• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM

4. MÜBHEMLER (BELİRSİZ ANLATIMLAR)

4.2. Kur’an’da Geçen Bazı Mübhem Kelime ve Anlatımlar

4.2.6. Belirsiz Mekân İsimleri ve zarfları

Kur’an-ı Kerim’de geçen belirsiz mekân isimleri ve zarfları Müb-hemât’tan sayılmış ve medlulleri tespit edilmeye çalışılmıştır. Kur’an’da belli başlı mekân isimlerinden (Mekke vb.) başka mekân isimlerinin kullanımlarına az rastlanılmaktadır. Bununla birlikte isim verilmek-sizin belli başlı yer isimleri ve mekân zarflarına göndermede bulunul-muştur. Şüphesiz, Kur’an’ın ilk muhatapları açısından belirsiz mekân zarflarından bahsetmemiz, dilin kullanımına uygun düşmez. Çünkü onların vahye muhatap oldukları dikkate alındığında, örneklerin se-çildiği yerler, onların yaşadıkları bölge ve coğrafyayla sınırlıydı. “Şehir-lerin anası olan [Mekke] ve çevresinde bulunanları uyarasın”319 ayetin-de, Mekke ve çevresinde bulunan şehirler ifadesi, Arapların bildiği ve komşu oldukları bölgeleri içermektedir. Herhangi bir yerin ismi açık olarak belirtilmek yerine, nitelikleri ön plana alınarak anlatılmaktadır.

Bu konuda verilecek bazı örnekler, konuya açıklık getirecektir.

zuhruf suresinin 31. ayetinde geçen iki kent ifadesidir. “Onlar yine:

‘Keşke bu Kur’an, iki kentten birindeki büyük bir adama indirilseydi!’

demişlerdi.”320 Görüldüğü gibi ayette sadece iki kent ifadesi geçmek-tedir. Bu ifade dolaylı muhataplar açısından, mübhem olarak kal-maktadır. İki şehirden amacın Mekke ve Taif olduğu bilinmektedir.

Buralarda daha zengin ve itibarlı insanlar varken, Peygamber’e vahiy gelmesine şaşıran müşriklerin sözcelerini içermektedir.321

Karşılıklı iletişim durumlarında muhatapların bilgisi dâhilinde olan anlatımlarda zaten bilinen bir olayın gündeme getirilmemesi söz konusudur. Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse, iki kişi yaşadık-ları şehir hakkında konuşurken şehrin ismini anmak yerine, sadece

“bu şehir veya şehrimiz” şeklinde benzer ifadelerle şehir hakkında konuştuklarını düşünelim. Bu ifadelerin iki kişi arasında herhangi bir anlaşmazlığa yol açması mümkün değildir. Fakat bu ifade biçim-leri aynısıyla yazıya geçirilse, muhatapların zihninde “bu şehir”

ifa-319 Şuarâ, 42/7.

320 zuhruf, 43/31.

321 Taberî, Câmiu’l-beyân, c. XI, s. 181. Ayette cins isim olarak geçen iki adam, Mekke halkından Velid b. Muğîre el-Mahzûmî ve Tâif halkından Habib b. Amir b. Umeyr es-Sakafî’dir. Bunların ise zenginlik ve toplumsal itibar yönünden önde oldukları dile getirilmektedir. Ayrıca bk. el-Kurtubî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Ensârî (ö. 671/1273), el-Câmi’ li ahkâmi’l-kur’an, c. IV, s. 357.

desi muğlaklaşacak veya teknik terimle söylemek gerekirse mübhem kalacaktır. Dolayısıyla iki kent ifadesi, muhatapların zihin dünya-sında yeri olan bir ifade biçimidir. İki adam ifadesi, yine aynı şekil-de muhatapların hakkında fikir sahibi olduğu şahıslara gönşekil-derme yapan bir anlatımdır. Bu gibi anlatımlarda muhatapların rivayetlere dayalı bir yorumdan başka, fikir sahibi olmaları mümkün değildir.

