• Sonuç bulunamadı

V. ARAġTIRMANIN TEMEL KAYNAKLARI

1.1. KĠTAB

1.1.1. Beyân

1.1.1.1. Beyânın Sözlük ve Terim Anlamı

Beyân, ( ُٓ١ِجَ٠ - َْبَث) kelimesinin mastarı veya ( بٔب١ث ٚ بٕ١١جر ٓ١ج٠ َّٓ١ث) “tebyîn” kelimesinden türemiĢ bir ismi mastardır.24

Arapların bu kelimeyi nesir ve Ģiirlerde çok farklı manalarda kullandıkları görülmektedir.25

Kur‟ân ve hadislerde ise genellikle açıklamak, izah etmek, ifade etmek, ortaya çıkmak, açık seçik, aĢikâr olmak, kanıt ve güçlü delil gibi birbirine yakın anlamlar kullanılmıĢtır.26 Usûlcüler

22 Gazâlî, el-Menhûl min Ta„lîkâti‟l-Usûl Nâcî es-Suveyd (Thk.), el-Mektebetu‟l-Asrîyye, Beyrût 2008, s. 43.

23

Asıl adı, Muhammed b. Abdullah Ebû Bekr es-Sayrafî‟dir (v. 330/942). Ebû Bekr el-Kaffâl (v. 365/976), onun için, “Şâfiî‟den sonra usûlü en iyi bilen kişidir” demiĢtir. Sayrafî‟nin usûl ilmine dair elimize ulaĢmayan “Kitâbu‟l-Beyân fî Delâil‟il-Â‟lâm alâ Usûl‟il-Ehkâm ve Kitâbun fî‟l-

İcmâ” adlı eserleri olduğu rivayet edilmektedir. Ġsnevî ona ait “Şerhu‟r-Risâle li‟ş-Şâfiî” adlı bir

eserin varlığından söz etmektedir. Özellikle ġâfiî âlimleri, Kitaplarında onun görüĢlerine sık sık yer vermiĢlerdir. bk., Ġsnevî, Cemâleddîn Abdurrahîm b. Hasan el-Umevî (v. 772/1370),

Tabakâtu‟Ģ-ġâfiîyye, Dâru‟l-Fikr, Beyrût 1996, s. 256; Ġbn Kesîr, Ġsmaîl b. Ömer (v. 776/1374), Tabakâtu‟Ģ-ġâfiîyye, Abduhafîz Mensûr (Thk.), Dârû‟l-Medari‟l-Ġslâmî, Beyrût 2004, I, 253-254;

Ġsmaîl, Usûlu‟l-Fıkh Târîhu ve Ricâluhu, s. 146.

24 Muhammed b. Mukarram b. Ali b. Ahmad Ġbn Manzûr, (v. 711/1311), Lisânu'l-Arab, Komisyon (Thk.), Dârû‟l-Maârif, Kâhire t.y, I, 403-408; Râzî, el-Mahsûl, II, 677.

25 Ebû Bekr Muhammed b. Hasan Ġbn Dureyd el-Ezdevî (v. 321/933), Cemheru'l-Luğa, Ġbrahim ġemseddin (Thk.), Dâru‟l-Kutubi‟l-Ġlmiyye, Beyrût 2005, I, 415; Mansûr Muhammed b. Ahmed el-Ezherî (v. 380/980), Tehzîbu'l-Luğa, Ġbrahim el-Enbârî (Thk.), yy., t.y., XV, 495-502; Ebû Hüseyn Ahmed Ġbn Fâris (v. 395/1005), Mu„cemu Mekayîsi'l-Luğa, Dâru‟l-Kutubi‟l-Ġlmiyye, Beyrût 1999, I, 179; Ġbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, I, 403-408; Muciddin Muhammed b. Ya'kûb Fîrûzâbâdî (v. 817/1244), el-Kâmûsu'l-Muhît, Halil Me'mun ġeyhâ (Thk.), Dârû‟l-Maârif, Beyrût 2009, s. 146.

