• Sonuç bulunamadı

Bir hükümet-i cihan fikrinin ilk defa ruh-ı beşere nasıl nüfûz ettiğini vâzıʻ-ı dinin tesis eylediği esasatın safvet-i ibtidaiyesini muhafaza ve merʻiyetini temin hususunda kilisenin gösterdiği kabiliyetsizlik nizam-ı siyasîsinin inhidâmını, edvâr-ı ibtidaiyedeki itikadsızlık ve hodbînlik hislerine avdete nasıl sebebiyet verdiğini gördük. Makyevelâne saltanat-ı ferdiyenin Hıristiyanlık tarafından vaz’ [s. 32] olunan uhuvvet fikrine karşı nasıl muhalafete geçtigini ve Avrupa’nın ekser kısımlarında on yedinci ve on sekizinci asırların büyük saltanatlarını ve Parlamento ile idare olunan kraliyetlerinin ne surette ihdas edildiğini izah ettik.

Fakat beşerin müfekkeresi ve hayali mütemadiyen faaliyette bulunduğu için bu büyük hükümdarların zaman-ı idaresinde, aʻmâkında zekaların ufûlüne şahit olduğumuz muʻazzal birtakım anʻanelerin ve fikrî sistemlerinin bir ağın düğümleri gibi yekdiğeri ile tesâdüm eylediğini görüyoruz: İnsanları beyneminel siyasetin prensler arasındaki münasebetten ibaret olmayıp bilakis lâyemût birer mevcûdiyet olan devletler beynindeki rabıtaları ifade eylediğine inandırdılar. Prensler zuhur ve ufûl ediyor. On dördüncü Lui’yi kadın peşinde koşan bir on beşinci Lui ve onu da kalın kafalı ve kilit imaline meraklı bir on altıncı Lui takip etti. Bu büyük Petro’dan sonra bir sürü imparatoriçe saltanat sürdü. Şarl kendinden sonra Avusturya ve ispanya’da yerleşmiş olan bütün Halsburglar ancak bâtıl itikatları müşkül çekeleri ve kalın dudakları ile yekdiğerine benziyorlardı. Nezaketli bir çapkın olan ikinci Şarl biʼn-nefs istiʻmâline çok ehemmiyet verdiği kralı salahiyetler ile istihza etmekten hoşlanıyordu. Fakat sabit olarak kalan hiç degişmeyen bir şey vardı ki, bu da nezaretler ile siyaset hakkında beyan-ı mütâlaʻa eden adamların fikirleridir. Nazırlar anaʻnelerin hükümdarlarının istirahat zamanları zarfında tam bir halde mahfuziyetine ve bir hükümdardan diğerine intikal ederken tağyirden vikâyesine dikkat ediyorlardı.

İnsanlar böylece hükümdara onun reisi bulunduğu devletten daha az ehemmiyet vermeye başladılar. Bundan sonra şu veya bu kralın ihtirasatından ve planlarından daha

az ve Prusya’nın ihtirasatından ve Fransanın hedeflerinden daha fazla bahsedildiğini duyacağız. Dinî itikatın inhitâtda [s. 33] bulunduğu bir zamânda insânların bütün kalıblarıyla bu kabîl hayâlî tecessümâtın doğruluğuna inanacaklardır. Bu gayr-ı vâzıh hayâller, yani devletler on yedinci ‘asrın nihâyetlerinden i’tibâren ve on sekizinci ‘asrın imtidâdınca, tamamıyla hâkim oluncaya kadâr, yavaş yavaş Avrupa’nın siyâsî zihniyetine nüfûz ve hulûl edeceklerdir. Hatta zamânımızda dahî bu hâkimiyetlerini idâme ettiriyorlar. Avrupa hayâtında Hıristiyanlık ismen hâkimdi; fakat bir tek Allah’a rûhen ve hakîkaten îmân eylemek sizin gibi o Allah’a i’tikâd edenlerle bir cemâ’at teşkîl etmekdir. Hâlbûki Avrupa’da böyle bir cemâ’at hissi hiçbir şekil ve mertebede mevcûd değildir. Onun yegâne i’tikâd ettiği şey garîb bir devlet efsânesidir. Avrupa bu hâkim ulûhiyetlere, İtalya’nın (vahdetine), Prusya’nın (tefevvukuna), Fransa’nın (şân ve şöhretine), Rusya’nın (mukadderâtına), bir çok nesillerin devamınca sulhunü, sa’âdetini, vahdet-i mümkünesini ve milyonlarca insânların hayâtını fedâ etti.

