• Sonuç bulunamadı

C. 1) Toplumsal Varlığın Değişimi/Dönüşümü Sorununun Marx

Marx tarihin, gerçek bireylerden yola çıkılarak kavranabileceğini söylemiştir. Bu bireylerin maddi yaşamlarını oluşturmak için giriştikleri eylemlerin; bunlar arasında ortaya çıkan mülkiyet ilişkilerinin, siyasal ilişkilerin ve bireylerin geliştirdikleri bilinç biçimlerinin temelini oluşturduğunu belirtmiştir. Tarihin ilerleyişinin bu temelin değişimi/dönüşümünü gözardı ederek açıklanamayacağı üzerinde ısrarla durmuştur. Tarihte gelinen noktada da, insanların içinde bulundukları olumsuz koşulları – işbölümünü ve ona bağlı olarak gelişen toplumsal olguları, özellikle özel çıkarla kolektif çıkar arasında meydana gelen çelişkiyi – yine kendi eylemleri aracılığıyla aşabileceklerini iddia etmiş, fakat bu eylemleri, tarihin her aşamasında olduğu gibi, belirli koşullar içerisinde gerçekleştirmek zorunda olduklarını vurgulamıştır.

Marx bu durumu, geliştirmiş olduğu tarih anlayışının kendisini ulaştırdığı sonuçları açıklarken şu şekilde açıklamaktadır: İnsanların meydana getirdikleri üretici güçlerin gelişiminin belirli bir safhasında, bu güçler, mevcut ilişkiler çerçevesinde artık üretici olmaktan çıkıp yıkıcı güçler haline gelirler. Bu yıkıcı güçlere bağlı olarak bir takım yıkıcı ilişkiler ortaya çıkar. Bu sayede, toplumun çoğunluğunu meydana getiren ve o zamana kadar elde edilmekte olan kazançtan en az payı alan kitlelerden, toplumun diğer sınıflarına karşı açık bir muhalefet eden bir sınıf doğar. Bu sınıf devrimci mücadelesini her zaman için o zamana kadar toplumsal gücü elinde bulunduran sınıfa karşı vermelidir, çünkü toplumsal gücü elinde bulunduran sınıf, o zamana kadar gelişmiş olan üretici güçlere hükmeden sınıf olması nedeniyle, devrimci sınıfın içinde bulunduğu olumsuz koşulların asıl sorumlusudur. Daha önce gerçekleşmiş olan devrimlerde bu koşullar, bu faaliyet

157

tarzı yani belirli bir sınıfın üretici güçlere hükmediyor olma durumu değişmemiştir.

Sadece bu faaliyetin başka türlü bir dağılımı ortaya çıkmış, işin başka kişiler arasında yeni bir bölüştürülmesi sözkonusu olmuştur. Bu yüzden bir dahaki sefere gerçekleşecek olan devrim, mevcut faaliyet tarzını yani toplumun belirli bir sınıfının üretici güçlere hükmederek toplum üzerinde egemenlik kuruyor oluşunu, eşdeyişle sınıflı toplum olgusunu ortadan kaldırmalıdır. Devrimin bu şekilde gerçekleştirilmesi zorunludur, çünkü aksi taktirde devrimi gerçekleştiren sınıf, mevcut faaliyet tarzını ortadan kaldıramayacak, eski düzenin kendisine bulaştırdığı pislikleri süpürüp, toplumu yeni temeller üzerine kurma şansını elde edemeyecektir. Böyle bir devrim ise ancak artık toplum içinde bir sınıf işlevi görmeyen, artık toplum içinde bir sınıf diye tanınmayan, ve daha şimdiden artık bugünkü toplum içindeki bütün sınıfların, bütün milliyetlerin, vb. yokoluşunun ifadesi olan bir sınıf tarafından gerçekleştirilebilir (Marx ve Engels, 1992: 65-67).