26 Beyân kelimesi, Kur‟ân-ı Kerim'de üç ayette mastar Ģekliyle gelirken türevleri ile birlikte iki yüz elliden fazla yerde geçmektedir. َٓ١ِمَّزٌٍُِّّْ ٌخَظِػ ََِْٛٚ ٜ ذَُ٘ٚ ِطبٌٍَِّّٕ ٌْبَ١َث اَزـَ٘ (Âl-i Ġmrân, 3/138); َْبَ١َجٌْا ٍَََُّّٗػ (er/er-Rahmân, 5/4); َُٗٔبَ١َث بَْٕ١ٍََػ َِّْا َُُّث (el-Kıyâme, 75/19). Hadiste ise Ģu Ģekilde gelmiĢtir: “ ِْب١َجٌْا َِِٓ ّْا بَّىِسٌَ ِشؼِّشٌا َِِٓ ّْاٚ اشْسِغٌَ” bk., Müslim b. Haccâc en-Nisâbûrî (v. 261/875), Sahîh-i Muslim, Halîl Me‟mûn ġîhâ (Thk.), Dâru‟l-Ma„rife, Beyrût 2010, “Cuma”, 13/7, 2006; Süleyman b. el-EĢas es-

20

de beyân kelimesine buna yakın anlamlar yüklemiĢlerdir; zuhûr (açığa çıkma),27

izhâr, (açıklamak/açığa çıkarmak)28 kat„/kesme (bir Ģeyden ayırma anlamında),29 delil30 veya delilden elde edilen bilgi31 gibi manalar en önemli olanlarıdır.

Beyân, terim olarak sözlük anlamı ile paralellik arz eden bir muhtevaya sahiptir. Nitekim “beyân, manadaki kapalılığı giderip ona muhatabın anlayacağı

biçimde açıklık kazandırmaktır.”32

Bununla birlikte açıklama iĢine mi, açıklama vasıtasına mı, yoksa açıklamadan elde edilen sonuca mı beyân denileceği hususu usûlcüler tarafından tartıĢılmıĢtır. Bu tartıĢmanın bir uzantısı olarak usûlcüler, “maksadın açıklanması”nı veya “araştırılan sonuca doğru bir biçimde ulaştıran

delil”i yahut “delilden elde edilen bilgi veya sonuc”u esas alan beyân tarifleri

yapmıĢlardır. Ġmâm ġâfiî, beyânda “maksadın açıklığa kavuşturulması”nı (izhârı) esas almıĢtır. ġâfiî usûlcülerin çoğu beyânın “maksadın açıklığa kavuşması” (zuhûr) Ģeklini esas almıĢlardır.33

Binaenaleyh Ġmâm ġâfiî, er-Risâle'de “beyân”ı Ģöyle tanımlamıĢtır: “ ِعُٚشُفٌا ِخَجِّؼَشَزُِ ،ِيُٛطُ٤ا ِخَؼَِّزْدُِ ٝٔبؼٌّ ٌغِِبخ ٌُعا :ْب١جٌا /Beyân, kökleri bir,

dalları/furû' ise türlere ayrılmış olan manaları kapsayan bir isimdir.”34

ġâfiî, bu tanımın hemen akabinde: “Beyân aynı veya farklı manalar içerse de bu beyânın en

azı, Kur‟ân kendi dilleriyle inmiş olduğu muhatapları için bir

Sicistânî, Sunenu Ebî Dâvûd, Halîl Me‟mûn ġîhâ (Thk.), Dâru‟l-Ma„rife, Beyrût 2001, “Edeb”, 40/87, 5011.

27 Bâkillânî, et-Takrîb, s. 733; Sem„ânî, Kavâti„u‟l-Edille, I, 236. 28

ġâfiî, er-Risâle, , Ahmed Muhammed ġakir (Thk.), Dâru't-Turâs, Beyrût 2005, md., 53; er-Risâle, Abdullatif el-Humeym, Mahir Yasîn el-Fehl (Thk.), Dâru‟l-Kutubi‟l-Ġlmiye, Beyrût 2009, md., 53;

er-Risâle, Halid es-Sebg el-Ġlmî, Zuher ġefîk el-Kebbî (Thk.), Dâr‟u- Kutub el-Arabî, Beyrût

2006, md., 53; Bâkillânî, a.g.e., s. 733; Sem„ânî, a.g.e., I, 235.

29 Bâkillânî, a.g.e., s. 733; ġîrâzî, ġerhu‟l-Luma‟, Abdulmecîd Turkî (Thk.), Dâru‟l Garbi‟l-Ġslâmî, Tunus 2008, I, 469.

30 Bâkillânî, a.g.e., s. 733; ġîrâzî, ġerhu‟l-Luma‟, I, 469; Cüveynî, el-Burhân, I, 160; Gazâlî, el-

Mustasfâ, II, 30; Râzî, el-Mahsûl, II, 677; Seyfuddîn Ebû‟l-Hasan Ali b. Muhammed el-Âmidî (v.