Bir kabîleyi vaya bir devleti bir nev’i şahsiyet gibi telakkî etmek rûh-ı beşerin eski bir temâyülüdür. Kitâb-ı mukaddes bize bu kabîl teşahhusât-ı hayâliyenin müte’addid misâllerini irâ’e eylemektedir. Kütüb-i mukaddese bize Joda’dan, Edom’dan, Asuri’den birer ferd imiş gibi bahsediyor. Benî İsrâ’il’den bir müverrihin bir milletden veya bir şahısdan bahs eylediğini tefrîk edebilmek ba’zı kere imkânsızdır. Bu da aşikâr bir sûretde gösteriyor ki, şu i’tiyâd tabî’î ve ibtidâ’î bir temâyüldür. Lâkin Avrupa’da bir takım büyük zıddiyetlerin mevcûdiyetine şâhid oluyoruz. Avrupa Hıristiyanlık tarafından sevk ve idâre edildiği zamanlarda kendi vahdetine doğru büyük bir adım atmışdı. Bundan mâ’adâ “İsrâ’il” veya “Tir” kabîlelerinin ırkları ‘aynı, menfa’atleri müşterek ve tipleri yeknesak olduğu halde on yedinci ve on sekizinci asırlarda zuhûr etmiş olan Avrupa devletleri tamâmen farazî bir takım kemiyetlerden ‘ibâret bulunuyordu. Rusya fi’ilen yekdiğerine yabancı bir takım ‘anâsırdan, ya’ni Kazaklardan, Tatarlardan, Ukraynalılardan, Moskoflardan, ve Büyük Petro’nun devr-i saltanatından sonra, Estonyalılar ile Letonyalılardan mürekkeb bir halîta idi. On beşinci Lui’nin idâresindeki Fransa şarkda nisbeten mü’ehher bir zamânda temsîl edilmiş bir tâkım ‘anâsırı ihtivâ eylemekde idi. Büyük Biritanya’da İngiltere tamâmıyla başka bir zihniyetde olan Hannovere Alman devletini, İskoçya’yı, Gal memleketini ve kendisine karşı açıkdan açığa izhâr-ı husûmet eden İrlanda katoliklerini peşinden sürüklüyordu.

Prusya, İsveç ve dahâ ziyâde Lehistan, Avusturya gibi devletlerin tekâmüllerini yekdiğerini ta’kîb eden târîhî harîtalar üzerinde tedkîk edecek olur isek onların ‘âdetâ

mikroskob altında taht-ı müşâhede de bulunan amibler gibi takabbüs ve inbisât ederek harîta üzerinde dolaştıklarını görürüz.

Eğer beyne’l-milel münâsebetlerin hâlet-i rûhiyesini bugünün dünyasında görülen ve ‘asrî Avrupa’da “devlet” mefhûmunun tekâmülüyle tezâhür eden şekliyle tedkîk eder isek târîh nokta-yı nazarından fevke’l-âde mühim ve tab’-i beşer ile münâsebetdâr bir takım vekâyi’î anlamaya muvaffak oluruz. Aristotelis, insân bir siyâsî hayvândır demişdi; lakin zamânımızda bu kelimenin iktisâb eylediği cihânî ma’nâda insânın böyle bir sıfatı kalmamışdır. Vâkı’â â’ilevî kabîlenin sevk-i tabî’îlerini muhâfaza etmiştir. Bunun hâricinde ise şehir, millet veya devlet gibi daha vâsi’ bir mecmû’aya merbûtiyet gösteriyor. İmdi bu son temâyül tenbîh ve tahrîk edilememiş olur ise, mübhem ve gayr-ı şu’ûrî bir mâhiyet irâ’e eder. İnsânın ‘aynı zamânda havf ve nefret hiss eylediği yegâne şey mevcûdiyetini ihâta eden ve uğruna hayâtı vakf edilmiş olan bu vâsi’ teşkîlâtın tenkîd edildiğini görmekdir. Belkide bu tarzın inhilâli veya i’tibârdan sükûtu hâlinde yalnız başına kalmakdan gayr-ı ihtiyârî bir sûretde korkuyor. Dâhilinde hareket eylediği muhîti tahakkuk etmiş bir vâk’ıa olarak kabûl ediyor; şehrini veya devletini tabî’atin bahş etmiş olduğu hazım borusu veya burun ile aynı derecede olmak üzere kendi ‘âleminin, eczâsından ‘add eyliyor. [s. 34] Fırkalara sadâkati, siyâset vâdisindeki tercîhi vehbî bir takım hislerden ‘ibâret olmayıb terbiyenin mahsûlüdür. Ve insânların ekseriyeti için bu kabîl mevâda müte’allik olan terbiye bizi ihâta eden şeylerin, muhîtlerin, mütemâdiyen ve sâkinâne bir sûretde verdiği terbiyedir. İnsânlar bu sûretledir ki, (mukaddes) Rusya’nın veya (neş’eli) İngiltere’nin eczâsından bulunduklarını keşf ederler, bu zühd ve takva içinde büyür ve bunların tabî’atlarının bir cüzû’î gibi telakki ederler.