Belirsiz kelimelere, Kehf suresinin 60. ayetindeki mecmeu’l-bah-reyn (iki denizin birleştiği yer) ve Furkan suresinin 53. ayetine geçen merace’l-bahreyn (iki denizi ayırdı) ifadeleri örnek verilebilir.322 İki denizin birleştiği yer ifadesinin neresi olduğu konusunda birtakım rivayetler vardır. Buna göre burası rum ve Fars denizi veya Tan-ca’dır. Biri doğu, diğeri ise batı yönündedir.323 Muhtemelen burası, Babu’l-Mendep mevkiinde Kızıl Deniz ile Hint Okyanusu’nun ya da Cebel-i Tarık’ta Akdeniz ile Atlas Okyanusu’nun birleştiği yerdir.324

rahman suresinin 19-22. ayetlerinde iki denizin birbirine karış-mamasından bahseden ayetlerde benzer bir anlatım mevcuttur. “İki denizi salıverdi birbirine kavuşuyor. Aralarında bir engel vardır, birbi-rine geçip karışmıyor. İkisinden de inci ve mercan çıkar.” Buranın ne-resi olduğu konusunda birtakım haberler vardır. Gelen rivayetlerde birtakım aşırı yorumların varlığı dikkat çekmektedir. Mesela bu iki denizin gökte ve yerde olduğu ve her yıl birbirine kavuştuğu şek-linde birtakım mitolojik diyebileceğimiz rivayetlere rastlamak müm-kündür. Bu rivayetleri kabul etmenin imkânı bulunmamaktadır.

rum ve Fars denizi olduğu şeklinde birtakım rivayetler de vardır.325 Muhtemelen birbirine kavuşmayan iki denizin neresi olduğu konu-sunda, vahyin muhatapları bazı bilgilere sahiptiler. Çünkü ayetin devamında bu denizden mercan ve inci türünden bazı maddelerin

322 Kehf, 18/60. “Mûsa uşağına demişti ki durmayıp ya iki denizin birleştiği yere vara-cağım veya uzun bir zaman yürüyeceğim.” Bu ayette geçen iki denizin birleştiği yer Mübhemâtu’l-Kur’an’a ilişkin kitaplarda belirtilmeye çalışılmış ve çeşitli rivayetlere yer verilmiştir. Mesela bu denizin Ürdün ve Galzem, İran ve rum Denizi, Mağrib ve zukak denizi olduğu, hatta buranın Afrika ve Tanca olduğu söylenmiştir. Bk.

İbn Cemâ’a, Gureru’t-Tıbyan, s. 321. İki denizin birleştiği yer ifadesi her ne kadar Mûsa (as) döneminden bahsetse de Arapların zihin dünyasında bu ifadeye ilişkin bir mefhumun olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü o günün Arapları o bölgede yaşamışlar ve mesajın içeriği de yaşadıkları dünyadan ve onları çevreleyen coğrafi bölgeden se-çilmiştir. “İki deniz ayırdı” ifadesinin geçtiği ayetler şunlardır: “O iki denizi birbirine salmıştır. Bu tatlı, susuzluğu giderici, bu tuzlu ve acıdır. Ve ikisinin arasına birbirine kavuşmalarına engel olan bir perde koymuştur.” Furkân, 25/53 ve rahmân, 55/19 323 Taberî, age, c. VIII, ss. 245-246.

324 Bu konuda bk. Esed, Kur’an Mesajı, s. 598.

325 rivayetler için bk. Taberî, Câmiu’l-beyân, c. XI, ss. 586-587.

çıkarıldığından bahsedilmektedir.326 Bilindiği gibi inci ve mercan gibi deniz ürünleri, tatlı sudan çıkarılmaz. Bunlar tuzlu sudan çıkarılan süs ürünleridir. İncinin Çin Denizi’nden (Hint Okyanusu) mercanın ise Akdeniz’den çıkarıldığına dair bazı bilgiler mevcuttur. Şunu da belirtmek gerekir ki, iki deniz ifadesinde ta’rif edici edatın gelmesi zihinlerde bu ifadelerin daha önceden var olduğunu gösterir.327

