• Sonuç bulunamadı

Bireyin Aidiyeti ve Öznel Anlamın OluĢumu

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

4.1. Bireyin Aidiyeti ve Öznel Anlamın OluĢumu

Gündelik hayat, insanlar tarafından yorumlanan ve tutarlı bir dünya olması için fertlere sübjektif olarak anlamlı gelen bir gerçeklik biçiminde kendini göstermektedir. Ancak gündelik hayat toplum üyeleri tarafından sadece gerçeklik olarak kabul edilmekle kalmamaktadır. Çünkü bireyler gündelik hayatta düĢünce ve eylemlerini ortaya atmakta ve bunları gerçeklik olarak muhafaza etmektedir (Berger ve Luckmann, 2008:32).

Gündelik hayatın kurulmasındaki gerçeklikler, düĢünceler ve eylemler; toplumsal bilinçler aracılığıyla yorumlanarak bireylere sübjektif gerçeklikler olarak kendisine sunmakta ve burada bilincin yönelimselliği94 kavramını ön plana çıkarmaktadır (Berger ve Luckmann, 2008:33-34, 191; italikler tarafımdan

eklenmiştir). Bilincin yönelimselliği kavramı, Schutz‟da fenomen95

olarak karĢılığını bulmaktadır.

Dolayısıyla, buradan bilincin bir bakıma hayatın baĢlangıç noktası olduğuna ve bilincin algılamadığı „Ģey‟in birey açısından herhangi bir anlam taĢımadığı tezine varılmaktadır. Bu demektir ki, olaylara ve olgulara anlam veren, bilinç edimleriyle onları değerlendiren, yorumlayan, onlara üstünlük atfeden sadece insanlardır. Öte yandan bilincin algıladığı yalnızca somut olanla sınırlı değildir; Husserl‟e göre duygular, düĢünceler, inançlar da buraya dâhildir (Husserl, 2010). Böylelikle bilincin algısına muhtaç olan dinin de gündelik hayat fenomenlerinden birini oluĢturduğu rahatlıkla söylenebilmektedir.

94

Bilincin yönelimselliğine göre bilinç her zaman bir “Ģey”in bilincidir. Güvenme, inanma, sevme gibi duygular da her zaman bilincin yönelimi ile olur.

95

Fenomen, gözle görülen, somut olandan ziyade bilince görünen demektir. Bilinmesi gereken Ģudur ki bilinç, somut eĢyayı, nesneyi ve “öteki”ye ait duygu ve düĢünceleri kendinden pay biçerek anlamaktadır. Bir baĢka deyiĢle bilincin bir „Ģey‟in bilinci olabilmesi için, öncelikle onun söz konusu “Ģeyi” görüsel olarak görünebilir hale getirebilme gücünün kendi bilincinde varlık bulması gerekir. Böylelikle fenomenlerin bir özneyle, bilinçle iliĢki kurarak anlamlandırılması ve o Ģeye yönelmesi fenomenolojiyi ortaya çıkarmaktadır (Husserl, 2010).

Çünkü bireyin bilincine görünen “Ģey” olarak din veya inanç, Sofuoğlu‟nun (2009:172) da ifade ettiği üzere her kiĢinin farklı biyografik geçmiĢine, doğduğu büyüdüğü toplumdan ve daha dar alanda ailesinden alıp kabul ettiği sorgulu yahut sorgusuz bilgilere, hayata dönük ilgilerine, yaĢamında kendine belirlediği hedeflerine ve kendi karakteristik özelliklerine göre Ģekillenmektedir. Dolayısıyla birey içerisinde yaĢadığı toplumun bir üyesi haline gelmek için; ya da sosyalleĢmek için o toplumun ilgilerini, hedeflerini, değerlerini benimsemeye zorlanabilmektedir.