631/1233), el-Ġhkâm fî Usûli‟l-Ahkâm, Nâcî es-Suveyd (Thk.), el-Mektebetu‟l-Asriyye, Beyrût 2010, II, 22-23; Takiyyuddîn Ebû‟l-Hasan Ali b. Abdulkâfi es-Subkî (v. 756/1355), el-Ġbhâc fî

ġerhi‟l-Minhâc, Mahmûd Emîn es-Seyyid (Thk.), Dâru‟l-Kutubi‟l-Ġlmiye, Beyrût 2004, II, 1051;

Tacuddin Abdulvahhâb b. es-Subkî (v. 771/1370), Cem„u‟l-Cevâmi„ (Bennânî HâĢiyesi içinde), Abdurrahman eĢ-ġirbînî (Thk.), Dâru‟l-Fikr, Beyrût 1995, II, 67.

31

Bâkillânî, a.g.e., s. 735; Cüveynî, el-Burhân, md., 71; Gazâlî, el-Mustasfâ, II, 30.

32 ġîrâzî, el-Luma„, s.116; a. mlf., ġerhu‟l-Luma‟, I, 469; Ġbrahim Kâfi Dönmez, “Beyân”, DĠA, TDV Yayınları, Ġstanbul 1992, VI, 23.

33 Dönmez, “Beyân”, VI, 23. 34

ġâfiî, er-Risâle, md., 53; a. mlf., er-Risâle, Ġslam Hukukunun Kaynakları, Abdulkadir ġener, Ġbrahim ÇalıĢkan, (Çev.), TDV Yayınları, Ankara 2010. (Tezin sonuna kadar er-Risâle‟nin tercümesinde mezkûr tercüme esas alınacaktır. Her seferinde dipnotta belirtilmeyecektir.)

21

beyândır/açıklamadır,”35

Ģeklindeki ifadesi ile beyânın “izhâr/açıklama” cihetini öne çıkarmaktadır.

Ġmâm ġâfiî gibi ondan sonraki usûlcüler de, nasların anlaĢılması ve onlardaki hükümlerin açıklanması gâyesiyle beyân konusunu detaylı bir Ģekilde ele almıĢlardır. Beyan kavramı, onların bilgi birikimleri ve bizzat bu kelimenin farklı anlamlar taĢıması nedeniyle değiĢik Ģekillerde anlaĢılmıĢtır.36

ġâfiî usûlcülerin ekseriyeti, “beyân” kavramı hususunda ġâfiî‟nin sergilediği yaklaĢımı benimsememiĢtir. Onlar “beyân” kavramı yerine genelde “delil” kavramını kullanmayı tercih etmiĢlerdir.37

Bazı âlimler, Ġmâm ġâfiî‟nin bu tanımını değiĢik açılardan eleĢtirirken Diğer bazı âlimler ise bu eleĢtirilerin yersiz olduğunu ifade etmiĢlerdir.38

Biz bu tartıĢmaların ayrıntılarına girmeden sadece ġâfiî‟ye muhâlefet eden ġâfiî usûlcülerin beyânın tanımı ve ona iliĢkin yaklaĢımlara yer vereceğiz.

35

ġâfiî, er-Risâle, md., 54.

36 Kimileri beyânı, tariften, kimileri kendisiyle tanımanın meydana geldiği Ģey olan delilden, kimileri bir Ģeyin açıklık kazanması anlamında salt bilmeden ibaret olduğunu ifade etmiĢlerdir. Son görüĢ sahiplerine göre beyân ile tebyîn aynı Ģeydir. (bk., Gazâlî, el-Mustasfâ, II, 29).

37

Bâkillânî, et-Takrîb, s. 733; ġîrâzî, el-Luma„, s.116; a. mlf., ġerhu‟l-Luma‟, I, 469, Cüveynî, el-

Burhân, md., 76; Gazâlî, el-Mustasfâ II, 29-30; Fahreddin Muhammed b. Ömer et-Taberistânî er-

Râzî (v.606/1210), el-Mahsûl fî Ġlmi Usûli‟l-Fıkh, Tâha Câbir el-Alvânî (Thk.), Dâru‟l-Kutubi‟l- Ġlmiye, Beyrût 2009, II, 677; Âmidî, el-Ġhkâm, II, 22-23; Subkî, el-Ġbhâc fî ġerhi‟l-Minhâc, II, 1051; Ġbnu‟s-Subkî, Cem„u‟l-Cevâmi„ (Bennânî HâĢiyesi içinde), II, 67.