Kur’an’a genel olarak bakıldığı zaman deniz hakkında, denizin niteliklerinden, dalgalarından, tehlikelerinden, hareket eden gemi-lerden, dağ gibi inşâ edilmiş akıp giden yük gemilerinden, insanların ticaret ve rızık için düzenledikleri deniz yolculuklarından, denizden çıkarılan etlerden, inci ve mercan gibi süs eşyalarından bahsetmesi, en azından vahyin muhataplarının bu konulara yabancı olmadıkla-rını gösterir.328 Denizin karanlıklarında yollarını bulmak için yıldızla-rın varedilmesi,329 denizde gemilerin yürütülmesi,330 koca dağlar gibi denizde yüzen gemilerden bahsetmesi,331 deniz ve deniz kültürüne ait birtakım uygulamalara, Arapların âşina oldukları anlaşılmakta-dır. İzzet Derveze’nin de söylediği gibi, bu ayetlerde muhatap alınan kişileri gösteren zamirler yakın hitap şeklini ve yapısını kaldırabile-cek niteliktedir. Bu yapı aynı zamanda sözün birinci muhataplarına yöneliktir. Vahyin birinci muhatapları ise Hicaz bölgesi sakinleridir.

Dolayısıyla bu ifadeler onların deniz işleriyle olan ilişkilerini göster-mekte ve böylece Hicaz’ın sahil kesimlerine ait işaretler taşımakta-dır.332 Kur’an’ın çeşitli yerlerinde geçen iki denizin birleştiği veya iki denizin ayrıldığı yer veya iki deniz bir değildir şu oldukça tatlı, şu da tuzlu ve acıdır333 gibi ifadeler, Arapların yaşadıkları çevrelere veya hakkında bilgi sahibi oldukları yerlere atıfta bulunmaktadır.

326 “O denizlerin her ikisinden de inci ve mercan çıkar.” rahmân, 55/22.

327 Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed b. el-Beşârî el-Makdisî (ö. 380/990), Ahse-nu’t-tekâsim fi ma’rifeti’l-ekâlim, tahk. Muhammed Mahzûm, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-A-rabî, Beyrût 1987, s. 29.

328 Bu konuda bk. İzzet Derveze (ö. 1405/1984), Asru’n-Nebi-Kur’an’a Göre Hz. Mu-hammedin Hayatı, çev. Mehmet Yolcu, Yöneliş Yay., İstanbul 1995, c. I, ss. 28-30.

Kur’an’ın bu şekildeki açıklamaları deniz hakkında hiçbir bilgisi olmayan birinci dere-ceden muhataplarına yöneltmiş olması mantıklı değildir. Arap yarımadasının doğusu-nun ve batısının denizlerle çevrili olması bahsettiğimiz düşünceyi doğrulamaktadır.

329 En’âm, 6/97.

330 İsrâ, 17/66-67.

331 rahmân, 55/19-25.

332 Derveze, age, c. I, s. 29.

333 Fâtır, 35/12. Ayet meâlen şöyledir: “İki deniz bir değildir: Biri, tatlıdır, susuzluğu giderir, içimi de hoştur; diğeri ise tuzludur, acıdır. Bununla birlikte her ikisinden de taze et yersiniz ve takınacağınız süs eşyası çıkarırsınız. Allah’ın lütfundan aramanız ve şükretmeniz için, gemilerin orada suları yara yara yol aldıklarını görürsünüz.”

Kur’an’da belirsiz mekân zarflarının yanında, bir mekâna işaret eden kelimeler de kullanılmaktadır. Bu konuda Bakara suresinin 199. ayetinde geçen haysu kelimesi örnek gösterilebilir.