Bunun sebebi sosyalizasyonun/sosyalleĢmenin toplumsal olarak önceden tanımlanmıĢ ve büyük oranda profili çizilmiĢ kimlikler üretmesidir. Asli sosyalizasyon olarak da dile getirilen bu kavram, bireyin daha çocukken ebeveynlerinin dünyasını, spesifik bir kurumsal kontekste ait bir dünya olarak değil, bu dünya olarak içselleĢtirmesi ve ebeveynlerini gerçekliğin aracıları olarak benimsemesi anlamına gelmektedir (Berger ve Luckmann, 2008). Bu yüzden bir ferdin içerisinde yer aldığı bir toplumda ya da katıldığı bir grupta/kurumda ne yapması ya da nasıl davranması gerektiği konusunu düĢünme zorunluluğu bulunmamaktadır. Zira birey davranıĢlarının koĢullarını bilmekte ve gündelik toplumsal pratiklerin dokusuna yayılmıĢ rutinleri benimsemektedir. Böylelikle kiĢi kendi kültürüne yabancı değildir ve Coulon‟a (2010:41) göre kiĢi içinde yaĢadığı grubun/toplumun bir üyesi olma toplumsal ehliyetliliğini “doğal olarak” sergilemektedir. Dolayısıyla koĢulsuz olarak kabul edilen bu gerçekliklerin var olduğu yerde “Ben kimim?” sorusunun bilince çıkması mümkün değildir (Berger ve Luckmann, 2008:238).

Burada Husserl, Berger ve Luckmann, “yaĢama dünyası”nın insana önceden verili olduğu ve bu yüzden de sorgusuz sualsiz kabul edildiği fikrini benimsemektedir. En genel anlamıyla yaĢama-dünyası, her türlü bireyden önce gerçek ve olanaklı edimin oluĢturduğu bir alandır. Yani, günlük hayattaki eylemlerin, kültür ürünlerinin, kullanılan eĢyaların, sanat eserlerinin vb. hepsinin toplamından oluĢan dünyadır. Bunu var eden en önemli unsur, geçmiĢ nesillerin yaĢamıĢ olduğu tecrübedir; onlar tarafından inĢa edilmiĢ bir dünyadır (Husserl, 1970:24; akt. Sofuoğlu, 2009:30).

Ancak her ne kadar bireye benimsetilen değer yargıları değiĢime karĢı tavır alıyor ve değiĢimi reddediyor olsa da Berger ve Luckmann‟a (2008:213) göre, fert yaĢamını idame ettirdiği sürece sosyalizasyon süreci asla tamamlanmamaktadır ve

içselleĢtirilen her içerik kendi öznel gerçekliğine dönük tehditlerle sürekli yüz yüze gelmektedir. Çünkü dünya bir kez oluĢmuĢ ve sabit bir mevcudiyet değildir, aksine pratik icralarımız içinde sürekli inĢa edilmektedir (Coulon, 2010:39). Hatta asli sosyalizasyondan sonra meydana gelen bu tehditlerden bazıları, ebeveynlerin dünyasının mevcut tek dünya olmadığını ve bu dünyanın, olumsuz bir yan anlam dahi taĢıyabilecek bir Ģey olduğunu bireylere gösterebilmektedir (Berger ve Luckmann, 2008:206). Fertler tarafından değiĢimin olanaklılığının farkına varılması, onların gündelik hayat içerisindeki toplumsal kabullerinin, var edilen değerlerinin ve içselleĢtirilen yargılarının dönüĢümünü de beraberinde getirecektir.

Berger ve Luckmann‟a (2008:224) göre buradaki dönüĢümün asıl sebebi, spesifik sosyal temele ve sosyal süreçlere bağlı olan öznel gerçekliğin yüz-yüze teyitlerden mahrum kalmasıdır; yani ortak ilgiyi paylaĢan kiĢilerle söyleĢememektir. Bu durumda, sürekli aynı söyleme maruz kalmayan bir “Ģey”in gerçeklik vurgusunu koruma ihtimali oldukça zayıftır. Berger ve Luckmann bu konuyu Katolik inancı üzerinden bir örnekle açıklamaktadır. Onlara göre yıllar boyu farklı inançtan insanlarla birlikte yaĢayan ve cemaatiyle bağlantısı kopan birey, kendini bir Katolik olarak tanımlamaya devam edebilir; dua, dinsel pratikler ve benzer teknikler vasıtasıyla, kendi eski Katolik gerçekliğini kendisi için anlamlı bir biçimde sürdürebilir. Bu teknikler sayesinde kiĢi kendisini Katolik olarak tanımlayarak ayakta tutabilir. Ancak bu dinsel ritüeller, diğer Katoliklerle kurulacak sosyal temas vasıtasıyla diriltilmedikleri müddetçe, öznel bakımdan yaĢayan gerçeklikten yoksun hale gelecek ve var olan gerçeklik yerini baĢka bir gerçekliğe bırakacaktır. Dolayısıyla bu durum daha önce sorulmayan “Ben kimim?” sorusunun bilince çıkmasına olanak sağlayacaktır (Berger ve Luckmann, 2008:238).