38 Ebû Bekr b. Davûd el-Ġsfahânî, (292/910) Ġmam ġâfiî‟nin bu tanımına, "tanım" niteliklerini taĢımadığı gerekçesiyle itirazda bulunmuĢtur. Zira ona göre beyân, kendisine dair yapılan tefsirden daha açıktır. (ZerkeĢî, el-Bahru'l-Muhît., III, 65). Cessâs, ise ġâfiî‟nin beyân tanımını meçhul/belirsiz bir cümle olduğu; daha önce kimsenin böyle bir tanım yapmadığı; beyânın tasnifinin ve zikredilen bazı örneklerin yersiz olduğu gerekçelerine binaen sert eleĢtirilerde bulunmuĢtur.(Cessâs, el-Fusûl fi'l-Usûl, I, 240-246). Hüseyn el-Basrî de: "bu tanım, beyânın bir

niteliği mahiyetinde olup filolojik bir yaklaşımdır," diyerek Ġmam ġâfiî‟nin tanımını kabul

etmemiĢtir. (Basrî, el-Mu„temed, I, 294). Buna karĢılık ġâfiî usûlcülerden Sayrafî (v. 330/942), Ebû Bekir el-Kaffâl (v. 365/976), Ġbn Fûrek (v. 406/1015) ve Ebû Tayyib (v. 450/1058) yukarıda zikredilen eleĢtirileri kabul etmemektedirler. Zira onlara göre Ġmam ġâfiî “beyân” kavramının tanımını kastetmiĢtir. Sayrafî ve Ġbn Fûrek'e göre ġâfiî, beyân ismi ile cinsi kastetmiĢtir. Bu cinsin içine açık ve kapılı çeĢitli mertebelerin kısımları dâhil olmaktadır. el-Kaffâl ise ġâfiî, beyândan pek çok yön meydana gelse de bunların tümü ondan istifade edilen Kitab'a döneceğini kastettiğini savunmuĢtur. Ebû Tayyib'e göre ise ġâfiî, beyanın tanımını ve tefsirini kastetmemiĢtir. O, beyânın tanımından beyânın çeĢitli kısımlarını içeren âmm bir ismi kast etmiĢtir. Zira beyân çeĢitlerinden bir kısmının manası hemen akla gelen ve bir delile gereksinim duymama yönüyle diğerinden daha açık ve seçiktir. Bundan dolayıdır ki, Hz. Peygamber (s.a.v.): Beyânın öylesi vardır ki,

büyüleyicidir, sözüyle beyânın bir kısmının diğerinden daha açık ve anlaĢılır olduğunu

vurgulamıĢtır. Bu da her ne kadar beyân içerisinde mertebeleri değiĢse de nas, umûm, zâhir, hitâb delili ve benzerleri ile hitap gibidir. Ve bunların hepsi de beyândır. (Ferrâ, el-Udde fî Usûli'l-

Fıkh, I, 103-104; ZerkeĢî, el-Bahru‟l-Muhît, III, 65-66). Sem„ânî' de bu görüĢte olduğunu

22

ġâfiî usûlcülerden ġîrâzî, “beyân”ın sözlükte “kat„/kesmek” anlamına geldiğini ifade etmiĢtir.39

Buna delil olarak da Hz. Peygamber‟in Ģu sözünü arz etmiĢtir: “Bir canlıdan kesilen şey (uzuv) ölü hükmündedir.”40

ġîrâzî, beyân'a yeni bir tanım getirmek yerine daha önce yapılmıĢ iki meĢhur tanıma yer vermiĢtir. ġîrâzî, isim vermeden Kâdî Bâkillânî in fukahâ geleneğinde kabul görmüĢ Ģu tanımını zikretmiĢtir: “Beyân, doğru bir akıl yürütme (sahîhu'n-nazar) ile delilin delalet ettiği

şeyi bilmeye ulaştıran delildir.”41

Sonra Ebû Bekr es-Sayrafî'nin: “Beyân, bir şeyi

kapalılık/işkâl durumundan açık/anlaşılır durumuna çıkarmaktır”42

Ģeklindeki tanımını vermiĢtir. Ancak bu iki tanımın arasında açık bir Ģekilde herhangi bir tercihte bulunmamıĢtır. Bununla birlikte ġîrâzî'nin, ġâfiîlerin fukahâ kolunun o dönemdeki temsilcisi olduğu düĢünüldüğünde,43

tercihini fukahâ geleneğinde kabul görmüĢ tanımdan yana kullandığını tahmin etmek zor değildir.

Aslında ġâfiî usûl geleneğinde beyân tanımı hususunda Ġmâm ġâfiî‟ye yapılan muhâlefetin temelinde Sayrafî ve Bâkillânî‟nin olduğunu söylemek mümkündür. Zira bu iki âlimle birlikte ortaya çıkan yeni ve farklı tanımlar sonraki ġâfiî usûlcüler tarafından da devam ettirilmiĢ, Cüveynî ve Gazâlî'nin yaklaĢımları öne çıkarken genel itibariyle ġâfiî usûlcüleri yakından etkilemiĢtir.