Sonra insanların akın akın döndüğü yerden [haysu] siz de akın edin ve Allah’tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir.334 Ayette insanların akın ettiği yerin neresi olduğu, yazılı bir metinle karşılaşan muhataplar açısından belirgin değildir. Ama vahyin ilk muhatapları tarafından akın edilen yerin neresi olduğu konusunda bir belirsizliğin olduğunu söylemek o dönemde uygulanan pratikle çelişmektedir. Kaldı ki akın edilen yer vahyin muhatapları tarafından görülmekte ve onların uygulamanın mahiyeti hakkında bilgi sahibi oldukları anlaşılmaktadır. Burası Arafat’tan Meş’ari’l-Haram’a (Müz-delife) doğru akın etmek anlamına gelmektedir.335 Bilindiği gibi Ku-reyş kabilesi kendisine ayrıcalık ihdas ederek Arafat’ta vakfe yapma-yı reddediyor ve bunun üzerine Müzdelife’de bekliyorlardı. Böyle yap-makla haccın gereklerini yerine getirmiyorlardı. Ayet, muhatabı olan Kureyşlilere haccın rükûnlarını yerine getirilmeleri, yani Arafat’ta vakfe yapmaları ve diğer insanlar gibi oradan inmeleri konusunda bazı uyarılar taşımaktadır.336 Görüldüğü gibi fiili bir durumun varlığı söz konusu ve diğer insanların akın ettiği yer gösterilerek muhatap-lar bu konuda uyarılmıştır. Muhatapmuhatap-ların bilgisi dâhilinde olan bu yer, belirsiz mekân zarfıyla belirtilmiştir. Kur’an’ın indiği dönemde ve mekânda yaşamamış olanlar için ayetin anlamı açık değildir. Ancak tarihî verilerden yola çıkarak burasının neresi olduğunu belirleyebi-liyoruz. Kısacası Allah Kur’an’ı inzal buyurduğu topluma böyle bir emri verirken muhatapların bu mekânı bildikleri anlaşılıyor.337 Yine Hicr suresinin 65.ayetinde benzer bir anlatım geçmektedir.

...Hemen gecenin bir parçasında aileni yürüt, sende arkalarından git, içiniz-den hiç kimse ardına dönüp bakmasın, emredildiğiniz yere gidin.338 Ayette geçen emredildiğiniz yer ifadesi her ne kadar Lût (as) ailesin-den bahsetse de vahiy geleneği içinde burasının bilindiği anlaşılıyor.

rivayetlerde burasının Beytü’l-Makdis’in kasabalarından Saya’yar

ka-334 Bakara, 2/199.

335 Taberî, Câmiu’l-beyân, c. II, s. 307.

336 Muhammed b. İshâk b. Yesâr (ö. 151/769), Sîretü ibn ishâk, tahk. Muhammed Hamîdullah, yy., 1981, s. 90.

337 Albayrak, “Mübhemâtu’l-Kur’an”, s. 161.

338 Hicr, 15/65.

sabası veya zûar kasabası olduğu söylenmiştir.339 Kur’an vahyinde, muhataplara anlatı şeklinde sunulan bu olayın ve yerin vahiy gelene-ğine sahip olan Araplar tarafından bilindiğini söyleyebiliriz. zaten Bey-tü’l-Makdis’in vahiy geleneğinde özel bir yerinin olduğu bilinmektedir.

Eğer siz ona (hak elçiye) yardım etmezseniz Allah ona yardım etmişti; hani yalnız iki kişiden biri olduğu halde, inkar edenler kendisini (Mekke’den) çıkardıkları sırada ikisi mağarada iken arkadaşına “Üzülme, Allah bizimle beraberdir!” diyordu…340

Hz. Peygamber ve arkadaşı Ebû Bekr’in mağaraya sığınmalarından bahseden ayette, mağara kelimesinin önüne el belirtecinin gelmesi, burasının halk tarafından biliniyor olduğunu gösterir. Bilindiği gibi Arapçada ismin başına el belirtecinin gelmesi o ismin zihinlerde daha önceden varolduğu [ma’hûd-i zihnî], bilindiği anlamına gelmektedir.

Arapçada, belirli anlamına gelen ma’rife kelimesi, işarette bulunulan ve muhataplar tarafından bilinen nesneleri tanımlamak için kullanıl-maktadır.341 Peygamber ve arkadaşı Ebû Bekr’in başından geçen bir olay anlatılmaktadır. rivayetlere göre burası Sevr dağında bir mağa-radır. Hz. Peygamber’le Ebû Bekr burada üç gece kalmışlardır.342 Bu olayın orada yaşayanlar tarafından bilinen bir olay olmasından dolayı, mağaranın ismi zikredilmeyip mağara kelimesinin el (fi’l-gâri) takısıyla kullanılması söz konusudur. Ayrıca ayette arkadaşının isminin zikre-dilmemesi, herkes tarafından bilinip tanınmasına bağlanabilir.