Bilince sorulan bu soru kültüre bağlı olarak yorumlanan toplumsal algının, insanoğlunun artan tecrübesi ve toplumsal deneyimi96

ile birlikte sürekli bir değiĢim

ve dönüĢüm geçiriyor olmasının sebebidir. DeğiĢime uygun söylem geliĢtirme ihtiyacı insanların gündelik yaĢantılarını, içinde bulundukları zaman ve mekân doğrultusunda yeniden kurması anlamına gelmektedir. Bu durum bireylerin kimliğinin Ģekillenmesinde öznel gerçekliğin kilit unsurlarından biri olarak karĢımıza

96

Toplumsal deneyim, Doğan Özlem‟in Max Weber‟de Bilim ve Sosyoloji kitabından ödünç alınmıĢtır.

çıkmaktadır. Sosyal süreçlerden oluĢan bu kimlikler, bir kez somutlaĢtığında, sosyal iliĢkiler tarafından idame ettirilmekte, değiĢtirilmekte ve hatta yeniden biçimlendirilmektedir (Berger ve Luckmann, 2008:250).

DeğiĢim veya yeniden biçimlendirme durumu, bireyin aynı ortama, dile ve söyleme maruz kalma sıklığıyla doğrudan ilintilidir. Zira söyleĢme sıklığı aracılığıyla birey öznel gerçekliğini ve kimliğini dönüĢtürebilecek yetkinliğe sahip bir özellik gösterebilmektedir (Berger ve Luckmann, 2008:223). Bu durum Örgüt üyesi bir öğrencinin aktardığı cümlelerle somutlaĢmaktadır. Niğde iline Aydın‟dan üniversite eğitimini almak için gelen Reyhan, bu zamana kadar Örgüt‟e ait evleri bilmediğini, Fethullah Gülen‟i konuĢmalarında ve ağlayarak verdiği vaazlarında samimi bulmadığını ve bu Örgüt‟ü sevmediğini söylemektedir. Ancak bu Örgüt evlerinde kaldığı süre boyunca çeĢitli görevler aldığını ve Örgüt‟e mensup olmadan önceki zamanlarını “boĢa geçen zamanlar” olarak değerlendirdiğini belirtmektedir ve Ģunları eklemektedir:

- “Fethullah Gülen Cemaatine katılmadan önce onlar hakkında hiç iyi Ģeyler söylemezdim, Fethullah Gülen‟i hiç sevmezdim, onun, dini kendi emellerine alet ederek insanları kandırdığını düĢünürdüm. Hatta Hocaefendi‟nin verdiği vaazlarda ağlamasını çok yapmacık bulurdum. Ama buraya gelip görev alınca, sohbetlerde, istiĢarelerde anlatılanları duyunca Hocaefendi hakkında bu zamana kadar hep yanıldığımı gördüm. Bu yüzden de Fethullah Gülen Hoca gibi mübarek bir zatın, büyük bir âlimin günahını aldım. Onun vatan hasreti çektiğini, zorluklar içerisinde bir insanın kurtuluĢuna vesile olmak için çalıĢıp didindiğini görememiĢim. Günahım da piĢmanlığım da çok büyük, geçmiĢteki düĢüncelerim aklıma geldikçe utanıyorum. Allah‟ın affına sığınmaktan baĢka da bir Ģey gelmiyor elimden. Ne diyeyim ki, Allah beni affetsin.” (Reyhan, BTM, 22).

