana kadar devam etmiştir. Prusya, 1466'da Polonya'ya yenilmiş ve Polonya'nın egemenliğini kabul etmiştir.

1525 yılında Alman Brandenburg devletinin başı olan Hohenzollern hanedanı Protestanlığı benimsemiş ve Reform'un tüm Alman coğrafyasına yayılmasını sağlamıştır. Ondan iki kuşak sonra 1618 tarihinde Prusya ile Brandenburg birleşmiştir. 30 Yıl Savaşları boyunca toprakları birbirinden kopuk olan bu birlik Polonya'ya karşı savaşmış ve bu savaş sonucunda Prusya tekrar bağımsızlığını kazanmıştır. Bu gelişmeyi takip eden yıllar 1701'e kadar süren yeniden yapılanma ve merkezileşme dönemi olarak adlandırılır. 1701'de Prusya bir krallık halini alır. Prusya Krallığı 1786 yılına kadar oldukça güçlü bir merkezi yapıya sahip olan bir devlet olarak varolmuştur, ancak bu tarihten sonra yapılan savaşlarda Fransa'ya karşı ağır yenilgiler alır. 1786'dan başlayan ve 1807'ye kadar süren dönem, devletin dağıldığı ve feodal yapının çöktüğü dönemdir. 1807 yılında Fransa'ya karşı Jena'da önemli bir mağlubiyet alınır ve Prusya Krallığı topraklarının önemli bir kısmını kaybeder. Bu yılda imzalanan Tilsit Andlaşması ile hukuken ortadan kalkan Kutsal Roma Germen İmparatorluğu'na olan bağlılık da sona ermiş olur. Daha sonra, bu topraklar 1815'de Napolyon'un yenilmesi ile yeniden ele geçirilir. Ren bölgesinin Prusya'ya dahil oluşu bu dönemde gerçekleşir. Bunun dışında tüm Kuzey Almanya, Güney'in bir kısmı ve Königsberg'e kadar olan topraklar Prusya'ya bağlanmış olur. Restorasyon Dönemi sonrasında meydana gelen toplumsal çatışmalar Prusya'nın 1848 yılından sonra anayasal meşrutiyete geçişine neden olur. 1849 ile 1871 yılları arasında sırasıyla Danimarka, Avusturya ve Fransa ile savaşan Prusyalılar bu savaşlardan

galip gelerek Alman Birliği'ni kurmuş olurlar.

Bakınız: http://de.wikipedia.org/wiki/Preu%C3%9Fen

55

Devletin kontrolündeki ordunun ıslahı ve gelişimi, devlet ile Junkerler arasındaki güç dengesinin devlet lehine bozulmasına yol açtı. Devlet bu avantajdan faydalanarak ekonomik artığa doğrudan el koymanın yollarını aramaya başladı.

Öncelikle Junkerlerin devletten aldığı en önemli ödünlerden biri olan hizmet soyluluğu kaldırıldı ve bunun yerine liyakata dayanan bir bürokrasi ağı kurmaya çalışıldı. Junkerlere karşı desteğini almak istediği – ordunun da çekirdeği olan - köylü sınıfı ile doğrudan ilişki kuracağı bir düzen kurmak isteniyordu. Devlet Junkerlerin köylülük üzerindeki etkisini aşındırmak için bürokrasi aygıtını

geliştirmenin yanında 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın başlarından itibaren köylülük lehine olan birçok reformu uygulamaya koydu (Moores, 2000: 138–142).

18. yüzyıl sonları ve 19. yüzyılın başlarındaki dönem Junkerler açısından oldukça sıkıntılı geçmiştir. Devletin bürokrasi aracılığıyla taşradaki kontrolünü artırması ve uygulamaya koyduğu reformlar Junkerlerin toplumsal çıkarlarına vurulmuş ağır darbelerdi. Bunların yanında 18. yüzyılın son çeyreğinde meydana gelen köylü ayaklanmaları da Junkerlerin ayrıcalıklarını tehdit eden gelişmelerdi.

Junkerlerin taşradaki hakimiyetlerinin oldukça güçlü olmasına rağmen kendileri için

hayati önem taşıyan konularda aleyhlerine alınan kararları engelleyememelerinin nedeni olarak merkeze bağlı olan ordu ve kamu yönetimi mekanizması içinde oldukça güçsüz ve kolay kontrol edilebilir bir konumda olmaları gösterilmektedir (Skocpol, 2004: 212). 1807–1814 yılları arasında serfliğin kaldırılması köylülük üzerinde denetim kurma mücadelesinde Junkerler açısından önemli bir dezavantaj gibi görünmüştü. Sonuç ise tam tersi olmuştur. Serfliğin kaldırılmasıyla refah düzeylerinin artması ve devletin kontrolüne girmesi beklenen köylüler Junkerlerin

topraklarında çalışan ücretli emeğe dönüştüler. Junkerler de bu durumu ücretli emeğin maliyetinin daha ucuz olması ve daha kolay idare edilebilir olması nedeniyle kolayca benimsediler (Moores, 2004: 156). Bu Junkerlerin toplumsal bir güç odağı olarak varlıklarını sürdürebilmeleri açısından önemli bir gelişmedir.