Dünyâ, eşyâ-yı muhîte tarafından verilen terbiyenin müsebbit tedrîsât, edebiyât, serbest münâkaşa ve tenkîde ‘arz edilmiş tecrübeler ile kâbil-i tashîh ve ta’dîl olduğunu, henüz batî bir sûretde, anlamaya başlıyor. ‘Ale’l-’âde bir vatandaş için hakîki hayât onun her günkü hayâtıdır. Muhabbet, korku, iştihâ ve hayâlperestâne feverânlardan terekküb eden küçük muhîtdir.

Ancak nazar-ı dikkati siyâsete in’itâf eylediği ve siyâsetin menfa’atleri üzerine doğrudan doğruya bir te’sîr icrâ eylediği kendisine irâ’e eylediği zamân, kerhen, zamânının bir kısmını ona tahsîs etmeğe rızâ gösteriyor. ‘Avâmdan bir kimsenin müfekkiresinin en küçük cüzû’i siyâsete tahsîs eylediğini ve imkân hâsıl olur olmaz siyâsetden ferâgat ettiğini söylemek mübâlağalı olmaz. Yalnız çok merâklı veya

tamâmen müstesnâ bir fıtratda insânlar, bir hüsn-i misâl veya çok yüksek bir tahsîl ile mâhiyet-i eşyânın istiknâhını i’tiyâd edenler her günkü fa’âliyetlerde kendilerini hiç bir vechile ta’cîz etmeyen mü’essese ve hükûmetleri şâyân-ı memnûniyet telakkî etmekden imtinâ’ ediyorlar. Hâlbûki ‘avâmdan bir ferd, içinde yaşadığı ‘âlemde tezâhürâtına şâhid olduğu müşterek fa’âliyetlerin her türlü eşkâline ve rûhunun mühim bir ihtiyâcına tekâbül eden ve muhîtinde bütün bu küçük şahsî menfa’atlerin kendilerine melcâ’ bulabileceği vâsi’ bir limanı hatırlatan bi’l-’umûm desâtir ve remûze muvâfakat eder.

Tab’ımızda meknûz olan bu kifâyetsizlikleri nazar-ı i’tibâra alırsak pâpâslar ve prensler tarafından inhisâr altına alınan Hıristiyanlığın inhitâtı üzerine insânların ne sûretle ulûhiyetin kraliyetine değil, fakat zî-hayât görünen şe’niyetlere kânûnlar ısdâr, kuvvetli ordular ve donanmalar tahrîk eden, debdebeli bir sûretde bayrâklar sallayan ve temâmıyla beşerî birer haslet olan i’timâd-ı nefs ve tama’kârlık hisleriyle mecbûl bulunan Fransa, İngiltere, Mukaddes Rusya, İspanya, Prusya’ya merbûtiyeti tercîh etdiklerini kolaylıkla anlıyoruz. Kardinal Rişalyo ve kardinal Mazaren gibi insânların hükümdârlarının da’vâsından daha yüksek bir gâye için çalıştıklarını zan ettikleri muhakkakdır. Muhayyelelerinde yaşayan tamâmen ilâhî bir Fransa’ya hidmet ediyorlardı. Bu kabîl i’tiyâdât-ı fikriye yavaş yavaş halka sirâyet eyledi. On üçüncü ve on dördüncü asırlarda Avrupa ahâlisi son derece dîndâr ve pek mübhem bir sûretde vatanperverdi; hâlbûki on dokuzuncu asırda tamâmen vatanperver olmuşdu. Bu son devirde Fransa, İngiltere veya Almanya demiryolları üzerinde bir kompartimanda Fransa, İngiltere veya Almanya gibi acîb şahsiyetlerle alây edecek olanların Allah’a karşı aynı mu’âmelede bulunanlardan ziyâde nâhûş bir tâkım mu’âmelelere ma’rûz kalacakları muhakkak idi. Fikr-i beşer bu timsâllerin peşinden ayrılmıyordu, bu timsâller Avrupa’nın ilahları olmuşdu.