Marx'ın tarihi ele alarak ulaştığı sonuçları dile getirdiği bu pasajı burada alıntılamamın ilk nedeni, onun, tarihin ilerlemesi açısından insan eylemine, insanların maddi yaşamlarını üretmek için sarfettikleri emeğe ve belirli bir sınıfın toplumun geri kalanı üzerindeki egemenliğine karşı verdikleri devrimci mücadeleye verdiği önemin altını çizmekti. İkinci nedeni ise Marx'ın tarihin ilerlemesi bakımından önem verdiği insan eylemlerinin, sürekli olarak belirli koşullar içerisinde gerçekleştirilmekte olduğu hususundaki vurgusunu dile getirmekti. Marx'ın kendinden önceki düşünürlere yönelttiği temel eleştiri özellikle bu ikinci husus üzerine yoğunlaşmaktadır. Ona göre idealist tarih anlayışının temel eksikliği, somut gerçekliği bir kurguya indirgemesi ve tarihi belirli bir ereğin gerçekleştiği bir süreç

olarak ele alması, onu bu ereğin ortaya çıkışı ve sona erişi ile sınırlamasıdır. İdealist düşünürler, bilinçleri dışında bir gerçekliğin olduğunu kabul etmedikleri için, kendi zihinlerinde kurdukları gerçekliği, nesnel gerçekliğin yerine geçirmektedirler. Böyle olunca da dönüştürmeye çalıştıkları ya da olumladıkları gerçeklik aslında kendi zihinlerinin ürünlerinden başka bir şey olmamaktadır. Oysa ki insan bilincinden bağımsız nesnel bir gerçekliğin varlığını kabul etmek, somut gerçekliği gerçekte olduğu gibi kavrayabilmek için zorunludur. Gerçekliğin bu şekilde kavranışı, gerçekliği, onu zihninde kurgulayanların kendisine atfettikleri ereksellikten arındırmaktadır. Marx'ın gerçekliği kavrayışının herhangi bir kurgusallık içermediğini ve onun dile getirdiği gerçekliğin mutlak hakikat şeklinde değerlendirilmesi gerektiğini iddia etmiyorum. Onun yapmaya çalıştığı, gerçekliği, gerçeklikten yola çıkarak soyutlamak, zihninde yeniden yapılandırmaktır. Marx bu yeniden yapılandırmayı gerçekleştirdikten sonra zihnindeki gerçekliği nesnel gerçekliğin yani zihnin dışında yer alan gerçekliğin hakikati olarak değerlendirmez.

Zihninde yeniden yapılandırdığı gerçekliği, eylemleriyle, nesnel gerçekliği biçimlendiren ve onu dönüştürmeyi amaçlayan insanların faaliyetlerini belirleyen koşulları kavrayabilmek amacıyla kullanır. Gerçekliğe bir amaç – erek atfetmez, gerçekliği meydana getiren insanların kendi yarattıkları ereklerin gerçeğin şekillenmesinde oynadıkları rolü açığa çıkarmayı hedefler. Böylece insan eylemlerinin sürekli olarak belirli koşullar tarafından belirlendiğini, fakat bu belirlemenin, kendi zihinlerinin ürünü olan ancak daha sonra ürünü olduğu zihinlere hükmeder konuma gelen bir kavramın - örneğin mutlak İde - kendilerine vermiş olduğu ereğin gerçekleştirilmesi anlamını taşımadığını belirtir.

159

Marx Hegel'inki başta olmak üzere, gerçekliği yani somutu, zihinsel bir kurguya indirgeyen ve onu belirli bir ereğin gerçekleşmiş hali olarak kavrayan tarih anlayışlarının tümünü eleştirmiştir. Bununla birlikte gerçekliği, ortaya çıkış sürecinden kopararak incelemenin yanlış olduğu konusunda Hegel ile aynı görüşü paylaşmış, ancak gerçekliğin ortaya çıkış sürecini gerçekliğin ele alınışına nasıl dahil edileceği konusunda Hegel'i eleştirmiştir. Marx'a göre, tarih, gerçekliği ortaya çıkış süreci ile birlikte bir bütün olarak kavrama bilimidir. Bu yüzden tek gerçek bilimdir.

