• Sonuç bulunamadı

2.3. Avrupa Birliği’nin Oluşumu ve Yerel Yönetimlere Etkileri

2.3.2. Birleşik Avrupa Düşünün Gerçekleşmesi: AB

20. y.y.’a gelindiğinde ise, bu yüzyılın ilk yarısında iki büyük dünya savaşının yaratmış olduğu yıkım, tarih boyunca belki de her zaman olduğundan daha çok Avrupa’da daimi barış ve birleşmiş Avrupa düşüncelerini alevlendirmiştir. Bu nedenle, II. Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra, Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman’ın, Fransa’nın Yeniden Yapılanma Programı Yöneticisi Jean Monnet’nin katkılarıyla, 9 Mayıs 1950’de yayınladığı “Schuman Deklarasyonu” Birleşik Avrupa için atılan en somut düşünsel temeldir. Çünkü bu siyasi atılım, Fransa’nın ekonomik planlamasından sorumlu olan ve Amerika ile yakın ilişkiler içersinde bulunan Monnet’nin, öncelikle Fransa’nın Alman kaynaklarından yararlanmasını bir zorlamadan öte, bir ortalık temelinde sağlamayı amaçlayan yaklaşımıdır. Schuman ise kendi adı ile anılacak olan bu deklarasyonu üstlenerek, Fransız halkının Alman halkına karşı en güvensiz olduğu süreçte büyük bir siyasi risk almıştır. 4 Nisan 1949’da imzalanarak yürürlüğe giren Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) ile Amerika ve İngiltere’nin ağırlığını koyduğu Batı Avrupa güvenlik sisteminde, Fransa’nın insiyatifi almak istemesi de bu siyasi atılıma bir neden olarak gösterilmektedir. AKÇT (Avrupa Kömür-Çelik Topluluğu)’nin kurulmasına yönelik olarak açıklanan bu deklarasyon, Almanya ve Fransa arasında ekonomik bütünleşme ile sağlanacak olan düzenin, Avrupa’da kalıcı bir barışı da tesis edeceği yönünde mesaj vermiştir. Deklarasyonun ilanından yaklaşık bir yıl sonra da, 18 Nisan 1951 tarihinde Fransa, Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg arasında imzalanan "Paris Antlaşması" ile AKÇT kurulmuştur. 1952’de yürürlüğe giren bu antlaşma ile, Komisyon, Bakanlar Konseyi, Avrupa Toplulukları Adalet Divanı ve Avrupa Parlamentosu oluşturulmuştur. Böylelikle, antlaşmayı imzalayan bu altı ülke kömür ve çelik üretimi konusundaki ulusal yetkilerini yeni oluşturulan bu “üst otorite”ye devretmişlerdir (Akdemir, 2014, s. 47-48; Dinan, 2006, s. 23; İnat, 2005, s. 8-9).

Avrupa’yı kömür ve çelik alanında birleştiren bu antlaşma, 29-30 Mayıs 1956 tarihinde AKÇT Dışişleri Bakanlarının Venedik’te “Roma Antlaşması”nı imzalamasıyla AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) ve AAET (Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu) de oluşturulmuştur. 1

Ocak 1958’de yürürlüğe giren bu antlaşma ile amaçlanan, kömür ve çelik alanında politikaların ortaklaştırılması ile başlayan bu süreci ekonomi ve hizmet sektörlerinin tüm alanlarına yaymaktır. Bu anlaşma, ortak bir dış politika ya da bir siyasi birlik hedefinde olmayıp, sadece Avrupa halkları arasında daha yoğun ilişkilerin kurulması gerekliliğinden bahsetmiştir. 5 Nisan 1965’te imzalanan ve 1 Temmuz 1967’de yürürlüğe giren “Füzyon Antlaşması” ile de AAET, AET ve AKÇT’nin organları ortak bir çatı altında birleştirilerek, AKÇT’nin yüksek otoritesi olan Komisyon, “Avrupa Toplulukları Komisyonu” adı altında her üç topluluğun da yürütme organı haline getirilmiştir (Akdemir, 2014, s. 51). İşleyişe dönük olarak organların birleştirilmesinden sonra ortak bir “Avrupa İç Pazarı” oluşturmak maksadıyla sırasıyla 17 ve 28 Şubat 1986 yılında Lüksemburg ve Lahey’de “Avrupa Tek Senedi” AT’nin 12 üye devleti tarafından imzalanmıştır (Akdemir, 2014, s. 52; İnat, 2005, s. 12-13).

