• Sonuç bulunamadı

A) MARX’IN TARİH ANLAYIŞININ GELİŞİMİ

127

Karl Marx, 5 Mayıs 1818’de Almanya’nın Rhine Eyaleti’nde Trier kasabasında doğdu. Hukuk, felsefe ve tarih üzerine olan yüksek eğitimini Bonn ve Berlin Üniversitelerinde tamamladı. Demokritos ve Epiküros’un Doğa Felsefeleri üzerine yaptığı çalışma ile felsefe doktorasını almış oldu. Rheinische Zeitung gazetesinin - radikal liberallerin gazetesi diye bilinir – editörlüğünü yapmaya ve bu gazetede yazılar yayımlamaya başladı. 1843’te gazete kapatılınca Almanya’dan sürülen Marx, Paris’e yerleşti. Burada fransız işçi sınıfının eylemlerini yakından takip etti ve Engels ile tanıştı. 1845’te ise Fransa’dan sürüldü ve Brüksel’e geçti. Bu dönemde üzerinde uğraştığı ve Alman İdeolojisi adıyla bilinen eseri Engels ile birlikte kaleme aldı.

1847’de Brüksel’den ayrılmak zorunda kalan Marx 1848 yılının devrimci ayaklanmaları ardından Paris’e döndü. Louis Bonaparte’nin darbesi sonrasında Paris’ten sürülen Marx, 1849 yılında Londra’ya yerleşti ve yaşamının geriye kalan kısmını burada sürdürdü. Kapital ve Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı gibi burjuva siyasal iktisadını eleştiren çalışmaları ve Louise Bonaparte’ın 18 Brumaire’i ve Fransa’da İç Savaş gibi siyasete ilişkin eserlerini bu dönemde verdi. 1863’te kurulan Uluslararası Emekçiler Birliği’nin kuruluşunda yer alan Marx, teorik yapıtlarının yanı sıra siyasi mücadeleye bizzat içinde yer alarak da katkıda bulunmuştur.

Marx’ın fikirlerinin gelişimi, tıpkı diğer düşünce adamlarında da görüldüğü gibi, entelektüel kimliğini kazandığı dönemin tarihsel ve düşünsel ortamının belirleyiciliğinden muaf tutularak anlaşılamaz. İçinde bulunduğu tarihsel ve düşünsel ortamdaki dönüşümlere ve soyutlama yeteneğine bağlı olarak, Marx’ın, gerek kullandığı terimlerde, gerekse işlediği temalarda farkılıklar belirlemek mümkündür.

Bu farklılıkların mevcudiyeti, onun değişik coğrafyalarda bulunması sonucu, kapitalist üretim tarzının gelişimini birçok farklı koşullar altında inceleme fırsatı yakalaması ile açıklanabilir. Bir diğer asli etken ise Marx’ın, dönemin kendisini de belirli miktarlarda etkilemiş olan fikirlerinin somutu açıklamada gösterdikleri yetersizlikleri belirleyerek kendi fikirlerini özgün bir biçimde dile getirme çabasıdır.

Marx’ın gençlik dönemi, gittikçe muhafazakarlaşan Prusya hükümetinin, Ren Bölgesi gibi Prusya'ya daha sonradan dahil olan ve liberal görüşlerin etkili olduğu yerlerdeki etkisini artırmaya çalıştığı bir ortamda geçmiştir. Bu olumsuz koşullara, entelektüeller arasındaki, Hegel'in de öncülük etmiş olduğu, anayasal meşrutiyet rejiminin kurulması beklentilerinin de karşılanmamış olmasının verdiği hayal kırıklığını da ekleyebiliriz. Bunun sonucunda dönemin önemli muhalif entelektüelleri olan sol-hegelcilerin, Hegel felsefesinin özgürlükçü ve antropolojik-hümanist yönlerini öne çıkarma yönünde girişimlerde bulunmaya başlamışlardır. Marx bahsi geçen girişimleri belirli bir süre yakından takip etmiş, ancak daha sonra bunların, ele aldıkları sorunu çözmede yeterli olamayacaklarını iddia etmiş ve bu yüzden aşılmaları gerektiğini savunmuştur. Marx’ın beklediği bu adım Hegel’den sonra Marx üzerinde ciddi anlamda büyük bir etkiye sahip olan bir diğer düşünür tarafından yani Feuerbach tarafından atılmıştır. Feuerbach’ın Hristiyanlığın Özü (1841) ve Felsefe Reformu Üzerine Geçici Tezler (1842) adlı yapıtları dönemin entelektüel camiasını derinden etkilemiştir. Hegel’in felsefesi yerine maddeci56 bir