“Orada asla namaza durma. Ta ilk günden takva üzerine kurulan mescid, elbette namaza durmana daha uygundur...”343 Temeli “tak-va üzerine kurulmuş mescitten” bahsedilmekte, fakat neresi olduğu konusunda açık bir beyan bulunmamaktadır. Muhtemelen burada mescit olarak bahsedilen yerin, hicretin ilk yıllarında yapılmış olan Medine ya da Küba mescidi olması muhtemeldir.344

339 İbn Cemâ’a, Gureru’t-tıbyân, s. 298.

340 Tevbe, 9/40

341 İbn Hişâm el-Ensârî, Şerhu şuzûru’z-zeheb, ss.149-150. İbn Hişâm bu konuyu açık-larken şu örneği verir: “Kadı geldi.” derken sen ve muhatabın arasında kadı hak-kında özel bir bilginin olması durumunda başına el belirteci getirilmektedir. Başka örnekler için bk. aynı eser, s. 150.

342 Abdurrazzâk b. Hemmâm, Tefsîru’l-Kur’an, c. II, s. 276.

343 Tevbe, 9/108.

344 Taberî, Câmiu’l-beyân, c. VI, ss. 473-475. Hz. Peygamber’in hicretin 1. yılında re-bîu’l-Evvel ayında, Medine’nin yakın bir köyü olan Kubâ’ya vardıklarında yapımına başlanılan Kubâ Mescidi olduğu görüşü ağırlıktadır. Ayrıca bk. zerkeşî, el-Burhân, c. I, s. 204.

“İşte zulmettiklerinde, helak ettiğimiz memleketler (kura’). Helak edilmeleri içinde belli bir zaman tayin etmiştik.”345 “İşte şu memleket-ler” şeklinde anlatılan yerlerin isimleri, Kur’an’da geçen bazı toplum-ları ima etmektedir. Bu memleketler ise Âd, Semûd, Ashabu’l-Eyke vb. memleketlerdir.346 Kur’an’ın çeşitli yerlerinde isimleri geçmesin-den dolayı şu memleketler (tilke’l-kur’a) şeklinde bir anlatım yolunun seçildiği görülmektedir. Bu bağlamda değerlendirilebilecek ayetler-den biri de “bu güvenli şehre and olsun ki”347 ifade biçimidir. Mübhem bırakılarak Mekke ismi anılmaksızın bir sıfatla ondan bahsedilmesi, muhatapların zihin dünyalarında (ma’hudi zihnî) güvenli şehre teka-bül eden bir uzlaşının olmasından dolayıdır.

Mübhemât’la ilgili eserlerde genellikle miktar bildiren kelimelerin de mübhem olarak değerlendirildiği ve buna bağlı olarak birtakım yorumların yapıldığı görülmektedir. Mesela Tevbe suresinin 36. ayeti örnek verilebilir. Ayetin başında Allah katında ayların sayısının on iki olduğu ve bunlardan dördünün haram ay olduğu belirtilmiştir.

Fakat haram ayların hangileri olduğu konusundan bir bilgi yoktur.

Vahyin muhataplarının bilgisi dâhilinde olan bu bilgi görüldüğü gibi bizim açımızdan belirsizdir. Hangi ayların haram aylara tekabül et-tiğini tarihî veriler sunmaktadır. Bu aylar, zilhicce, zilkade, Muhar-rem ve recep aylarına tekabül etmektedir.348

Kur’an’da bazen, herhangi bir olay veya savaş, isim zikredilme-den bazı kelimelerle ifade edilmektedir. Bu ifadeler Fetih ve Nasr su-resinin 1. ayetinde geçmektedir. Bu ayetlerde Mekke’nin fethi açık olarak belirtilmeksizin, sadece apaçık bir fetih verdik349 veya Allah’ın yardımı ve zaferi geldiğinde350 şeklinde kullanılır.351

Mübhemât konusunda sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Muha-taplara hitap edilirken Arap dilinin bütün imkânları kullanılmıştır.

Yukarıda bahsettiğimiz ism-i mevsuller, ism-i işaretler, cins isimler,

345 Kehf, 18/59.

346 Taberî, age, c. VIII, s. 244.

347 Tîn, 95/3. Yine aynı şekilde “Bu beldeye yemin ederim ki.” (Beled, 90/1) ifadesinde benzer bir anlatım vardır. Mekke ismi belirtilmek yerine bu belde şeklinde bir anla-tım benimsenmiştir.