ġîrâzî ile aynı çağda yaĢamıĢ olan Cüveynî, Burhân adlı eserinde beyânın mahiyeti meselesi çerçevesinde bu konunun ihtilaflı bir husus olduğuna vurgu yapmaktadır. Ardından daha önce zikri geçen Sayrafî‟ye ait tanımın cami„ ve mani„ olmadığı gerekçesiyle reddetmektedir.44

Aynı Ģekilde bazı usûlcülerin, “beyân

39 ġîrâzî, el-Luma„, s.116, a. mlf., ġerhu‟l-Luma‟, I, 469. 40

ٌذِّ١َِ ََُٛٙف ٍَّٟز ِِْٓ َٓ١ِثُأ بَِ (Hadisin metnine rastlayamadık.)

41 ġîrâzî, el-Luma„, s.116, a. mlf., a.g.e., I, 469. ٗ١ٍػ ًٌ١ٌد ٛ٘ بِ ٌٝا ٗ١ف شظٌَّٕا ر١سظث ًَُطََٛزُ٠ ٜزٌا ً١ٌذٌا ٛ٘ :ْب١جٌا Birçok ġâfiî usûlcü bu tanımı tercih etmiĢtir. bk., Bâkillânî, et-Takrîb, s. 733.

42 ġîrâzî, el-Luma„, s.116, a. mlf., a.g.e., I, 469. ذٛػٌٛا ٚ ٍِّٝدزٌا ض١ز ٌٝا يبىش٦ا ضّ١ز ِٓ ئشٌا جاشخا ْب١جٌ ا 43

Davud ĠltaĢ, Fıkıh Usûlünde Mütekillimîn Yönteminin Delâlet AnlayıĢı, ĠSAM Yayıncılık, 2011, s. 20.

44 Cüveynî, et-Telhîs, fî Usûli'l-Fıkıh, Abdullâh Cûlem en-Neybâlî, ġubbeyr Ahmed el-Umerî (Thk.), Dâru‟l-BeĢâiri‟l-Ġslâmiyye, Beyrût 2007, II, 205-206. Cüveynî de Sayrafî‟nin tanımdaki "ض١خٌا" lafzı mecaz, "ذٛػٌٛا ٚ ٍِّٝدزٌا" kelimelerinden birisinin ise ziyade olduğunu belirterek Ģuna dikkatleri çeker: Bu tanımda mecaz hakikati dıĢlamakta, ziyade ise kapsayıcı olmamaktadır. Oysa tanım mecaz ve tanım fazlalıklarından korunmuĢ olması gerekir. Tanım böyle olursa mübtedi onu anlar müntehi ise onu güzel görür. (GeniĢ bilgi için bk., Cüveynî, el-Burhân, md., 70). Cüveynî'nin bu eleĢtirileri, selef usûlcüler tarafından da dile getirilmiĢ ve bu gelenek daha sonra birçok usûlcü tarafından devam etmiĢtir. Ona yöneltilen eleĢtiriler genel olarak Ģu üç maddede ifade edilmiĢtir: 1-Beyân, iĢkâl olmaksızın Ġbtidaen/ilkten beyândır. Dolayısıyla ortada iĢkâl

23

ilimdir” Ģeklindeki tanımını da kabul etmemektedir. Çünkü ona göre, bu durumda

beyân ile tebyînin tanımı aynı olmaktadır. Oysa insan, sözlerini beyân neticesinde bitirir. Böylece onun hakkında beyânın/açıklamanın tamamlandığını söylemek güzel olur. ġayet muhatap anlamaz ise 'ben beyân ettim fakat o anlamadı' diyebilir.45

Dolayısıyla beyân bildirmedir. Bir Ģeyin açıklık kazanması ise ilimdir.46

Cüveynî, beyânın mahiyetini ele alıp tartıĢtığı görüĢler neticesinde Kâdî Bâkillânî‟nin zikrettiği “delil” ifadesini ve beyân'a getirdiği tanımı tercih ettiğini belirtmektedir.47 O, aklî ve sem‟î olmak üzere iki kısma ayırdığı “delil” hakkındaki nihaî açıklamayı, “beyânın mertebeleri” konusunda ġâfiî‟nin yaklaĢımı ile birlikte üç görüĢü zikredip tartıĢtıktan sonra yapmaktadır. Bu tartıĢmalar ve Cüveynî'nin beyânı, delil olarak tercih etme nedenleri, “beyân mertebeleri” baĢlığı altında zikredilecektir.