Hükûmetler ile nezâretlere böyle bir mâhiyet-i ‘ulviye izâfe edilmesi, ‘aşkları, kinleri, mücâdeleleri ile bu “devlet” hurâfesi Avrupa ile Garbi Asya’nın muhayyelesini pek ziyâde işgâl etmiş ve müfekkirelerinin şeklini bile o ilhâm etmişdir. Hemen hemen bütün târîhler, son iki ‘asrın bütün edebiyât-ı siyâsiyesi bu lehce ile yazılmışdır. Ma’mâfîh her tarafında Moğol veya Sami ırklarına mensûb ba’zı muhâcirler ile memzûc İspanyalı ve şimâlî ba’zı ‘anâsırı muhtevî bir halîta’-ı ‘ırkıyyenin mevcûdiyetine tesâdüf edilen, her tarafında az çok farklarla aynı ‘Arî lisânı tekellüm olunan, aynı Roma mâzîsine, ‘aynı dînî şekillere ve ictimâ’î ‘âdetlere, aynı sanâyi’-i nefîse ve ilme malik olan ve muhîtinde sâkin olan [s. 35] akvâmın, hiç kimsenin kendi hafîdlerinin hangi

milliyete intisâb edeceklerini tahmî etmesine imkân bırakmayacak derecede vâsi’ bir kolaylıkla, tesâlüb eyledikleri görülen bir Avrupa’da insanların, Almanya’nın vahdeti, İstanbul hakkında Rusya ile Yunanistan’ın rakîb müdde’iyâtı mevzû’-ı bahs olduğu zaman nasıl bu kadâr çılgınlık gösterdiklerini kemâl-i hayretle kendi kendine soran en ferâsetli bir neslin yaşadığı bir zaman geliyor. Bu ihtilâflar bir gün bize bugün artık tamâmen sönmüş olan ve Bizans sokâklarını bir zamânlar kânlar ve feryâdlar ile dolduran mâ’î ve yeşîl mücâdeleleri kadâr mecnûnâne görünecektir.

Bugünün hayâtında işbu hayâletlerin, devletlerin işgâl eylemekde bulundukları mühim mevki’e rağmen onların son asırların mahsûl îcâdı olduklarını ve nev’imizin vâsi’ târîhinde ancak bir sâ’at veya bir anı temsîl ettiklerini unutmayacağız. Bu bir küçük cezerden, beşeriyeti fikrî ve ahlâkî teâvün üzerine kurulmuş bir istikbâle doğru götüren büyük nehrin hafîf bir çırpıntısından başka bir şey değildir. Bir müddet daha insânlar imparatorluk ve milliyet ilahlarına tabi’iyyet edecekler ise de bu devrede nihâyet bulacaktır. Her mevcûd zî-hayâtı zîr-i tâbi’îyetine alaak olan ‘âlem-şumûl bir ‘adâlet hükûmeti, bir cihân devleti fikri bundan iki bin sene evvel zuhûr etmiş olduğu gibi bir daha da zihinlerimizden çıkmamıştır. İnsânlar tasdîkinden imtinâ’ eyledikleri zamânlarda bile onun mevcûdiyetine vâkıfdırlar. Zamânımızda siyâsî mes’eleler hakkında yazı yazanlar ve münâkaşa yapanlar, gazeteci veya târîhci olsunlar, tedrîcen i’tidâl demlerini istirdâd eden ve fakat büsbütün ayılmakdan korkan sarhoşlardan mürekkeb meclisleri hâtırlatıyorlar. Başlarının donmasına rağmen hâlâ içki şarkıları söyleyen gece sarhoşları gibi yüksek sesle Fransa’ya muhabbetlerinden, Almanya’ya husûmetlerinden ve İngiltere’nin denizler üzerindeki ‘an’anevî fâ’ikiyetinden dem vuruyorlar. Fakat hidmet ettikleri ilahlar, ölmüş bir tâkım ma’bûdlardır. Karalar ve denizler üzerinde kanûndan ve fikir mu’âvenetinden başka hiç bir kuvvetin hükümrân olduğunu görmek istemiyoruz. Rûhlarımızdan yükselen gayr-ı kâbil mukâvemet ve sâkitâne bir nidâ, ‘ayyaş-nûş ile mülevves bir odanın pancurlarının arasından geçen fecr gibi, benliğimizde tebler ediyor.