Prusya'da devletin uyguladığı reformlar sonucunda meydana gelen gelişmeler farklı nedenlerle de olsa burjuva sınıfı ve alt sınıflar tarafından tepkiyle karşılandı.

Kapitalizm öncesi dönemden kalan statik toplumsal ilişkilerin ortadan kalkması burjuva sınıfı açısından olumlu bir gelişmeydi, ancak bu iyileşme ekonomik alanda yaşanmakta ve siyasi alanda karşılık bulamamıştı. Örneğin, eski rejimden kalan zümreler sistemi hala yürürlükteydi ve bu sisteminin dayattığı işbölümü ve bölüşüm mantığı burjuvazi açısından kabul edilemezdi. Burjuvazi eski sistemden kalan sınıflar arasındaki eşitsizlik ilişkisini toplumu gelişimini olumsuz etkileyen bir parazit olarak değerlendiriyordu (Moore, 1978: 125–128). Ve rejime olan muhalefetini bu konu üzerine temellendiriyordu. Alt sınıfların tepkisi ise yeni yeni gelişmekte olan toplumsal ilişkilerin yarattığı sonuçlara duyulan ahlaki öfke biçiminde kendini gösteriyordu. Devletin artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılayacak sosyal harcamaları yapmaması bu öfkenin nedenlerinden birisiydi. Bir diğer neden de kapitalizmin gelişiminin – kapitalizme özgü piyasa ilişkilerinin toplumun tüm kesimlerine yayılışının - lonca sistemi üzerinde yaptığı olumsuz etkiydi. Kapitalist işletmelerle rekabet gücüne sahip olamayan loncalar artan nüfusun arzettiği emeği bünyesine dahil edemiyor ve bu nüfusun ihtiyaçlarını karşılayacak üretim kapasitesini yakalayamıyordu. Lonca sisteminin dağılması proleterleşme olgusunu gündeme getirmiş ve kapitalizmin toplumun başat üretim tarzı haline gelişini

57

kolaylaştırmıştır. Proleterleşme tehlikesi ile karşı karşıya olan sınıfların temel talebi devletin lonca sistemini koruyacak önlemler alması oldu, ancak devletin tercihi açık bir şekilde kapitalizmin gelişimine olanak veren reformların gerçekleştirilmesi ve burjuvazinin de bu gelişimin aktörleri olarak desteklenmeleri yönünde gerçekleşti.

Sonuç olarak kapitalizmin gelişimi ile birlikte proleterleşen alt sınıf üyeleri eski rejime özgü sosyal güvenlik ağlarından tamamen mahrum kaldılar (Moore, 1978:

129–166). Bu mahrumiyet, onların toplumsal gidişat karşısında duydukları ahlaki öfkenin modernleşmenin yarattığı sorunları çözebilecek bir toplumsal düzen arayışına dönüşümünü sağlayan temel etkendir.

Hegel'in henüz on dokuz yaşındayken gerçekleşen Fransız Devrimi'ni dostları (Schelling ve Hölderlin gibi önemli genç entelektüeller) ile birlikte kutladığını biliyoruz. Bu dönemde tarih ve iktisat çalışmalarına ağırlık veren Hegel'in felsefeye yönelişi daha sonra gerçekleşmiştir. Fransız Devrimi ile başlayıp Hegel'in ölümüne kadar olan dönemde Almanya'da yaşanan gelişmeleri 1789–1815 ile 1815–1830 biçiminde ikiye ayırarak özetlemeye çalışacağım18.

Prusya monarşisi Fransız Devrimini'ni ilk anda olumlu bir gelişme olarak değerlendirmiştir, ancak 1792 sonrasında devrimin radikalleşmesi, Prusya hükümdarlarını devrime karşı katı bir tutum içine sokmuştur. 1792–1797 ile 1798–

1801 yılları bu iki ülke arasında süren savaşlarla geçmiştir. Bu dönem ayrıca Alman halkının ilk kez politize olmaya başladığı dönemdir. İlk kez siyasi parti benzeri örgütlenmeler kurulmuştur. Bunlar; muhafazakarlar, liberaller ve demokratlardır.

18 Bu bölümde Koengen Kültür ve Tarih Derneği'nin internet sitesinden faydalandım (http://geschichtsverein-koengen.de/Restauration.htm#Deutschland, 22.07.2006).