Beyân hususunda ġâfiî ile Cüveynî‟yi karĢılaĢtıran Alvânî Ģunları söylemektedir: “Cüveynî'nin beyân konusu ve er-Risâle'de yer alan ondan sonraki

diğer konulara geçerken, beyân'ın tanımını, İmâm Şâfiî'den daha dakik, hassas ve incelikli bir biçimde yaptığını görüyoruz.”48

Diğer bir ġâfiî usûlcüsü olan Sem„ânî ise ġâfiî ve Cüveynî'nin aksine beyân ve mücmel konularını birlikte ele almaktadır. Bu baĢlık altında önce Sayrafî'nin sonra da ġâfiî‟nin tanımlarını zikretmektedir. ġâfiî‟nin er-Risâle'deki tanımını eleĢtiren Ebû Bekr b. Davûd el-Ġsfahânî'ye (v. 297/910) katılmadığını ise Ģu sözleriyle ifade etmektedir: “Şâfiî, beyânın tanımını ve tefsirini değil beyânın çeşitli

türlerini içeren genel bir ismi kastetmiştir.” Sem„ânî'ye göre beyân, mertebeleri

durumundan bir açıklama/beyan söz konusu değildir. 2-Tanımda iki yerde "ض١خٌا" kelimesi mecazdır. Tanımlarda mecazın getirilmesi caiz değildir. 3-Tanımdaki "ٍِّٝدزٌا" kelimesi "ذٛػٌٛا " ile aynı anlamında olup tekrar söz konusudur. (bk., Cüveynî, el-Burhân, md., 70; Gazâlî, el-

Mustasfâ, I, 29; Âmidî, el-Ġhkâm, II, 22, 23).

Cem‛u'l-Cevâm‛i'n Ģarihi el-Mahallî'nin (864/1459) ġerhine haĢiye düĢen el-Bennânî (1198/1784) ise bu itirazların mesnetsiz ve anlamsız tartıĢmalar olduğunu savunmaktadır. (bk., Abdurrahman b. Câdullah el-Mağribi el-Bennânî, HâĢiyetu'l-Bennânî, Dârû‟l-Fikr, Beyrût 1995, II, 67).

45 Cüveynî, el-Burhân, md., 70. Cüveynî, yukarıdaki tanımlamaların hiçbirine katılmadığı gibi kendisi de yeni bir tanım ortaya koymamaktadır. Ancak beyânı iki kısma ayırarak kendi yöntemi ile bir açıklama getirmektedir. Zira Cüveynî genel olarak tanımlamalar için Ģöyle düĢünmektedir: “Bir kimse herhangi bir ilme daldığında, o ilmin amacını, dayandığı kaynakları, hakikatini, imkân

ölçüsünde o ilmin tanımını ve -tanımını yapmak zor olduğunda ise- kısımlara ayırma yöntemini kullanarak bunu yapmasını bilmesi gerekir.” (Cüveynî, el-Burhân, md., 83).

46

Cüveynî, et-Telhîs, II, 206. 47 Cüveynî, el-Burhân, md., 71.

24

değiĢse de Allah Teâlâ, nas, umûm, zâhir, delil hitâbı ve sözün içeriği ile hitap etmiĢtir ki bunların hepsi birer beyândır. Fakat açık ve kolayca anlaĢılır olması bakımından hiç biri aynı mertebede değildir.49

Sem„ânî bu açıklamaları ile ġâfiî‟nin beyân görüĢüne yakın bir çizgide yer aldığını gösterse de, aslında beyânı sözlük anlamı itibariyle “zuhûr/inkişâf/maksadın açıklığa kavuşması” olarak kabul ettiğini ortaya koymaktadır. Ayrıca beyân'a ait yeni bir tanım getirmemektedir. Bununla beraber tanımlar arasında Mâverdî (v. 450/1058)‟ye ait: “Beyân, maksadın ancak

kendisiyle anlaşılabilen bir ifadede açıklığa kavuşmasıdır.” Ģeklindeki tanımı en

güzel tanım olarak tercih etmektedir. Bu tanımı sözlük anlamıyla destekleyen Sem„ânî, böylelikle ġâfiî‟nin, “izhâr/maksadın açıklığa kavuşturulması” Ģeklindeki yaklaĢımından farklı bir görüĢe razı olmaktadır.50

Öte yandan beyânı “delil” olarak tanımlayan kelâmcı usûlcülere itiraz ederek kendi görüĢünü desteklemek üzere: “(O

peygamberleri) apaçık belgeler ve Kitâblarla gönderdik. İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) düşünmeleri için sana bu Kur‟ân‟ı indirdik.”51 ġeklindeki âyeti zikretmektedir. Sem„ânî Kitâb'ın “delil” olduğunu ve bu âyetin de, beyânın “delil” olmadığına delalet ettiğini savunmaktadır. Ona göre delil; nas, zâhir ve umûm‟dur.52

