• Sonuç bulunamadı

Aydının imtihanı

Belgede MUM ÇİÇEĞİ. Cihan Okuyucu (sayfa 134-140)

Bevval-i çeh-i zemzemi lanetle anar halk Sen Kabe gibi kendini hürmetle benâm et

A

caba insanı sorumluluk duygusundan daha iyi tanım-layan bir kavram var mı? Gerçekten yerkürenin, ken-disine “emanet tevdi edilmiş” tek şuur sahibi varlığı olan insanı diğer canlılardan ayıran temel farklardan birisi bu duygu. Her fert de bu hisse sahip olduğu oranda hemcins-leri arasında insan olma liyakatini kesbediyor. Diğer bir deyişle insan, mesuliyet duygusu kadar insandır. Tabiatıyla her sorumluluk da bir imtihan gerektirir. Bilgi ve yetkiyle orantılı bir imtihandır bu. Bu itibarladır ki aydın tarih ve toplum önünde her hâl ve hareketinden sorumludur.

İki aydın tipi

Çağdaş Özbek Edebiyatının büyük yazarlarından Adil Yakuboğlu bu aydın imtihanından başarıyla çıkmış bir kah-raman sunuyor bize “Uluğbey’in Hazinesi”nde. (Çev. Ahsen Batur. Art. 1993) Uluğbey, tarihimizde daha çok bir astro-nomi âlimi olarak bilinir. Fakat o aynı zamanda Türkistan tarihinde önemli yeri bulunan bir devlet adamı. Yetiştirdiği öğrencileri uzun yıllar onun açtığı yolda yürüdüler ve aynı ışığı Anadolu’ya da taşıdılar. Yazarımız, Uluğ Bey zamanını kendisine konu olarak seçmiş ve bu devirde yaşanan bir aydın

krizini. Kader aynı rahle-i tedristen, Uluğ Bey’in eğitimin-den geçmiş iki öğrenciye, Ali Kuşçu ile Molla Muhyiddin’e farklı roller biçmiştir. Uluğ Bey’in oğlu tarafından tahttan in-dirilip öldürülmesi esnasındaki iktidar mücadelesi, berabe-rinde fikrî bir taassubu da getirmiştir. Yeni hükümdar, sırtını Uluğ Bey’in açtığı ışıklı dünyaya düşman olan birtakım çev-relere dayamıştır. Kendi karanlık düşüncelerinden başka hiç bir fikre hayat hakkı tanımayan taassup çevreleridir bunlar.

Kriz, Ali Kuşçu ile eski sıra arkadaşının yollarını ayı-rır. Çare yok iki arkadaş kaderin önlerine koyduğu bu zor eşikten geçecektir. Ama nasıl? Muhyittin şöyle düşünür:

Bu akan seli durdurmak, karşı koymak imkânsız. O hal-de sonucu olmayan bir riske atılmanın anlamı ne? İşte Ali Kuşçu’nun arkadaşından ayrıldığı nokta tam burasıdır. O, bu düşünceyi gayr-ı ahlakî bulur. Pragmatik tavır normal olarak öncelikle sonuçla ilgilenir. Ahlakî tavır ise sonuç-lardan çok olayın kendisini esas alır. Ahlakçı, seçiminde başka türlü davranamadığı için bir anlamda zorunlu olarak seçer rolünü. Durum Ali Kuşçu için de böyle olmuştur. O sonuna kadar ilim haysiyetine sadık kalır. Hocasının hatı-rasına ve ondan aldığı ilme ihanet etmez. Bunun karşılığın-da eziyet görür, hapse atılır, ölüm tehlikesi atlatır vs. zor bir karar vermiştir ama sonuçta şerefini ve vicdanını kurtar-mıştır. Çektiği bütün sıkıntılara karşı doğru davrandığını bilmenin verdiği iç itminan ve huzuru yaşar. Molla Muh-yittin ise hayatı prensiplerinden daha kıymetlidir. Zulümle uzlaşarak bu fırtınayı atlatabileceğini sanır. Hoş görünmek için en yakın arkadaşını jurnaller. Hocasını, ondan aldığı ilmi, daha evvel yazdığı eserleri ve fikirleri inkâr eder. Bu davranışının faydasını da görür önceleri. Hizmetleri karşı-lığında yeni idare ona hüsn-i kabul gösterir. Ne var ki za-manla durum değişecektir.

İlmî haysiyeti temsil edemeyen Muhyittin zalimlerin gözünde de saygısını yitirir. Zaafı keşfedilmiştir bir kere;

yaşamak ihtirası. Bu zaafı sonuna kadar kullanılır. Ma-demki hayatı için harcayamayacağı değer yok, harcasın o halde! Zavallı, bir kere ölmemek için her gün bin kere ölür.

Bir kere düşmeyegörsün insan. Kahramanımız da attığı her adımda daha çok batar, daha çok alçalır. Her gün önüne yeni bir fatura çıkarılır. Bir şeyler kaybetmemek için her yanlışa evet demiş olan zavallı bilgin, her şeyini kaybeder ve yaşadığı iç çatışmasına daha fazla dayanamayarak ak-lını yitirir. Uluğ Bey’in gerçek varisi olan Ali Kuşçu ise düşmanları için bile saygıdeğerdir. Eh, doğruluğun bük-meye muktedir olmadığı hangi bilek var? En muannit vic-danlar bile gün gelir bir tarafından çatlar. Onun bu tutumu da bazılarını vicdan muhasebesine zorlamış ve kendilerini bulmalarına yardım etmiştir. Daha sonra kendisi için ha-yatlarını tehlikeye atacak dostlar kazanmıştır bilginimiz.