Muhafazakarlar İngiliz düşünür Edmund Burke'nin düşüncelerinden etkilenmişlerdir.

Almanya'da köylülüğe dayanan eski rejiminin devamını savunmuşlardır. Liberaller ise bu gruplar arasında en etkili olanıdır. Liberallerin Almanya'daki en ünlü temsilcileri Schiller ve Fichte olmuştur. Liberallerin Fransız Devrimi karşısındaki genel tutumu devrimi savunmak ancak devrimin radikalleşmesine karşı çıkmak şeklindedir. Schiller Aydınlanmacıların insanın özünü salt ussallıktan ibaret gördüklerini oysa duygunun da insan için özsel olduğunu söylemiştir. Terörün kaynağında bu yanlışın bulunduğunu iddia etmiştir. Schiller'e göre yapılması gereken insanları “estetik eğitim”den geçirmektir. Fichte de Fransız Devrimi'ne olumlu yaklaşan Alman entelektüellerindendir. Ona göre Fransa'daki gelişmeler bireyin özgürleşmesini (Freisetzung des Individuums) tetiklemiştir. Alman ulusu bu etki sayesinde ulusal bilincine kavuşacak ve Fransız Devrimi'nin esaslarını uygulamaya geçirecektir. Fichte bu fikirlerine dayanarak Alman ulusunu umudun ulusu (Hoffnungsvolk) olarak adlandırmıştır. Demokratlar ise Fransız Devrimi sonrasında tartışılmaya başlanan kavramlardan “demokrasi” ve “cumhuriyet”i öne çıkarmışlardır. Jakobenlerin uyguladıkları radikal programı Kant örneğinde olduğu gibi hukukun yerleştirilebilmesi için yapılması mecbur kalınan uygulamalar olarak değerlendirmişlerdir.

1805 yılında Napolyon'un Avrupa seferi sonucuna imzalanan 1807 Tilsit Antlaşması sonrası Prusya'da siyasi yeniden yapılanma başlamıştır. Yaklaşık 1000 yıllık bir tarihe sahip olan Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu'nun resmen yıkılması siyasi yenilenmenin ve birlik arayışlarının önünü açmıştır. Mutlak monarşi anlayışı yerini aydınlanmış monarşi (aufgeklärte Absolutismus) anlayışına bırakmıştır.

59

Aydınlanmış monarşi deyimi, anayasal devlete geçişi ve Alman ulus devletinin ortaya çıkışının ilk aşamasını kavramsallaştırmak için kullanılmaktadır. Yukarıda da bahsedildiği gibi bu uygulamalar savaşta alınan yenilgi sonrası yürürlüğe girmiştir ve bu reformların temelinde devlet ile halk arasındaki bağın kuvvetlendirilmesi hedefi bulunmaktadır. Buna göre her vatandaşa kendini geliştirme hakkı tanınmış ve vatandaşların bu haklarını kullanabilmelerini kolaylaştıracak uygulamalar başlatılmıştır. 1812 yılıyla birlikte bu geçici refah döneminin yerini yine savaş almıştır. Napolyon'un Rusya seferini 1813–1814 yıllarındaki savaş takip etmiştir.

Rusya'dan çekilen Fransız ordularına karşı Almanlar kurtuluş mücadelesi vermişlerdir.

1815-1830 yılları Almanya'da Viyana Kongresi'nin başlatmış olduğu sürecin etkilerini görmekteyiz. Bu dönemde Metternich'in öncülüğünü ettiği muhafazakar anlayış Almanya'da da hakim olmuştur. Napoleon'un fethettiği ülkelerde uyguladığı jakoben anlayışın yerini baskıcı uygulamalar almıştır. Bunun sonucu olarak da Prusya'da anayasal meşruiyet anlayışının uygulamaya geçirilişinde kırılma yaşanmıştır. Burschenschaft gibi aydın ve öğrencilerden oluşan ilerici örgütlenmeler sert müdahalelere maruz kalmışlar ve kapatılmışlardır (Bottigelli, 1997: 27–32).

Prusya Devleti Fransa'nın gerilemesi ile meydana gelen siyasi boşluktan yararlanıp büyüyerek güçlenme stratejisine yönelmiştir. Bunu takiben Restorasyon Dönemi'nde başlayan ekonomik büyümenin sonucunda İngiltere ile rekabet eder hale gelecektir.

Prusya devleti Fransa ve İngiltere'ye karşı giriştiği mücadelede başarılı olabilmek için toplumu kontrol edebilme kapasitesini en üst düzeye getirmek istemiştir. Bu doğrultuda İngiltere ve Fransa'da ortaya atılan ve Prusya'nın merkezi devlet