1990’lı yılların ilk yarısı, Avrupa’da sosyalist blokta bulunan ülkelerin rejim değişikliğine gitmesi ile siyasal ve ekonomik açıdan oldukça hareketli ve enteresan gelişmelerin yaşandığı yıllar olmuştur. Tüm Avrupa’da hatta dünyada bu olayın etkileri ve yankıları sürerken, adım adım ortaklık alanlarını arttıran AT de, 1989 yılı ile birlikte ekonomik alanda kendisi için radikal sayılabilecek önemli gelişmelere imza atmıştır. Bu yıl içerisinde, AT’de ekonomik ve parasal birliği üç aşamalı bir şekilde gerçekleştirmeyi hedefleyen “Delors Planı” ortaya çıkmıştır. Tek pazarın ardından gelen bu yeni ekonomik yaklaşım, AT’de ileride gerçekleşebilecek olası bir siyasal bütünleşmenin de temellerini atmayı hedefliyordu. Bu gelişmenin devamında, 1991 yılında Hollanda’nın Maastricht kentinde toplanan 12 üyeli AT’nin devlet ve hükümet başkanları, yapılan müzakereler sonucunda 7 Şubat 1992 tarihinde “Maastricht Antlaşması”nı imzalamışlardır. Antlaşma, 1 Kasım 1993 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Maastricht Antlaşması, “AB Antlaşması” olarak da anılmaktadır. Çünkü, antlaşmanın düzenlemekte olduğu konuların başında “Ekonomik ve Parasal Birlik” (EPB), “Ortak Dış ve Güvenlik Politikası” (ODGP), “Adalet ve İçişleri” olmak üzere, AT üyesi ülkelerin bu konudaki egemenlik haklarını kısıtlayan üç ana başlık bulunmaktadır. AT’nin Maastricht Antlaşması’nı kabul etmesini sağlayan etmenler olarak; Topluğun 1980’li yıllarda uygulamaya koyduğu Tek Pazar’ın uygulamada daha etkin kılınması için mali ve sosyal koordinasyonun gerçekleştirilmesi gerekliliği, Topluluğun siyasal ve kurumsal açıdan daha etkin kılınması arzusu ve üye devlet vatandaşlarından, bütünleşmeye gidilmesi yönünde gelen talepler sıralanabilir (Akdemir, 2014, s. 52-53; Şahin, 2011, s. 98-99).

1997 tarihli Amsterdam ve 2000 tarihli Nice antlaşmaları ile de hem ortak politika alanlarında hem de AB’nin kurumsal yapısına ve işleyişine dönük olarak tasarlanan

yeniliklerin hayata geçirilmesi anlamında, AB içinde yeni derinleşme alanları yaratılmıştır. Git gide büyüyen ve üyeleri anlamında görevleri ve sorumlulukları da artan AB’nin, daha net ve belirgin bir yapılanma gereksinimi duymaya başlamıştır. Bu nedenle, 2001 yılında AB hükümet ve devlet başkanlarının katılımıyla Laeken’de gerçekleştirilen bir toplantıda Avrupa yurttaşları için bir anayasanın hazırlanmasını öngören deklarasyon kabul edilmiştir. Bu deklarasyon uyarınca kurulan konvansiyon da, çalışmalarına “Valery Giscard D’Estaing” başkanlığında Şubat 2002’de başlamış ve 2003 Haziran sonunda noktalamıştır. 29 Ekim 2004 tarihinde Roma’da imzalanan Avrupa Anayasası’nın üye ülkelerdeki onay süreci başlatılmıştır. 29 Mayıs 2005’te Fransa’da ve 1 Haziran 2005’te Hollanda’da yapılan referandumlarda “hayır” oyu çıkmasıyla, AB Anayasası hayata geçirilememiştir (Akdemir, 2014, s. 54-55).

AB Anayasası’nın iki kurucu üye tarafından reddedilmesi, ortak birçok politika alanında uzlaşan AB üyelerinin siyasi bir birliğe doğru yol alırken yaşadıkları ciddi yol kazalarından birisi olmuştur. Çünkü, birliğin kendi içinde bütünleşmeden derinleşme aşamasına geçildiği yıllarda, üye ülke halklarından gelen bu ters tepki, AB’nin de çeşitli konularda kendisini sorgulamasına ve politikalarını gözden geçirmesine yol açmıştır. Yaşanan bu istenmeyen gelişmeye rağmen üye ülkeler bu konudaki cesaretlerini kaybetmemiş ve 2007 yılında, revize edilmiş ortak yol haritalarını hayata geçirebilmek adına Brüksel’de yapılan AB liderler zirvesinde bir araya gelmişlerdir. Yaklaşık altı aylık bir çalışmanın ardından da, 13 Aralık 2007’de üzerinde uzlaşmaya varılan reform antlaşması, Lizbon’da kabul edilmişt ve 17 Aralık 2007 tarihli AB Resmi Gazetesi’nde yayımlanmıştır. İçeriği itibariyle, 1993 yılında kabul edilen ünlü “Kopenhag Kriterleri”ni genişlemenin bir ön şartı olarak kabul etmesi ile bunun yargısal denetime tabi olmasını öngören ve “ikili çoğunluk sistemi” gibi yeni bir oylama sistemini içeren bir antlaşma olan Lizbon Antlaşması, bu anlamda AB’nin gelecekteki işleyiş mekanizması için bir reform niteliğindedir. Yine üye ülkelerin onay sürecinden geçen Lizbon Antlaşması, nihayetinde 1 Aralık 2009 tarihinde yürürlüğe girmiştir (Akdemir, 2014, s. 56-60; Karluk, 2011, s. 257).