Bu bilim gerçekliğin ortaya çıkışını, gelişimini doğaüstü bir varlığın kendisini gerçekleştirme ereğinin dünyadaki yansıması olarak değil, gerçek insanlar arasındaki maddi ilişkilerin evrimi biçiminde açıklamalıdır. Marx'ın toplumsal varlığı tarih anlayışının temeline oturtması bu aşamada gerçekleşir. Burada, toplumsal varlık kavramını, insanların birbirleri ile karşılıklı ilişkiler kurmaları ile ortaya çıkan olguyu ifade etmek amacıyla kullanıyorum.76 Toplum kavramı yerine toplumsal varlık kavramını kullanıyor olmamın nedeni, toplum kavramının tarihsel gelişme içinde, belirli bir üretim ilişkisinin belirli bir aşamasında birarada yaşayan insanları ifade etmek için kullanılan bir kavram olmasıdır.77 Toplumsal varlık kavramı ise genel anlamda toplumun, birbirleri ile karşılıklı ilişki içinde bulunan insanların varlığını dile getirdiği için, diğer bir deyişle insanların genel tarihsel durumunu yani toplum biçiminde varolmalarını ifade ettiği için Marx'ın tarih anlayışını inceleyebilmek açısından daha uygundur. Toplumsal varlık, insanların tarihi boyunca ortaya çıkmış

76 Marx için insanlar arsındaki karşılıklı ilişkilerden bahsetmek aynı zamanda insanların toplum biçiminde varolduğunu söylemekle eşdeğerdir. İnsanların varolabilmek için yani maddi yaşamlarını üretebilmek için karşılıklı ilişkiler kurmak zorunda olduklarını düşünmesinden dolayı toplumun varlığı ile insanın varlığını farklı tarihsel aşamalar olarak değerlendirmez. Bu yüzden Marx'ın mevcut toplumsal ilişkilerin ortaya çıkışı hakkındaki fikirlerini açıklayabilmek için toplumsal varlık kavramından yararlanacağım.

77 Bu tanım Türk Dil Derneği'nin yayınlamış olduğu Türkçe Sözlük (2005)'ten alınmıştır.

olan toplumların ortak özelliklerinin – insanların maddi yaşamın üretimine bağlı olarak karşılıklı ilişkiler geliştirmeleri – soyutlanmasıyla ulaşılan ve şimdiye kadar tarih sahnesine çıkmış olan toplumsal formasyonların tümünü kapsamı içine alan bir kavramdır. Bu yüzden toplumsal varlık kavramından faydalanarak, Marx'ın, tarihi yukarıda bahsetmiş olduğumuz bu ortak özelliklerin evrimi olarak ele alışını açıklamaya çalışacağım. Marx, şimdiye kadarki bütün toplumları, bu evrimin belirli bir aşaması olarak değerlendirmiştir. Bu sayede toplumsal yapıların; farklı üretim tarzlarının, üretim gereçlerinin, sınıfsal ilişkilerin vs. tarihsel gelişimini ve birbirleri ile olan bağını kavrayabilmiş ve bunların tarihselliğini açığa çıkarmıştır.