348 Taberî, age, c. II, s. 364. Bu konuda bk. Albayrak, “Mübhemâtu’l-Kur’an”, s. 162.

349 Fetih, 48/1

350 Nasr, 110/1. Yorumlar ve rivayetler konusunda bk. Taberî, age, c. XII, ss. 729-730.

351 Bu konuda bk. Taberî, age, c. II, s. 331

zamirler vb. Arap dilinde ifadelerin vazgeçilmez unsurlarıdır.352 Bu dilin büyük ölçüde sözlü kültür üzerine şekillendiği dikkate alınırsa, muha-tapların olayları bizzat yaşamaları ve vahyinde bu durumu betimleme-si bu tür bir anlatımın ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bu tür-den anlatım biçimlerinin, yazılı olarak inşâ edilen bir metinde olmadığı anlamına gelmez. Yazılı bir metinde, daha önce geçen bir konuya atıf yapılabilir. Kur’an gibi arkasında birtakım olayların anlatıldığı ve res-medildiği bir kitapta böylesi anlatımların bulunmasının doğal olduğu söylenebilir. Kur’an-ı Kerim, çoğu zaman bazı kişiler için “onlar sana sorarlar” şeklinde bir ifade kullanır. Sana herhangi bir konuda soran, Ebû Sufyan, Ebû Cehil, Ubey b. Halef gibi isimleri kullanmaz. Kullan-maması onların herkes tarafından bilinmelerine bağlıdır.353

Söylem anında veya canlı söz ortamında anlamın delaleti açık-tır; kapalı olsa bile açıklanma imkânı hâlâ mevcuttur. Dolayısıyla karşılıklı konuşma ortamlarında anlamda bir belirsizliğin olduğunu söylemek zordur. Peygamber, bilindiği gibi Kur’an’ın anlaşılamayan, kapalı yerleri açıklamakla görevliydi. Peygamber’in bazı tefsir örnek-leri rivayetler yoluyla gelmiştir.

Orada asla namaza durma. Ta ilk günden takva üzere kurulan mescid, elbette içinde namaza durmana daha uygundur. Onda temizlenmeyi seven erkekler vardır. Allah da temizlenenleri sever.354

“Temizlenmeyi seven adamların” kim olduğu sorulduğu vakit, Peygamber bunları açıklamıştır. “Onlardan ‘Uveym b. Saîde ne iyi-dir.’ dediği kişidir. Ma’an’a gelince bize şu haber geldi ki, rasulullah (as) vefat edince insanlar ona ağladı ‘keşke ondan önce biz ölseydik’

dediler. Biz ondan sonra fitneye düşmekten korkuyoruz. Maan b.

Adiyy de şöyle dedi: Vallahi onu diri olarak tasdik ettiğim gibi, ölü olarak ta tasdik etmedikçe ondan önce ölmek istemiyorum. Ma’an, Yemame gününde Ebû Bekr’in hilafeti sırasında, Müseylemetü’l-Kez-zab gününde şehid edildi.”355

Kur’an-ı Kerim’de bu tarz ifade biçimleri, genellikle mucîz [kısa ve özlü] bir anlatım şekli olarak değerlendirilmektedir. Kur’an’ın az

352 Albayrak, agm, ss. 176-177.

353 Tâhâ Hüseyin, “Kur’an-ı Kerim’de Üçüncü Şahıs”, s. 151.

354 Tevbe, 9/108.

355 İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, c. IV, s. 660.

sözle çok anlam ifade etme gibi mucîz bir anlatım seçmiş olduğu ve bu sebepten çoğunlukla yer, zaman, kişi adlarının açıkça zikredilme-diğini söylemek, sözlü dil özelliklerinin göz önüne alınmamasından kaynaklanmaktadır.356 Elbette Kur’an’da mucîz, kısa ve özlü bir an-latım göze çarpmaktadır. İsim zikretmeksizin “şöyle diyen veya şöyle yapan kimse” demek daha etkili ve mucîz bir anlatım özelliğidir; fa-kat bu tarz anlatım biçimlerini sadece buna bağlamak, Kur’an’ın olu-şum sürecinin gözardı edilmesi ve onun canlı hayat formlarıyla bire-bir ilgisinin kesilmesi anlamlarına gelir. Dolayısıyla bunun sebebini büyük ölçüde sözlü dil özelliklerinde arayabiliriz. Daha önce açıkla-dığımız gibi bağlamın ve muhatapların karşılıklı olması en lüzumlu şeylerin, en uygun bir anlatımla dile getirilmesi söz konusudur.