Onların da yardımıyla, yakılma kararı çıkmış olan Uluğ Bey Rasathanesi’nin en önemli elyazmalarını kurtarıp saklamayı başarır. Esere adını veren hazine işte bu kitap-lardır. Ancak bana öyle geliyor ki, yazar bu konuda yanıl-mış. “Uluğ Bey’in hazinesi” tabirine bu eserlerden çok Ali Kuşu’nun layık olduğunu düşünüyorum. Zira neticede her kitap bir insanın eseri. Varsın kitaplar yakılsın, yok edilsin, onu yazacak ilim adamı ve ilim zihniyeti var oldukça bir gün yerlerine daha iyilerini koyma imkânı vardır. Ya ilim adamını kaybetmişsek? Bunu telafi etmenin, yerine yenisi-ni koymanın acaba imkânı var mı? Bu yüzden bu vefalı ta-lebenin, korumak için hayatını tehlikeye attığı kitaplardan daha değerli olduğunu düşünüyorum.

Biz yine romanımıza dönelim. Öldürmeyen Allah öldür-mez, denir ya. Talihsiz arkadaşının aksine Ali Kuşçu şerefli bir insan olarak çok daha uzun yaşayacaktır. Tarih kitapları-nın haber verdiğine göre o daha sonra ilme ve âlimlere kuca-ğını sonuna kadar açmış olan Fatih tarafından İstanbul’a da-vet edilecek ve sultanlar gibi karşılanacaktır. Böylece çektiği

bütün sıkıntıların karşılığını daha dünyada iken alacaktır.

Elbette hiç bir gece mahşere kadar sürmüyor, gün gelir in-sanlar yaptıkları ile baş başa kalır. Kazandıkları ya şerefli bir alın ya kirlenmiş bir vicdandır. Tarihe bırakılmış temiz bir isim yahut utançtır. Ali Kuşçu birinci gruptaki bahtiyar-lardan. Bu gün de onun adını hâlâ hürmetle yâd ediyoruz.

Fakat onun asıl tebcil edilmesi gereken yönü, bilgisinden çok ilim haysiyeti olmalı. Zira çok zaman ilimle ilim haysiyeti bir araya gelmiyor ne yazık ki... Birçok ilim adamları küçük hesapların zebunu ve maskarası oluyorlar. Elbette ideal olanı iktidarı elinde tutan gücün ilme saygı duyması, onun üzerin-de baskı kurmaması. Ne var ki ilim başkalarından beklediği saygıyı önce kendi kendisine duymalı ve onu hak etmelidir.

Unutmayalım ki kişiler ve kurumlar hak ettiği ölçüde saygı görürler. Hele bir kere bu vasfınızı kaybedin, bir daha asla kendinizi oyuncak olmaktan kurtaramazsınız. Tarih Muh-yittin Çelebilerin benzerleriyle doludur. Kendi üfledikleri ateşte yanan, zaaflarıyla besledikleri problemler tarafından boğulan zavallı bilgin ve aydınlarla.

Bir başka tip

Yazarımız eserinde bu iki kişi dışında bir üçüncü tipi daha gözler önüne seriyor. Dalkavuk şair Mir Yusuf Hılveti’yi. Bu şair her devrin adamıdır. Her geleni över, her gidene söver. Aynı övgü şiirini değiştirip değiştirip son gelene sunar. Zira onun için önemli olan övdüğü şahsın o meziyeti taşıması değil, kazanacağı şöhret ve kendisine ve-rilecek caizedir. -Caize, kaside karşılığı verilen para, yahut hediye anlamına geliyor.- Eh, başka yapacak işi olmayan bu eski devir şairine yaptığını çok görmeyelim. Görevi ger-çeği ortaya çıkarmaktan ibaret olan bir bilim adamı -Molla Muhyittin- bile o hallere düştükten sonra, şairimizin sözü mü olur. Hılveti gibi kötülüğe soyunan bazı insanların ebedî zaaflarından biri de unutulmamak, bu dünyadan

göçüp gittikten sonra geriye bir isim bırakmak. Şöhretin de bin bir yolu var tabi. Efsaneye göre böyle bir hevesin ze-bunu olan zavallının biri, isim bırakmak için pek alışılma-dık bir yol denemiş. Gidip zemzem kuyusuna bevl etmiş.

Arzusuna da nail olmuş neticede. Asıl adı sanı unutulmuş, yaptığı kötü işle anılır olmuş artık. Bevvâl -Türkçesini yaz-mak okuyucunun yüzünü kızartır, en iyisi bir sözlüğe ba-kıversin- o işi yapan demek. Yukarıya aldığımız beyit işte onun hikâyesini anlatıyor. Şair bu bedbahta acır ve bir baş-ka şöhret yolunu gösterir insanlara. Der ki; “İki türlü şöhret imkânı var. Ya Bevvâl gibi meşhur olmak, ya da Kâbe gibi anılmak. Halk bunlardan birini lanetle anıp durur, diğerini ise hürmetle. Sen de meşhur olmak istiyorsan eğer, Kâbe gibi meşhur ol, Bevvâl gibi değil.”

Gelecek onlarındır. Tekrar yazımızın başına dönelim.

İnsanlar imtihandadır. Ama özellikle ilim adamları ve ay-dınlar. Tarih, o sürüp giden akışı içinde hep aynı senaryo-yu değiştirip değiştirip önümüze getirir. Bizler de önümü-ze çıkan rollerden birini seçer üstleniriz. Bevvâl olmak da Kâbe olmak da bizim tercihimiz. Muhyiddin ve Mir Yusuf Hılveti rolünü seçenlere ne kadar yazık. Ne mutlu, dünün, bugünün ve yarının Uluğ Beylerine, Ali Kuşçularına. Ne mutlu bilgisinin hakkını verenlere.

Belgede MUM ÇİÇEĞİ. Cihan Okuyucu (sayfa 134-140)