56 Maddecilik (Materialismus) maddenin düşünceden bağımsız bir varoluşa sahip olduğunu ve düşünceyi öncelediğini kabul eden felsefe akımıdır. Marx da kendisini bir maddeci olarak görmektedir. Sağlığında tarih anlayışı tarihsel maddecilik olarak adlandırılmıştır. Tarihsel maddeciliği, tarihsel olayları fikirlere değil de maddi sebeplere bağlı olarak açıklayan tarih anlayışı olarak tanımlayabiliriz. Ancak burada üzerinde durmak istediği husus tarihsel maddecilik değil, 129

felsefe kurma girişiminin, ya da en azından Hegel felsefesinin bütününe ilişkin bir eleştiri getirme çabasının muhalif entelektüeller açısından kuşkusuz ki değeri büyüktür, ancak Marx açısından Feuerbach’ın getirdiği yeniliğin heyecanı çok uzun soluklu olmamıştır. Marx Feuerbach’ı değerlendirirken onu doğaya fazla önem verip tarihi, toplumu ve siyaseti önemsememekle suçlamıştır (Bottigelli, 1993: 22-30).

Marx, yabancılaşma analizinin diğer toplumsal görüngüler açısından verimli olabileceğini, fakat Feuerbach’ın bunlar üzerinde durmayarak önemli bir fırsatı kaçırdığını belirtmiştir. Marx’ın teorik gelişimi açısından bir sonraki aşama ise Paris’e gittiği dönemden itibaren yoğun bir biçimde incelemeye koyulduğu Klasik Ekonomi Politikçiler’in teorilerini eleştirmesiyle başlayan dönemdir. Marx’ın kaleme aldığı bilimsel metinlerinin çoğu bu Klasik Ekonomi Politikçiler ile Proudhon’un teorisinin eleştirisi yoluyla geliştirilmiştir.

Marx’ın düşünsel gelişiminin aşamaları, başlangıçta Hegel ve Feuerbach gibi dönemin düşünce akımlarını etkileyen başlıca düşünürlerin fikirlerini sınama şeklinde ilerlemişlerdir. Bu süreç içerisinde yazdığı deneme ve aldığı notlar dışında çağdaşları ile girmiş olduğu polemiklerin de önemli olduğunu düşünebiliriz. Bruno Bauer, Max Stirner ve Proudhon gibi entelektüellerin eserlerinin eleştirisi Marx’ın

Marx'ın maddecilik anlayışı üzerinde önemli bir etkiye sahip olan Antik Dönem düşünürü Epiküros'tur.

Epiküros MÖ 341-271 yılları arasında yaşamış olan maddeci bir filozoftur. “Hiçbir şeyin hiçbir zaman tanrısal güç tarafından yoktan var edilmemiş” olduğunu ve “Doğa'nın ... birşeyi asla hiçliğe indirgeyemeyeceğini” söylemiştir. Atom filozofu olarak bilinen Demokritos'tan etkilenmiştir. Demokritos, evrenin yapı taşının atomlar olduğunu ve atomların belirli boy ve şekillere sahip olduklarını söylemiştir. Ona göre, bu özellikleri atomların hareketlerini önceden belirlemektedir. Epiküros ise Demokrtitos'un atom felsefesnin erekselciliğine karşı çıkmış ve bazı atomların bir şans ve belirlenmemişlik unsurunu yarattıklarını ve bu sayede farklı yörüngelerde hareket edebildiklerini söylemiştir. Bunu “sapma” olarak adlandırmıştır.