Gazâlî ise beyân konusunun lâfız bahislerinin “mücmel” ile ilgili bölümünde bir alt baĢlık olarak iĢlenmesi gerektiğini ifade ederek daha baĢta Ġmâm ġâfiî‟ye muhâlefet etmektedir. Ayrıca o da hocası Cüveynî gibi Kâdî'nin görüĢünü tercih ederek isim vermeden ġâfiî gibi düĢünmediğini ortaya koymaktadır.53

Gazâlî'ye göre beyân, tarif etme ve bildirmeye iliĢkin bir durumdan ibarettir. Bildirme ancak bir delil ile gerçekleĢir ve delil de bilmeyi (ilmi) doğurur. Buna göre burada, “bildirme”, “bildirmede kullanılacak delil” ve “delil sayesinde oluşan bilgi” olmak üzere üç anlam söz konusudur.54

49 Sem„ânî, Kavâti„u‟l-Edille, I, 236; ZerkeĢî, el-Bahru‟l-Muhît, III, 65. 50 Sem„ânî, a.g.e., I, 236; ZerkeĢî, a.g.e., III, 65.

51 en-Nahl, 16/44. ِْٙ١ٌَِا َيِّضُٔ بَِ ِطبٌٍَِّٕ َِّٓ١َجُزٌِ َشْوِّزٌا َهْ١ٌَِا بََٕٓـٌَْضَْٔاَٚ ِِۜشُثُّضٌاَٚ ِدبَِّٕ١َجٌْبِث َُْٚشَّىَفَزَ٠ ٍََُُّْٙؼٌََٚ ُْ 52 Sem„ânî, a.g.e., I, 236-237. 53 Gazâlî, el-Mustasfâ, I, 29.

25

Gazâlî de diğer ġâfiî usûlcüler gibi, daha önce bahsi geçen tanımları zikrederek konuyu tartıĢmaya açmaktadır. Beyân isminin söz konusu üç anlamından her biri için kullanılmasında herhangi bir kısıtlamanın olmadığını, fakat Kâdî'nin tanımının dile ve ilim ehli arasındaki kullanıma en yakın ve en uygun tanım olduğunu söylemektedir. O, bu tespitini Ģu Ģekilde dile getirmektedir:

“Birine bir konuda yol gösteren kişi için „o şeyi ona beyân etti‟ veya „bu,

senden bir beyândır‟ denilir. Fakat bu beyân tam açıklık kazanmış değildir. Allah Teâlâ, „Bu, insanlar için bir beyândır‟55 buyurmuş ve bununla Kur‟ân‟ı kastetmiştir. Buna göre bir şeyin açıklaması, bazen ıstılah yoluyla belirlenmiş ibarelerle olur ki bu ibareler, önceden bilenler açısından bir beyân sayılır. Bir şeyin açıklaması bazen de fiil, işaret ve sembol yoluyla olur ki, bunlardan her biri, yol gösterici (delil) ve beyân edicidir.”56

Gazâlî, bu yaklaĢımıyla Cüveynî gibi beyânın aklî ve sem„î delillerle gerçekleĢme cihetine dikkat çekmektedir. Onların bu yaklaĢımı, aynı zamanda ġâfiî usûlcülerin beyâna iliĢkin genel düĢüncesini de belirlemiĢtir. Beyânın mertebeleri konusunda bu hususa tekrar değinilecektir.

Beyân konusuna yaklaĢımlarını öğrenmek ve konunun daha da netleĢmesini sağlamak amacıyla Gazâlî sonrası ġâfiî usûlcülerden Râzî ve Âmidî‟nin, görüĢlerini de aktarmakta fayda vardır. Râzî, beyânı ġâfiî gibi müstakil bir bölüm Ģeklinde değil, Gazâlî gibi “mücmel ve mübeyyen” baĢlığı altında tahlil etmektedir. Fakat kendisi kullanılan lâfızların tefsirinde yedi mesele olduğunu belirterek bunlardan ilk sırayı beyâna vermekte ve söze beyânın sözlük anlamıyla baĢlamaktadır. Ona göre de beyân, “tebyîn” kelimesinden türemiĢ ism-i mastardır.57

55 Âl-i Ġmrân, 3/138.

