• Sonuç bulunamadı

Halk Bilimi İle İlgili Yazılar

2. BÖLÜM: ERZURUM VE KARS HALKEVLERİ

3.4. Edebiyat, Halk Bilimi ve Ürünleri İle İlgili Yazılar

3.4.3. Halk Bilimi İle İlgili Yazılar

Halk Bilimi ile ilgili yazıları incelemeden önce, yüzyıllardır üzerinde çok tartışılan “halk” ve “Halk Bilgisi” kavramları üzerinde durulması yerinde olacaktır.

Batı’da ve Doğu’da 19. yüzyılda halk anlayışının, sınıf farklılıklarını temel alan anlayışa göre açıklandığını görülmektedir. 19. yüzyıl Avrupa tanımlamasına göre halk; “medeni ve okur-yazar bir toplumda cahil kısım” olup, eğitim gömüş, aydın kesim ile aynı ülke ve millet içinde veya ona yakın bir yerde yaşamakta ancak; okuma-yazma bilmeyen, teknolojiden habersiz “ilkel” ya da “vahşi” olarak adlandırılan toplumlardan uzak tutulmaktadır (Ekici, 2004: 2-3).

“19. yüzyıl Türk toplumunda da bu anlayışlara paralel görünen anlayışlar mevcuttur. Osmanlı toplum düzeninde “havas” ve “avam” ayrımında görülen ve “halk” teriminin 19. yüzyıl Avrupasındaki anlamına karşılık gelen “avam”, 20. yüzyıldan itibaren “köylü” kavramıyla eş değerde bir anlam kazanmıştır.” (Ekinci, 2004: 4)

Kavram üzerinde başka bir görüş, günümüz Amerikalı halk bilimcilerden Alan Dundes’e aittir. Ona göre “Halk terimini açıklamak için onun “seçkin veya “ilkel”le tezat olarak algılanmasına dayalı bir tarif yapmak tamamen yanlıştır. Dundes: “Eğer ilkel olarak adlandırılan bir toplumda; masal, halk müziği veya halk türküsü varsa, ki araştırmacılar bu türlerin ilkel kabul edilen toplumlarda mevcudiyetini tespit etmiştir, bunları ne olarak adlandırmak gerekir?” sorusunu sorduktan sonra, toplumların böyle “etnosantirik” bir duyguyla sınıflandırılmasındaki yanlışlığa dikkat çeker.” (Ekinci, 2004: 5)

Belirtilen halk kavramı üzerine burada sayılmayan farklı görüşler de belirtilmiştir. Kavramın bizde değerlendirilmesi konusuna dönersek, Türk kültür hayatında başlangıçtan itibaren Türklere özgü, kültürel tarzlar ve kültür kalıplarının, sosyal hayattaki farklılaşmalara paralel olarak yapılan eklemelerle yeni tarz ve kalıplar oluşturarak, eskileri geliştirip, bazı değişimlerle daha sonraki dönemlere kendi yolunda ilerlediği düşüncesine dayanarak Metin Ekinci, “Halk”, “Halk Bilgisi” ve “Halk Bilimi” kavramlarını şöyle tarif etmiştir:

“… “Halk” kavramı, başlangıçtan itibaren oluşturulan ve içeriği veya kalıbı sürekli yenilenip geliştirilen, gelenek, görenek, inanç ve anlayışını devam ettiren veya devam ettirmeye çalışan bütün grupları, yani milleti içine almaktadır. Bugün de bu kalıplara uygun olarak yeni yaratmalar ortaya koyan ve bu yaratmaları kullanan herhangi bir kişi, bir grup bunları içinde paylaştığında, sosyal statüsü veya mesleki etiketi ne olursa olsun halk bilimi açısından

değerlendirildiğinde, halk kavramı içinde yer alır. Sayılarını tespit edemediğimiz bu kültürel tarzlar, kalıplar ve yapıların oluşturduğu ve oluşturmaya devam ettiği bilgi, “Halk Bilgisi”dir. Bu bilgiyi kendine has yöntemlerle ele alan ve inceleyen bilim dalı da “Halk Bilimi”dir.”

(Ekinci, 2004: 10-11)

Bu bölümde ve “Halk Bilimi Ürünleri” bölümünde, yukarıda belirttiğimiz hususlar göz önüne alınarak ilgili yazılar seçilmeye ve incelenmeye çalışılmıştır. Bu bölümde, Âşıkların bâde içme geleneklerinden, halk şiiri muamma hakkında bilgiler verilmiş, halk edebiyatında sazın önemi ve saz tabirleri belirtilmiş, Anadolu kadınlarının giysilerinin özellikleri anlatılmıştır. Halk bilimi üzerine dergi yazarlarından, Murat Uraz’ın yazıları dikkat çekmektedir.