Benzer düĢünceler Behiye ile konuĢulduğunda da tespit edilmektedir. Behiye Niğde iline üniversite eğitimini almak için geldiğinde Örgüt‟ü daha fazla deneyimlemekte ve yapılanma içerisinde görevler alarak bu Örgütün görevli bir üyesi haline gelmektedir. Behiye Örgüt‟e mensup olmadığı, Örgüt‟te görev almadığı yıllarını “o yıllar benim cahiliye devrimdi” diyerek betimlemektedir. Hem Behiye‟nin hem de Reyhan‟ın ailesi kızlarının bu yapı içerisinde görev almalarını asla tasvip etmemekte ve görevlerini bırakmalarını ve hatta bu Örgüt evlerinden çıkmalarını istemektedir. Ancak her iki Örgüt görevlisi de ailelerinin bu tepkilerine karĢı olumlu bir yanıt vermemektedir. Behiye ve Reyhan ailelerinin gerçekleri

göremediğini ve Örgüt‟ün güzelliklerini bilmedikleri için önyargılı davrandıklarını söylemektedir.

Burada Schutz, ben olan aktörün başkayı ve başka olanın da beni tecrübe etmesinin birbirinin yerine nasıl geçtiğini (Schutz, 1964:199; akt. Sofuoğlu, 2009:40) ve ben‟im, kendi tecrübelerimi bir kenara bırakarak bir baĢkasının tecrübesini kendi tecrübemmiĢ gibi nasıl kabul ettiğimi sorar. Bu soruya Luckmann (2008:223) ise bireyin öznel gerçekliği idame ettirebilmesinin yolunun, söyleĢme aygıtının “sürekli” ve “tutarlı” olmasından geçtiğini söyleyerek cevaplandırmıĢ olur. Bu söyleĢme aygıtındaki süreklilikte ya da tutarlılıkta meydana gelebilecek aksamalar öznel gerçekliğe dönük tehdit oluĢturmaktadır. Bu demektir ki, aktöre yanlıĢ gelen bir Ģey hakkında sürekli konuĢulduğunda aktör, bunu öznel gerçeklik olarak kabul edebilir ve önceki gerçekliği ile değiĢtirebilir.

Behiye ve Reyhan‟ın Örgüt‟e katılmadan önce o yapıya karĢı olumsuz bir tavır almalarına rağmen Örgüt‟te kaldıkları süreç içerisinde düĢüncelerinin Örgüt lehine değiĢmesi, söyleĢme sıklığının öznel gerçekliğe dair bir tehdit oluĢturduğunu göstermektedir. Zaten aynı gruba ya da yapılanmalara mensup bireylerin özne olarak aynılaĢması ve tek-tip haline gelerek nesne durumuna geçmesi, sürekli aynı söyleme maruz kalan grup üyelerinde sıklıkla görülebilen bir durumdur. Demek ki yaĢama-dünyası bizden önce yorumlanmıĢ ve inĢa edilmiĢ olmasına rağmen dünyaya gelen her fert, kendisi için belirlenen bu ön verili bilgileri alıp yorumlamakta, onları yeniden inĢa etmekte, değiĢtirerek yönlendirmekte ve bazen de onlara katkıda bulunmaktadır. Buradaki değiĢimin en önemli sosyal Ģartı etkili bir makuliyet yapısının mevcudiyetidir (Berger ve Luckmann, 2008:227). Makuliyet yapısı, bütün diğer dünyaların ve özellikle de bireyin yer değiĢtirmeden önce „ikamet ettiği‟ dünyanın yerine geçerek, bireyin dünyası haline gelmelidir yani onunla özdeĢleĢmelidir. Reyhan ve Behiye‟nin örneklerinden de anlaĢıldığı gibi makuliyet üzerinden özdeĢleĢme olmaksızın öznel gerçeklikte hiçbir radikal dönüĢüm mümkün değildir. Bu durum, bireyin diğer dünyaların sakinlerinden ve özellikle de geride bıraktığı dünyada birlikte yaĢamıĢ olduğu insanlardan ayrılmasını icap ettirir. Yer değiĢtirmiĢ birey, önceki dünyasından ve bu dünyayı ayakta tutan makuliyet yapısından, mümkünse fiziksel değilse de zihinsel olarak kendini koparmaktadır (Berger ve Luckmann, 2008:227, 229). Yukarıda aktarılan örnekte Behiye ve Reyhan “ailemiz

gerçeklerin farkında değil, onlar cemaatin güzelliğini bilselerdi asla böyle konuĢmazlardı” demeleri, onların aslında zihnen önceki düĢüncelerinden kendilerini tamamen kopardıklarını ifade etmektedir.