Lizbon Antlaşması’nın getirmiş olduğu yeni hükümler bakımından reform niteliğinde kabul edildiği belirtilmişti. Fakat, bu olgu analiz edilirken en çok dikkat edilmesi gereken nokta şudur ki, Lizbon Antlaşması, kabul süreci 2005 yılında iki kurucu üye tarafından reddedilen AB Anayasası’nın bir bakıma revize edilmiş halidir. 2005 yılı ile 2007 yılı arasındaki süreç, AB üyesi devletlerin halkları ile AB’nin işleyiş mekanizmaları arasındaki iletişim kopukluklarının ve bilgi eksikliklerinin, nasıl daha fazla demokrasi ile giderilebileceğini gösteren iyi bir örnektir. Gerçi Lizbon Antlaşması ile ilgili olarak da, üye

ülkelerdeki onay süreci esnasında birtakım sorunlar baş göstermiştir. İrlanda’da yapılan ilk referandumda antlaşma aleyhine bir karar çıksa da, ikinci referanduma kadar geçen süre içerisinde İrlanda lehine yapılan bazı36

düzenlemelerle sorunlar aşılmıştır. En sonunda, İrlanda’da yapılan ikinci referandumda Lizbon Antlaşması’nın lehine çıkan kararla, antlaşma resmi olarak yürürlüğe girebilmiştir.

Lizbon Antlaşması, AB içinde katılımcı demokrasinin ve buna bağlı kriterlerin hayata geçirilmesini sağlayan bir antlaşmadır. AB bu antlaşma ile, üç temel konuyu garanti altına almıştır. İlki, AB kurumlarının tüm AB vatandaşlarına her koşulda eşit davranmasını öngören “demokratik eşitlik” ilkesidir. İkinci olarak, yeni düzenlemelerle Avrupa Parlamentosuna, ulusal parlamentolara ve hatta AB vatandaşlarına, karar yapım süreçlerine daha etkin katılabilme şansı tanıyan “temsili demokrasi” ilkesidir. Bu konudaki üçüncü ilke ise AB kurumları ile AB vatandaşları arasında yeni iletişim ve etkileşim kanallarının geliştirilmesini öngören “katılımcı demokrasi” ilkesidir (Akdemir, 2014, s. 61).

Lizbon Antlaşması, getirmiş olduğu tüm bu düzenlemelerle bir bakıma “Avrupa kimliği”nin ya da “Avrupalılaşma”nın daha da geliştirilmesi bakımından en somut düzenlemeleri içeren antlaşmadır. Özellikle, vatandaş ve ulusal hükümet katılımının, AB karar ve siyasa yapım süreçlerine etki edebilir hale getirilmesi, halklardan kopuk ve bağımsız bir politika yapım sürecinin önüne geçilmesi açısından etkin bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım, AB bünyesinde yer alan vatandaşlarda ve parlamentolarda, AB’nin, kendileri tarafından sahiplenilmesi gereken bir oluşum olduğu hissini uyandırabilir ve bu da “Avrupalılık” bilincinin gelişimine ve farkındalığının arttırılmasına süreç içerisinde önemli olumlu katkılarda bulunabilir. Bu açıdan bakıldığında, Lizbon Antlaşması getirmiş olduğu bürokratik yapıya ilişkin düzenlemelerin yanı sıra, AB vatandaşlarının birbirleri ile ve bağlı oldukları kurumlar ile daha fazla sosyalleşmesine gayret eden bir antlaşmadır. Bir başka deyişle, Lizbon Antlaşması, politika yapım ve uygulama süreçleri açısından değerlendirildiğinde yukarıdan aşağıya doğru bir politika aracıdır. Fakat bu araç, üye ve aday ülkelere uygulanan AB koşulsallığında olduğu gibi birtakım yaptırımları değil, tam tersine aşağıdan yukarıya veya uluslar arasındaki yatay hareketliliği arttırmayı amaçladığı için birtakım özendiricileri içeren bir uygulama olarak değerlendirilebilir.

36 AB, İrlanda’da, Lizbon Antlaşması’nın kabul edilmesine yönelik olarak, İrlanda’nın vergilendirme, askeri

tarafsızlık, etik konular ve işçi hakları kounlarında herhangi bir baskıya maruz kalmayacağını belirtmiştir (Blahusiak, 2009, s. 8).