“Halk Şairlerine Göre Bâde” başlıklı yazısında Murat Uraz, Halk şairleri arasındaki bâde efsanesi hakkında bilgiler vermiştir. Efsaneye göre gerçek âşık pir elinden bâde içendir. Bâde, içki manâsında olduğundan divan ve tekke şairlerinde çeşitli şekillerde yorumlanmış ve ananeler ortaya koymuştur. Uraz, halk şairleri arasındaki bu farklılıkların neler olduğunu şöyle ifade etmiştir:

“… “Halk” kavramı, başlangıçtan itibaren oluşturulan ve içeriği veya kalıbı sürekli yenilenip geliştirilen, gelenek, görenek, inanç ve anlayışını devam ettiren veya devam ettirmeye çalışan bütün grupları, yani milleti içine almaktadır. Bugün de bu kalıplara uygun olarak yeni yaratmalar ortaya koyan ve bu yaratmaları kullanan herhangi bir kişi, bir grup bunları içinde paylaştığında, sosyal statüsü veya mesleki etiketi ne olursa olsun halk bilimi açısından değerlendirildiğinde, halk kavramı içinde yer alır. Sayılarını tespit edemediğimiz bu kültürel tarzlar, kalıplar ve yapıların oluşturduğu ve oluşturmaya devam ettiği bilgi, “Halk Bilgisi”dir. Bu bilgiyi kendine has yöntemlerle ele alan ve inceleyen bilim dalı da “Halk Bilimi”dir.”

Uraz, içip dünya olaylarına kayıtsız görünen bir zümrenin de bulunduğunu, bunun yanında sofi şairler ise bâdeyi sadece cennette içmeyi uygun bulduklarını ve halk şairinin de pir elinden içme düşüncesini benimsediğini söylemektedir. Yazıda halk şairlerinin bir kısmının bâde efsanesine bağlı olmadıkları, bazılarının arasında bâde ile alâkası olamayanlar ve pir elinden bâde içenlerin üstâd kabul edilmesini hata olarak görenlerin olduğu da belirtilmektedir.

Bâdeli halk şairlerinin daha çok şehir hayatından uzakta bulunanlar arasında görüldüğünü ifade eden Uraz, bunlara göre bâdenin “Er dolusu” ve “Pir dolusu” olmak üzere iki bade türü olduğunu söylemiş, bu türleri şöyle açıklamıştır:

“Er dolusu bâde; bu badeyi içerek aşık olan aynı zamanda kahraman da olur. Sevdiği için ölümle göğüs göğüse gelir, maceraları kahramanlıkla doludur. Meşhur efsane kahramanı Köroğlu gibi.

Pir dolusu bâde; bu bâdeden içen âşık sevgilisi arkasından yanar, cefalar çeker. Bu kahraman değildir.

Vefakâr ve fedakârdır. Ercişli Emrah ve âşık Kerem gibi.”

Uraz, halk şairlerinin yaşadıkları destansı olayların bâde içmeleriyle başladığını ifade eder ve şairin bâde içmesini anlatan efsaneyi şöyle anlatmıştır:

“Ruhunda şairlik olan, bir sevgili arayan, onun arkasından koşmak ve yıpranmak, ömrünü bitirmek için çoşkunlukta bulunanlar bâde içmeği kavurucu bir ihtiyaç olarak duyar. Esasen şair, destanî vakalara hayran ve bâde efsanelerine inanan bir muhitte de olduğu için, bir taraftan bu gibi anane ve menkabelere ait malzeme onun ruhunda ve benliğinde toplanırken, diğer taraftan da nakledilen vakaların heyecanını da âsabı üzerinde müessir olmaktan hali kalmaz. Gün geçtikçe sinirleri bozulur. Nihayet bir gün bir bahçede veya mezarlık kenarında uyuduğu zaman (Hazreti pir) riyasına girer, (Kudret gülü) dedikleri kolunu uzatıp iki türlü bâdeden hangisini verecekse; bir, iki, üç… Sıra ile verir. Bu bâdelerden birincisi (Kendi bir adı bin aşkına), ikincisi (pirler aşkına), üçüncüsü de (sevdiği) kız aşkınadır. (Pir) kolunu kaldırır ve altından bir sevgili yüzü gösterir. Âşık onun üzerine atılır, (Pir) kolunu indirince sevdiği bir daha görünmez. (Pir) âşıkı böylece (Çarh çemberi)nden geçirerek aşk, vefa ve fedakârlık işlerinde imtihan etti en sonunda kaybolur. Âşık uyanır, kendini ya bir mezar taşına, ya bir ağaca veyahut bir bahçe parmaklığına sarılmış bulur. Ağlar yıpranır, ağzından ve burnundan kan gelir. Artık bâde içerek aşık olduğunu anlar.”