Yer değiĢtirmeye yönelik bir diğer önemli kavramsal gereklilik, dönüĢüm sürecinin tümünü veya bir kısmını kapsayan, meĢrulaĢtırıcı bir aygıtın mevcudiyetidir. Ancak meĢrulaĢtırılması gereken Ģey, sadece yeni gerçeklik değildir. Bunun yanı sıra Berger ve Luckmann‟a (2008:230, 246) göre, bütün alternatif gerçekliklerin inkâr edilmesi de gerekmektedir. Örgüt Evleri‟nde Fethullah Gülen‟e ait kasetlerin dıĢında hiçbir kasetin dinletilmemesi, onun kitaplarının dıĢında baĢka kitapların okutulmaması, kısacası Örgüt‟ün aleyhinde hiçbir düĢünceye ve eyleme izin verilmek istenmemesi diğer tüm alternatiflerin inkâr edilmesi için uygulanan bir taktiktir.

Schutz‟a göre burada mevcudiyetin ardılı olan “eylem” kavramı devreye girer ve Schutz, eylemi bir ferdin bir davranıĢta bulunurken o davranıĢa öznel bir anlam yüklemesi olarak açıklar (Schutz, 1964:56; akt. Sofuoğlu, 2009:42). Ancak bir insanı eylem yapmaya iten çok sayıda neden olabilir ve kiĢi eylemi hangi nedenden kaynaklı icra ettiğinin farkına varamayabilir (Husserl, 2010). Bundan dolayı insan eylemlerini etkileyen, bu eylemleri yönlendiren, bunlara neden ve motif olan değerlerin, inançların, kuralların, normların, ilkelerin, ekonomik düzenin, siyasal rejimin vb. Ģeylerin, yani kültürel niteliklerin bilinmesi gerekmektedir. Zira bir insanın eylemini etkileyen sınırsız sayıda olan nedenler ve motifler, o kiĢinin mensubu olduğu kültürel nitelikleri aracılığıyla anlaĢılmaktadır (Özlem, 2001:98). Bu konu çalıĢma kapsamında elde edilen iki farklı bulgudan yola çıkarak örneklendirilebilir:

Ġlk örnek, bireylerin gündelik hayattaki problemlerle baĢa çıkabilmek için gerektiğinde kendi eylemlerine yön veren değer yargılarını ve zorunlu nesnellerini değiĢtirebileceğini göstermektedir. Dogmatik özellik gösteren din konusunda dahi birey kültürel bir olgu olarak zamanla açıklamalarını ve yorumlarını yeniden inĢa etmekte ve dini de değiĢimin kaçınılmaz bir nesnesi haline dönüĢtürebilmektedir. Niğde ilinde Örgüt görevlisinin bir sohbetinde aktardığı cümleler, din de dâhil olmak üzere içerisinde barınılan gündelik hayatın fertler tarafından nasıl yeniden yorumlandığına ve bu yorumun kendisini sübjektif anlamlı bir gerçeklik olarak insanlara nasıl sunduğuna (Berger ve Luckmann, 2008:32, 191) bir örnektir:

- “Ġnsanlara günün Ģartlarına göre dini yorumlayarak anlatmalıyız. Mesela uzun pardösü giyen bir kızımız pardösü boyunu kısalttığında ona neden kısa giyiyorsun. Bir daha kısa giyme, diyebiliyorum. Ama sürekli mini etekle gördüğüm bir kızı bir gün pantolon ile gördüğümde, pantolon sana ne kadar çok yakıĢıyor. Hep böyle giyin, çok güzel olmuĢsun diyorum. Her insanı içinde bulunduğu duruma göre değerlendirmek gerekir. Sürekli mini etek giyen birine pantolon giydiğinde bunun da yanlıĢ bir giyim tarzı olduğunu söyleyemem. Ailesinden, çevresinden görmeyen bir insana bunun yanlıĢ olduğunu bir anda anlatamazsın. Ġnsanlara bir anda hiçbir Ģeyi öğretemezsin.” (Selma, Astsubay, 30).