Muhammed Abduh’un mübhemât konusunda takındığı tavra de-ğinmek yerinde olacaktır. Ona göre, anlaşılmasında ve yorumlanma-sında Kur’an’ın kendi kendine yeterli, herkes tarafından anlaşılması-nın kolay olduğu, hatta mübhem olan ifadelerin, gerekli olmadığı için açıklanmadan bırakıldığı düşüncesi ağırlıktadır. Bundan dolayı Mu-hammed Abduh mübhemât konusunda Kur’an tarafından açıklan-mayan bir ifadenin açıklanmaya çalışılmaması gerektiğini vurgular.

Onun hedefi ayrıntılarda oyalanmak değildir. Mesela Bakara suresinin 58. ayetinde357 hangi kente (karye) gönderme yapıldığı belirtilmemiştir.

Müfessirler bu şehrin Kudüs veya Filistin’deki Eriha kenti olduğunu düşünürler. Abduh buradaki tavrını şöyle açıklar: “Kur’an-ı Kerim bu-radaki şehir hakkında sustuğu gibi bizde bu konuda susarız.”358 mu-hammed Abduh’un bu tavrının başka nedenleri olsa da, Mehmet Paça-cı’nın vurguladığı gibi “Kur’an’ın gelenekten bağımsız kendi başına bir belge ve katışıksız bir İslam’ın temel kaynağı olması”359 düşüncesinde arayabiliriz. Onun tavrı, Kur’an’ı sadece kendi kendine yeten, yazılı bir metin olarak tasavvur etmesinden kaynaklanmaktadır. Kur’an’ın

356 Mustafa Öztürk, “Mübhemâtu’l-Kur’an ve İmamiyye Şiası”, Dini Araştırmalar, c. 3, sayı 8, s. 117.

357 Ayet mealen şöyledir. “Ve yine biz bu beldeye girin ve yiyeceklerden dildiğiniz kadar bol bol yiyin; fakat kapıdan boyun eğerek girin ve günahlarımızın yükünü üzerimizden kaldır deyin ki günahlarınızı bağışlayayım ve iyilik yapanlara sınırsız mükâfat vere-yim demiştik.” Bakara, 2/58

358 Muhammed reşîd rızâ, Tefîru’l-Menâr, Dâru’l-Fikr, c. I, ts., s. 324. Ayrıca bu tür bir yorum için bk. J. J. G Jansen, Kur’an’a Bilimsel-Filolojik-Pratik Yaklaşımlar, çev.

Halilrahman Açar, Fecr yay., Ankara 1993, s. 52.

359 Mehmet Paçacı, “Çağdaş Dönemde Kur’an’a ve Tefsire Ne Oldu?”, İslâmiyât-İslâmî İlimler Sorunu, c. 6, Sayı 4, 2003, s. 97.

burada susması, muhatapların bu yer hakkında bazı bilgilere sahip olmalarıyla ilgilidir. Buna benzer bir anlatım “ey Muhammed onlara, o memleket halkını örnek ver. Hani oraya elçiler gelmişti.”360 ayetinde mevcuttur. rivayetlerde bu memleketin Antakya, gelen elçinin ise İsa (as) olduğu belirtilmektedir.361 Vahye muhatap olanların, en azından

burada susması, muhatapların bu yer hakkında bazı bilgilere sahip olmalarıyla ilgilidir. Buna benzer bir anlatım “ey Muhammed onlara, o memleket halkını örnek ver. Hani oraya elçiler gelmişti.”360 ayetinde mevcuttur. rivayetlerde bu memleketin Antakya, gelen elçinin ise İsa (as) olduğu belirtilmektedir.361 Vahye muhatap olanların, en azından