Uraz, Köroğlu efsanesinin şark rivayetinde, “Köroğlu”nun bâdeyi uyurken değil uyanıkken içtiğinin anlatıldığı rivayeti, “Ercişli Emrah”ın rüyasında başlayan bâde efsanesini anlatır. “Âşık Sümmani”nin sevdiği “Gülperi” aşkına içtiği bâdeyi rüyasında içtiğini söyler ve bunu Sümmani’nin kendi dizeleriyle açıklar. Köroğlu efsanesinin Şark rivayetinde adı geçen “Lezgi Ahmet”in de bâdeyi rüyasında içtiğini Ahmet’in kendi dizeleriyle ifade eder.

Yazısının sonunda Uraz, bazı şairlerin bâde içme ananesine bağlı olup anlatılan rüya hadiselerini yaşadığını ancak son birkaç yüzyıldır bazılarının ise menkıbelerden kendilerine göre bir kompozisyon oluşturup halkı kandırdıklarını söyler. İnsanları kandırmaya çalışan bu kişilerin tutunamadıklarını, unutulup gittiklerini söyleyerek yazısına son verir (Uraz, 1944: 14-17).

“Halk Şiirlerinden Muamma” başlıklı yazıda, halk şairleri arasında kahve ve divanlarda muamma tertibinin anane olarak devam ettiğini, muamma toplantı yerinin asılarak duyurulduğunu söylemiştir. Muamma kahveye asılınca nasıl göründüğünü şöyle anlatmıştır:

“Büyükçe bir tahta levhanın üzerine iki milimetre kadar kalınlığında bal mumu sürülür. Kahveye gelenlerden arzu edenler bu bal mumu levhanın üzerine para yapıştırır. Kahveye gelenlerden her hangi birisi bu muammayı hallederse bu paranın yarısını o, yarısını da muammayı tertip eden şair alırdı. Eğer kimse halledemezse şairi bu muammanın halini herkesin önünde söyler ve bütün paraları alırdı.”

Yunus peygamberin balığın karnındayken namaz kıldığına dair menkıbe üzerine tertip edilen muamma örnek verilmiştir:

“Namaz namaz o namaz onu kimse kılamaz Etten mescit su kıble onu kimse bilemez”

Daha sonra divanlarda halk şairlerinin karşılıklı muamma ve tutmaca söyledikleri belirtilmiştir. Âşık Bulduk ve Âşık Mahmut’un karşılıklı söyleşmeleri şu şekilde verilmiştir:

“Ol nedir ki; ustalardan ustadır Ol nedir ki hastalardan hastadır Ol nedir ki bağırsağı destedir

Aşık çocuk muammamı bil benim

Karşısındaki hasmı bulunan henüz genç aşık Mustafa şu cevabı veriyor: O bucu (ipek böceği) dur ustalardan ustadır

Hem de onun bağırsağı destedir Ustam ben bilirim sen öğren de gel”

Yazının sonunda halk şairlerinin muammaya “bağlama”, “tutmaca” da dedikleri, şairin muammayı çözemeyecek hale gelmesine “bağlamak” ya da “habt etmek”, muammayı halletmeye de çözmek dedikleri belirtilmiştir. (İmzasız, 1945: 64).

Derginin yine 6. sayısında saz hakkında bilgiler verilmiş, sazın meydan sazı, adî saz, bozuk, dumran, çükür, bağlama gibi türlerinin olduğu belirtilmiştir. Daha sonra saz hakkında söylenen tabirlerden örnekler verilmiştir. Bu saz tabirlerinden bazıları şöyledir:

“- Saz altında dolaşmak: Ustasından izin alan gen saz şairi, artık serbest olarak sazı ile her yerde gezmeğe ve çalmağa mezundur. Buna (saz altında dolaşmak derler. (Aşık dediğin saz altında belli) olur sözü meşhurdur.