Aktarılacak olan bir diğer örnek ise, gündelik hayat gerçekliğinin “ben” var olmadan önce benim dıĢımda kurulmuĢ olmasına, bireylerin de bu kurulu düzene zorunlu olarak anlam atfetmesine rağmen rutinleĢen hayatın sekteye uğraması ile var olan değerlerin ve hatta inançların son bulabildiğini göstermektedir (Berger ve Luckmann, 2008:35, 39). Din ve Ġslam misyonuyla kendilerini tanımlayan Örgüt‟e mensup görevliler, Ġslam dininde yalan söylemeye onay verilmediği halde bu eylemin hizmet adına yapılmasının günah olmadığını iddia etmektedir. Hatta “hizmet için söylenen yalan, yalan değildir, sevabı ve mükâfatı bile vardır, çünkü sizin niyetiniz halistir, insanların imanını kurtarmak için gittiğimiz her yol mubahtır” sözleri, bireyleri ikna etmek için kullanılan söylemlerden sadece bir tanesidir. Niğde Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi bölüm öğrenci temsilcisi seçiminde aday olan Örgüt abisinin seçimi kazanması için Örgüt‟ün diğer görevlileri tarafından giriĢilen türlü oyunlar ve rakip olan kiĢinin oy kaybetmesi için geliĢtirilen taktikler burada örnek olarak ele alınabilir.

Üniversitedeki her bölüm, öğrenci temsilcisi seçimi için en az iki aday çıkarmıĢtır. Bu adaylardan biri istisnasız Örgüt mensubu bir abi iken diğeri de genellikle ülkücü olan bir kiĢidir. Örgüt görevlileri, kendi adaylarının bölüm öğrenci temsilciliğini kazanması için ellerinden gelen bütün çabaları sarf etmektedir. Öğrenci temsilcisi seçiminin yapılmasına bir gün kala Örgüt evlerinde ve yurtlarında kalan bütün kız ve erkek öğrencilere görevliler tarafından mesaj gönderilmektedir. Mesajda her bölümün Örgüt adayının adı ve kiĢinin hangi bölümden aday olduğuna dair bilgi verilmekte ve Örgüt adayı olan abinin desteklenmesi istenmektedir.

Ayrıca seçimin yapılacağı gün Örgüt‟ün üst görevli ablaları çalıĢma salonuna dizüstü bilgisayarlarıyla gelerek sabahtan akĢama kadar orada beklemektedir. Bu ablalar çalıĢma salonunda oy kullanmayan öğrencilerle konuĢmakta ve oylarını Örgüt

abisi lehine kullanmaları için onları ikna etmeye çalıĢmaktadır. Buna ilaveten Örgüt evinde kalan kız öğrencileri telefonla arayarak onlara oylarını kullanıp kullanmadıklarını sormaktadır. Telefonla aranan öğrenci oyunu kullanmadığını ifade ederse görevli abla, Fen-Edebiyat Fakültesinde çalıĢma salonunda olduğunu, yanında dizüstü bilgisayarını getirdiğini söylemekte ve öğrenciyi oyunu kendi gözetiminde kullanması için yanına çağırmaktadır. Örgüt‟ün üst görevli abileri ise bilgisayar laboratuvarlarının önünde beklemekte, laboratuvardaki her bir bilgisayarın baĢında da Örgüt üyesi bir üniversite öğrencisi oturmaktadır. Herhangi bir öğrenci laboratuvara oy kullanmak için girdiğinde bilgisayar baĢındaki Örgüt üyeleri “burada oyunuzu kullanabilirsiniz. Kimin lehine oy kullanacağınızın bir önemi yok. Çünkü biz sizlere yardım etmek için burada oturuyoruz” diyerek gelen öğrenciye yardım teklifinde bulunmaktadır. Genellikle laboratuvardaki bilgisayarların hepsinde bir görevlinin oturuyor olması oy kullanmak için laboratuvara giren öğrencileri istemeseler de bir baĢkasının gözetiminde oy kullanmak zorunda bırakmaktadır. Bu insanlara güvenmek zorunda kalan özellikle birinci sınıf öğrencileri, Örgüt abilerinin yanında oylarını kullanmaktan baĢka çare görememektedir.