Marx, Epiküros'u Yunan Aydınlanması'nın en önemli düşünürü olarak görmüştür. Epiküros'u Marx için bu kadar değerli kılan şey, Marx'ın Epiküros'u irade özgürlüğünü savunan bir düşünür olarak okumasıdır. Marx'tan sonraki yorumcular da Epiküros'un ereği, tarihin akışı içinde ortaya çıkan, insanın, metafizik olmayıp aksine tarihi olarak edinilmiş karakteri olarak ele aldığını söylemişlerdir (Foster, 2001: 57-91).

düşünsel anlamda olgunlaşmasına katkıda bulunmuştur. Engels’in Marx’a, çağdaşlarına yönelttiği eleştiri açısından vermiş olduğu desteğin de Marx'ın olgunlaşmasına katkıda bulunduğunu belirtmemiz gerekir.

Kendisi de bir dönem “sol-hegelci” olarak anılan entelektüeller grubu ile yakın ilişkileri olan Marx’ın, yüksek eğitimini Berlin Üniversitesi’nden almış olması, her ne kadar Hegel o dönemde artık hayatta olmasa da Marx’ın eğitiminde yoğun bir hegelci öğenin yer almasına yol açmıştır. Marx’ın doktora tezini kabul ettirdiği Jena Üniversitesi de Hegel’in uzun bir dönem akademik faaliyette bulunduğu ve en önemli çalışmalarının bazılarını verdiği üniversitedir. Althusser’in de belirttiği gibi Marx’ın soyutlama yeteneğini geliştirmesinde Hegel’in etkisinin olduğu muhakkaktır (Althusser, 2002: 107). Bu etkinin kökeni gördüğümüz gibi Marx’ın eğitim yıllarına kadar uzanmaktadır.57 Marx'ın, Hegel'i özgün bir biçimde eleştirmeye başladığı ve böylece sol-hegelci gelenekten koptuğu dönem, 1843 yılında kaleme aldığı ve Hegel'in Hukuk Felsefenin Eleştirisi olarak adlandırılan elyazmaları ile başlatılabilir.

Bu çalışma ile birlikte Marx'ın, sol-hegelcilerden farklı olarak toplumsal muhalefetin kaynağını din üzerinden kurgulamak yerine, mevcut yapının eleştirisini mülkiyet ilişkilerine yöneltmeye çalıştığını görüyoruz (Marx, 1997: 191-193). Daha sonra eleştirisinin öncelikli hedefini mülkiyet ilişkilerinden toplumsal üretim ilişkilerine kaydıracaktır, çünkü ikincisinin yani üretim ilişkilerinin mülkiyet ilişkilerinin yani hukukun ve devletin özünü oluşturduğunu belirtecektir.

57 Sonradan Marx'ın karısı olacak olan Jenny von Westphalen, o sırada üniversite eğitimini almak için Bonn'da bulunan Marx'a gönderdiği 10 Ağustos 1841 tarihli mektupta, katılabileceği “Hegel – Kulüpleri” bulmuş olmasınından dolayı duyduğu sevinci dile getirmekte ve ayrıca Marx ile kendisinin filozofa duydukları ilgiyi gösteren ifadeler kullanmaktadır. Bu da Marx'ın Hegel'e duyduğu ilginin daha o dönemde başlamış olduğunu göstermektedir (Marx ve Engels, 1990b:

641).

131

Unutmadan eklemek gerekir ki, Marx’ın dikkatini üretim ilişkilerinin ve bu ilişkileri konu edinen ekonomi politiğin eleştirisinin gerekliliğine, Engels’in 1844 yılında yayımladığı Ekonomi Politiğin Bir Eleştiri Denemesi adlı makalesi çekmiştir.

İkili 1845 yılından itibaren birlikte bir çok eser yayımlamış ve politik mücadele içinde de birlikte saf tutmuşlardır. Birlikte, içinde bulundukları toplumsal ilişkilerin eleştirisini yapmış ve bu ilişkiler bütünü içinde zamanında kendilerinin de parçası oldukları odaklarla hesaplaşmışlar. Hegel’in hukuk felsefesinin ana hatlarını oluştururken içinde bulunduğu ortamı hatırlayalım; merkezi hükumet tarafından kapitalist üretim ilişkilerinin yaygınlaştırılmaya çalışıldığı, ancak bu ilişkilerin düzenlenmesi için gereken anayasal meşrutiyet rejiminin bir türlü hayata geçirilemediği bir dönem. Marx ve Engels de bundan sadece 2 onyıl sonrasında düşüncelerini netleştirir hale gelmişlerdir, ancak bu gelişim Alman idealist felsefecilerininki gibi salt fikirler alanında yaşanmamıştır; yani Marx ve Engels tarihsel materyalizmi, Hegel ve Feuerbach’ın eserlerini okuyup, bunlar üzerine derin düşüncelere dalarak kurmamışlardır (Althusser, 2002: 93). Bizzat, ulaştıkları düşünsel derinliği pratikte uygulama çabası içinde olmuşlar ve öte yandan yeni bir toplumun kurulmasına engel olarak gördükleri ideolojileri yıkmayı hedefleyen bilimsel arayış içerisinde bulunmuşlardır.