Bu noktada özellikle vurgulamak istediğim şey, Marx'ın toplumsal varlığı insanlar arasındaki karşılıklı ilişkilerin (Verkehr) ürünü olarak tanımlıyor olmasıdır (Marx ve Engels, 2006: 118). Dolayısıyla Marx, tarihi de insanlar arasında kurulmuş olan ilişkilerin değişimi/dönüşümü biçiminde ele almış olmaktadır. Bu kısa formülasyon Hegel'in tarih anlayışı ile Marx'ınki arasında yer alan farkı da belirli ölçüde dile getirmektedir. Hegel, toplumsal varlığın ortaya çıkışını mutlak İde'nin, kendisini Doğa'dan dışlaştırıp Tin olarak varedişi şeklinde açıklar. Mutlak İde'nin kendisini Tin olarak varedişinin bir ereği bulunmaktadır. Bu erek kendisini tanımadır ne olduğu bilmedir, diğer bir deyişle kendinin bilincine ulaşmadır. Toplumsal varlığın gelişimi, Tin'in ereğini gerçekleştirme süreci olarak tanımlanır. Toplumsal varlığı meydana getiren ilişkileri ortaya çıkaran insanlar, öznel yönleriyle yani istençleriyle;

ihtiyaçları, arzuları ve tutkuları ile Tin'in ereğini gerçekleştirme araçları olarak tarihe katılırlarken, nesnel yanlarıyla da kendilerinde barındırdıkları tanrısal öge sayesinde mutlak İde'nin dünyaya sahip olmasını sağlarlar. Tin bu sürecin hem nesnesi hem de

161

öznesi konumundadır. Tarihin nesnesidir, çünkü mutlak İde'nin tarihsel/toplumsal alandaki varoluşudur. Hegel'e göre gerçek olan her şey ussal yani mutlak İde'nin görünümü olduğu için, tarihsel/toplumsal ortamda ortaya çıkan tüm gerçeklik - bireyler, uluslar, tarihsel bireyler vs. - mutlak İde'nin kendisini bu ortamda varedişi olarak kavramamız gereken Tin'in varlığından başka bir şey değildir. Bu varlığı kavramsal düzeye taşıyan, bu doğrultuda insanların eylemlerini yönlendiren ve bu sayede kendininbilincine ulaşan özne yine Tin'den başkası değildir. Tarih Tin'in kendisini varetmesi ve bu varlığın bilgisini edinmesi sürecinden başka bir şey olmadığı için, Hegel'e göre Tin tarihin hem öznesi hem de nesnesidir, mutlak bireyselliktir. Marx'a göre mutlak İde, Tin ve töz gibi kavramlar toplumsal varlığı yani insanlar arasında ortaya çıkan karşılıklı ilişkileri önceleyen varlıklar değillerdir.

Bu kavramlar toplumsal ilişkilerin gelişiminin belirli bir aşamasında insan bilinci tarafından üretilirler. Bu yüzden tarihi bu kavramların gelişiminin türevi olarak değerlendirmemek gerekir. Tarih, insanların birbirleri ile karşılıklı olarak kurdukları ilişkilerin gelişiminin ürünüdür. Marx, insanların birbirleri ile karşılıklı olarak kurdukları ilişkilerin, doğal ve toplumsal olmak üzere iki farklı biçim alıyormuş gibi gibi göründüğünü belirtir. Bu konu üzerinde daha sonra duracağım ancak bizim için burada önemli olan husus; Marx'ın insanlar arasında kurulan karşılıklı ilişkilerin, insanların içinde bulundukları bir takım doğal koşulların ve bunlara bağlı olarak gelişen toplumsal koşulların belirleyiciliğine tabi olduklarını vurguluyor olması, daha doğrusu bu koşulları bizzat insanlar arasındaki karşılıklı ilişkilerin bir bileşeni olarak algılamasıdır. İnsanlar gerçekten kendi tarihlerini yapmaktadırlar, diğer bir deyişle tarihin öznesidirler ancak kendi tarihlerini yapabilmek için kendilerini olduğu kadar

kendilerinin dışındaki doğayı da dönüştürmeleri gerekmektedir. Bu, Hegel'in aksine doğayı insanların tarihine doğrudan dahil eden bir tarih anlayışıdır. Şimdi bu tarih anlayışının üzerinde durduğu ilişkilerin nesnel ve öznel yönleri üzerinde duracağım.