Laboratuvarda oy kullanmak için Örgüt abilerinden birinin yanına gitmek zorunda kalan öğrencilerin maruz kaldığı durum ise Ģu Ģekildedir: Öğrenci, öğrenci numarasını ve Ģifresini bilgisayar baĢında oturan yardımsever abiye söylüyor. Çünkü bilgisayar baĢındaki abi, öğrencinin kendi baĢına sisteme giriĢ yapmasına müsaade etmiyor ve öğrenciden hızlıca numarasını ve Ģifresini söylemesini istiyor. Sayfaya giriĢ yapıldığında, eğer öğrenci oyunu Örgüt abisinin aleyhinde kullanılmasını söylerse, bilgisayar baĢındaki Örgüt görevlisi öğrencinin rızası olmadan onun oyunu, kendi elemanları lehine kullanıyor. Öğrencinin, sisteme tekrar girip oy kullanma ya da oy değiĢtirme Ģansı olmadığı için yapılacak hiçbir Ģey kalmıyor. Bu yöntem ile bilindiği kadarıyla, bütün bölümlerin öğrenci temsilcisi Örgüt üyesi olan abi oluyor. Örgüt görevlisi bir abiye görüĢme kapsamında bu yapılan durumun adil olmadığı ve haksızlık içerdiği söylendiğinde alınan cevap, bizlere olumlu bir durumun kanıtının

olumsuz olanı her zaman gölgelediğinin pratikteki göstergesini sunuyor (Malinowski,

1990:71).

- Biz her bölümden aday çıkarıyoruz ve adaylarımızın kazanmasını tabi istiyoruz. Zaten kazandıktan sonra da o öğrenciyi tek bırakmıyoruz ki. Abiler arkasında oluyor. Bir Ģey yapılacağında konuĢuluyor ve abilerin dediği

yapılıyor. Sonuçta biz Allah için bunu yapıyoruz, Allah‟ı bilen, tanıyan insanların bir yerlere gelmesini, buralarda söz sahibi olmasını istiyoruz. Bunun günahı olmaz. BaĢka biri kazansa (Örgüt‟e mensup abi dıĢındaki herhangi biri) Allah‟ın rızasını gözetecek mi sanıyorsun, harama bulaĢan Ģeylere kesinlikle müsamaha gösterecek, daha fazla günaha girecek, bunu düĢünmüyor musun? Biz hem bizim hem de sizlerin ahiretini kurtarmak için yapıyoruz bunu (Tayfun, BTM, 24).

Dolayısıyla yukarıda aktarılan örnek bireylerin her eylemine bir duygunun, geleneğin, bir amacın, bir değerin yön verdiğini göstermektedir. Aynı zamanda bu durum gerçekleĢtirilen eyleme öznel anlam yüklendiğinin de ifadesidir (Özlem, 2001:99-100). Toplumsal eyleme yüklenen bireysel anlamın ve motiflerin bu örneklerde belirgin olduğu görülebilir. Çünkü toplumsal eylem, Weber‟e (Özlem, 2001:101) göre eylemde bulunan kiĢi ya da kiĢilerin, öznel anlama göre yönlendirilmesidir. Bu öznel anlam zamana, mekâna, ait olunan grubun niteliklerine ve doğrularına göre değiĢkenlik göstererek kiĢilerin aidiyatları hakkında bilgi sunan bir pusula görevi görmektedir.

Sonuç olarak Weber, bu öznel anlamı din gibi bir toplumsal olgu kapsamında değerlendirdiğinde ortak belirleyicilerin ve homojen bir belirlenilmiĢliğin olmadığını söyler. Nasıl ki her dinin ayrı tarihsel dönemlerdeki değiĢik konum ve iĢleyiĢlerine bakmak gerekiyorsa bireyin eylemini de içinde bulunduğu koĢullardan bağımsız olarak ele almamak gerekmektedir (Özlem, 2001:122). Bu yüzden öteki olan bizler, diğer fertlerin eylemlerindeki değer ve amaçları anlamak için onları kendi