َٓ١ ۪مَّزٌٍُِّْ ٌخَظِػ ََِْٛٚ ٜ ذَُ٘ٚ ِطبٌٍَِّٕ ٌْبَ١َث اَزٰ٘ 56

Gazâlî, el-Mustasfâ, II, 29-30; Tercümesi, II, 25. 57

Râzî, el-Mahsûl, II, 677. Karâfî, beyân kelimesinin beyyine fiilinin ism-i mastarı olmadığını aksine bâne fiilinin mastarı olduğunu ifade ederek Râzî'nin bu görüĢüne katılmamaktadır. Bunu iki Ģekilde gerekçelendirmektedir: Birincisi ism-i mastar, fiil olmayan kelime demektir. Mesela Sübhan kelimesi ism-i mastar bir kelimedir. Ġkincisi ise mastarların tümü câmid kelimelerdir. Dolayısıyla beyân, tebyîn'den türememiĢ aksine bâne fiilin mastarıdır. (bk., Karâfî, Ahmed b. Ġdrîs b. Abdurrahman el-Mısrî (684/1285), Nefâisü'l-usûl fî ġerhi'l-Mahsûl, Âdil Ahmed Abdulmevcud Ali M. Muavvaz (Thk.), Mektebutu Nazzar Mustafâ el-Bâz, Riyâd 1995, V, 2181).

26

Râzî, beyânı delâletten ibaret görmekte ve diğer ġâfiî usûlcüler gibi aklî delili de beyân kısmına dâhil etmektedir. Fakat kendisinden önceki ġâfiî usûlcülerinin aksine beyânın tanımları hakkında bir tartıĢmaya girmemektedir. O, fakihlerin terminolojisine uygun olarak tek bir tanım zikretmektedir. Buna göre beyân: “Kastedileni ifade etmek için kendi başına müstakil olmayan bir hitap ile kastedilen

şeye delâlet edendir.”58 Bu tanım, Râzî'nin beyânı “delâlet” olarak algıladığına iĢaret

etmektedir.

Âmidî ise bu konuyu mücmelden sonra, fakat müstakil bir bölüm olarak ele almakla hem ġâfiî hem de birçok usûlcüden ayrılmaktadır. Bu bölümde beyân ve mübeyyen‟in anlamlarını, bunların delalet ettiği manaları, usûlcülerin ihtilaflarını ve tercih edilen görüĢlere yer vermektedir.59

Âmidî beyânın, ma„rûf ve ma„lûm olmayan bir durumda tarif ve bildirmeye taalluk ettiğini söylemekte, bunlar da delile dayanan Ģeyler olduğu için beyân hususundaki ihtilafın kaçınılmaz olduğunu savunmaktadır. Âmidî bu durumu Ģöyle ifade etmektedir: “Delil, matluba götüren bir mürşittir. O da

delilden meydana gelen ilim veya zandır. Beyân, beyânın tefsir edeceği dördüncü bir mananın olmayışından dolayı „tarif‟, „delil‟ ve „delilden oluşan matlub‟un dışına çıkmamaktadır. Bu yüzden usûlcülerin tartışmaları kaçınılmazdır.”60

Âmidî, netice itibariyle beyâna iliĢkin tartıĢmaların lâfzî bir ihtilaf olduğunu belirtmektedir. Çoğu ġâfiî usûlcüler gibi kendisi de delil anlamına gelen beyân tanımını kabul etmektedir. Ona göre bu tanımlama en güzel olanıdır. Çünkü kelamda asıl olan hakikattir ve lâfızdan meydana gelen mecaza ait olumsuzluğu kaldırmak için tarif ve tarif edilene beyân denilmemesidir. Bu durumda “beyân ve delil” müradif iki kelime olmalarından ötürü delilin tanımı, aynı zamanda beyân tanımının kendisi olmaktadır.61

Bu, ister kesin zann ifade etsin, ister aklî, hissî, Ģer‟î, örfî, kavlî, sukutî, fiilî olsun kendisine delil denilebilecek her Ģeyi kapsayacaktır. 62

58

Râzî, el-Mahsûl, II, 677. داشٌّا ٍٝػ خٌلاذٌا ٝف ٗغفٕث ًمزغ٠ لا ةبطخث داشٌّا ٍٝػ َّيد ٞزٌا ٛ٘ 59

Âmidî, el-Ġhkâm, II, 22, 23; Muntehâ's-Sûl fî Ġlmi'l-Usûl, Ahmed Ferid el-Mezîdî (Thk.), Dâru‟l- Kutubi‟l-Ġlmiye, Beyrût 2003,157.

60 Âmidî, el-Ġhkâm, II, 22.

61 Âmidî, Muntehâ's-Sûl, 157; a. mlf., el-Ġhkâm, II, 22-23. Âmidî, İhkâm‟ın ilk bölümünde delil hakkında Ģu bilgilere yer vermektedir: “Usûl fıkh, fıkhın delili demek olduğuna, usûlü fıkıh da

kelamın deliline gereksinim duyduğuna ve delilin ise ilim ve zan ifade eden kısımlara ayrıldığına göre, delilin tanımı ve kısımlarının bilinmesi gerekir. Delil, sözlükte, yol gösteren (ed-Dâl)