17. ve 18. yüzyıl boyunca ister demokrat isterse tutucu olsun, tüm Alman entelektüelleri teorik olarak oldukça doyurucu eserler vermişlerdir. Fakat toplumsal açıdan Fransa ve İngiltere ile karşılaştırıldıklarında önemli bir geri kalmışlık içinde bulmuşlardır kendilerini. Tarihsel materyalizmin kurucularının da düşüncelerini geliştirirken, Fransız sosyalizminden ve İngiliz ekonomisinden faydalandıklarını

belirtmeleri tesadüfi değildir. Burada adı geçen üç ülkeyi karşılaştıracak olursak, İngiltere’de toplumsal dönüşüm kendiliğinden olarak da adlandırabileceğimiz bir biçimde, yani evrimci bir mahiyette yaşanmıştır. Fransa ise bu ülke ile girdiği rekabetin de etkisi ile İngiltere’yi yakalayabilmek için politik imkanları seferber ederek toplumsal dönüşümü sağlayacak iç dinamikleri kurgulamıştır. Almanya’da ise entelektüellerin üstün çabaları toplumsal alanda karşılık bulamamış ve politik alanda da gerekli inisiyatifi alabilecek bir iktidar odağı ortaya çıkamamıştır. Almanların siyasi birliklerini 19. yüzyılın sonunda kurabildiklerini hatırlamamız bunu açıklamaya yetecektir.

Sonuç olarak Marx’ın yetiştiği düşünsel ortam teorik ve ideolojik açıdan bir aşırı gelişme dönemi olduğunu söyleyebiliriz, ancak bu teorik gelişme, düşündüğü gerçek nesne ve sorunlarla somut ilişkisi olmayan yabancılaşmış bir ideolojik gelişmedir (Althusser, 2002: 97). Marx açısından burada çift yönlü bir sorun bulunmaktadır. İlki düşünsel gelişimin toplumsal hayat ile somut bir ilişki kuramaması sonucu toplumdan soyutlanması ve ikincisi ise bu düşünsel gelişimin özsel olarak maddeye yabancı olmasıdır. Hegel’in iddiası bu ikiliği aşan bir düşünce sistemi geliştirmiş olmasına yöneliktir. Ona göre Tin’in tarih içindeki gelişiminin bilincine varılması yabancılaşmanın aşılması için yeterli olmuş gibi gözükmektedir. Ancak Marx Hegel’i bu konuda şu şekilde eleştirmektedir: “Tin’in hareketi kendi içinde durmayan arı bir çembersel harekettir.” Tin kendisi üzerinde durmadan döner ve kendisi dışında tanıtladığı şey gerçek dünya, gerçek yaşam değil ama bu dünya ve bu yaşamın düşüncesidir (Bottigelli, 1993: 70).

133

Oysa Marx için geçerli olan sorunun tam da gerçek yaşam açısından konulmasıdır. Bunun için de Hegel’de olduğu gibi, her yerde kavramın belirlenimlerini bulgulamaya değil, ama özel nesneye özgü özel mantığı kavramaya dayanan yeni bir anlayış ve kavrayışa (Marx’tan aktaran Cornu, 1997: 220) ihtiyaç vardır. İşte Marx’ın tarih anlayışının ortaya çıkışında böyle bir beklentiye karşılık verebilecek bir kurama duyulan ihtiyaç yatmaktadır.58

III. B) MARX'IN TARİH ANLAYIŞININ YÖNTEMSEL ÖNCÜLLERİ VE