-Saza çıkmak; usta şairin, çıraklaması olan genç şaire saz çalmak ve şiir söylemek için izin vermesi demektir. Şifahi olan bu edebiyatın mahsullarını saza çıkan şairin unutmaması için ustası onun ağzına tükürür.

Sazına hâin: Sazı sert kullanan ve çalan.”

Bu tabirlerden başka; “saza el götürmek”, “sazı vermek”, “sazın hakkını vermek”, “umuz aşırı saz”, “düzlemek”, “sarı telli kepçe”, “tezyana” tabirleri de verilmiştir (İmzasız, 1945: 59-60).

Aynı sayıda “Sohbetler ve Meydan Edilmeler Hakkında” başlığı altında , “sohbet”, “sohbetçi”, “meydan”, “meydan edilmek”, “ac arslan”, “ağırlama”, “atışma”, “atmaca”, “bağlamak”, “çözmek”, “denk gelmek”, “dillenmek”, “divan”, “hapt etmek”, “mat etmek”, “pes”, “tutmaca”, “tekerleme”, “taşa kayaya çalmak”, “ses gelsin”, “beyitleşmek” ve “üstün gelmek” tabirleri anlamlarıyla verilmiştir (İmzasız, 1945: 60).

“Kadınların Giyim Eşyaları ve Süsleri” başlıklı yazısında Murat Uraz, Anadolu kadınının eskiden kullandığı elbiselerden, süslerden bahsetmiştir. Türk zevki ve ruhunun, giysilerin dikilişinde, süs eşyalarının yapımına yansıdığını belirten Uraz,

giyim eşyaları arasında Anadolu içinde çok farklılıklar olmadığını ancak, altından yapılan süs eşyalarında farklılıkların göze çarptığını söylemiştir.

Yazının devamında, kullanılan elbiselik kumaşlar ve bu kumaşlardan yapılan; entariler, şalvarlar, hırkalar, başörtüleri, gömlekler çoraplar, danteller, işlemeler, kadın kuşakları, hamam takımları hakkında çeşitli bilgiler verilmiştir. Uraz Türkler tarafından kullanılan kumaşları şöyle sıralamıştır:

“ Türkler tarafından kullanılan kumaşlar; Hindi telli, sevahi, kutnı (yezd kutnısı, Bağdat kuntısı makbul idi), gülmez, kanaviz, aktiba, atlas, çatma, ziba, gezi, çitari, kemha, kenari telli, dallı, bin dallı, canfes, hâre, abani, kadife, mantin, altun oluk gibi isimler taşımakla beraber bu arada; nakş-ı pelenk, seraser, şib, zerkeş, munakkas, zerbaf, zerduz gibi ağır ve pahalı kumaşlar da bulunurdu. Şallardan da; lâhur, kişmir ve Horasan şallarına kıymet verilmekle beraber en çok yerli şallar kullanılırdı.”

Murat Uraz, yazısında kadınların kullandıkları süs eşyaları hakkında şu bilgileri vermiştir:

“Armudiye, Mahmudiye, gazi, beşi biryerde, sandıklı, karamis altınları kurdelâlara ve ipek bağlara, altın zincirlere dizilerek boğaza takılır ve (gerdenbent) yapılırdı.

Pırlanta, elmas, inci, mercan, zümrüt, necep ve akik taşları; küpeler, bilezikler, kırma kemerleri yüzükler, madalyonlar, boroşlar, gerdanlıklar, saatlar, köstekler ve iğneler de kullanılır, inci ve mercan kelep halinde de takılırdı.”

Bunların yanında, kıstı, suçık, aşırma, alınlık, top, tepelik, kale baş, saç bağı, tırnak karası, kınalar da kadınların kullandığı süsler arasında sayılmıştır. O dönemde kadınların cilt ve saç bakımında neler kullandıkları hakkında bilgiler verilmiş, yazının sonunda kadın elbiselerini, süslerini anlatan halk şairlerinin koşma ve türkülerinden örnekler verilmiştir. Bu şiirlerden bazı örnekler şöyledir:

“Ak elleri boğum boğum kınalı Altın kemer ince belde mineli Bir huru bakışlı melek simalı Meftunuyum o dildare di gelsün _________________________

Kaşların şam yayı gözlerin humar Aşık olan hüsnün zekâtın umar Yakışır beline cevahir kemer Şöyle geyin koşan bel incinmesin ___________________________ Allıdır şalvarının tor pulları Gayet ince düşmüş güzel belleri Halka halka olmuş zülfün telleri

Tel tel edüp ak yüzüne kor gelin”(Uraz, 1945: 47-51)