• Sonuç bulunamadı

Yıldızlara bakmak

Belgede MUM ÇİÇEĞİ. Cihan Okuyucu (sayfa 84-90)

G

eç vakitlere kadar çalıştığım gecelerden biriydi.

Zonklayan bir kafayla yorgun adımlarımı sürükle-yerek okuldan eve dönüyordum. Yemekhaneyle konfe-rans salonun arasında iki tarafı akasya ağaçlarıyla kaplı yoldan geçerken önümde oynayan bir karaltı fark ettim.

Baktım, apartmanı bekleyen köpeğin baharda doğmuş yavrularından biri. Durdum ve ne yaptığını gözetledim.

Yavru, ağaçların altından akan kanaldaki suda oynuyor-du. Sirklerde gördüğümüz türden bir manzarayla karşı karşıyaydım. Hayvan kanaldan çıkıyor, zeminden yarım metre aşağıdaki suya, bir akrobat gibi dimdik kendini bı-rakıveriyordu. Sonra bir daha, bir daha. Tam bir haşarı çocuk neşesiyle kendisini oynadığı oyuna kaptırmıştı.

Hadise öylesine ilgi çekiciydi ki geçip gidemedim. Bir müddet bu oyunu sürdüren yumurcak sonra, yerlere kadar uzanan bol çiçekli akasya dallarıyla ilgilendi. Sürtündü debelendi, yuvarlandı. Sonra hızını alamayarak çiçekleri koparıp yemeğe başladı. Hayretler içinde kalmıştım. İlk defa çiçek yiyen bir köpek görüyordum. Bu nasıl bir ya-şama sevinci ve heyecanıydı. Düpedüz sanatkâr ruhlu bir köpekti karşımdaki. Kitapla dolu ağır çantamı yere koyup ağaçların altına oturdum. Kravatımı gevşetip ceketimi ya-nıma uzattım. Bir uykudan uyanmış gibiydim. Ne kadar güzel bir bahçede olduğumu ancak şimdi fark etmiştim.

Akasya kokusu ne kadar kesif ve ayartıcıydı. Zayıf sokak lambasının ışığında akan kanalın suyu, bir gümüş cetvele ne kadar benziyordu. Haşim’in çok seveceği manzaralar-dan biriyle kuşatılmıştım. Gayrı ihtiyari, pabuçlarımı -M.

Hamidu Kan’ın deyimiyle toprakla aramıza giren o abus aleti- çıkardım ve ayaklarımı suyun ahengine bıraktım.

Nasıl olsa bu saatte kimse beni göremezdi. İçimin sesine uydum ve sırt üstü çimenlerin üzerine uzandım. O zaman gökyüzünün ne kadar parlak, yıldızların ne kadar iri ol-duğunu fark ettim. Ara sıra hafif ılık bir rüzgâr yüzümü okşuyor, dalları ürpertiyordu. Köpek sanki gözümden bir perde kalkmasına sebep olmuştu. Bir anda çevremdeki güzelliğe uyanmıştım.

Bahçe derin ve asil bir sessizliğe bürünmüştü. Kampus alanına komşu kışlada hâlâ talim yapan askerlerin koro ha-linde söylediği marşlar, tabloyu tamamlayan bir fon müziği gibiydi. Ve ben orada uzanıp yatıyordum. Bunu da gök-yüzündeki yıldızlardan başka gören, bilen yoktu. Aman Allah’ım! Ne muhteşem, ne güzel bir geceydi o. Orda ku-tup yıldızı, nam-ı diğer demir kazık, tek başına parlayıp duruyor. Ötede Küçük Ayı, Büyük Ayı, Samanyolu ve adını bilmediğim takım yıldızları öbek öbek. Onları seyrederken eskilerin, yıldızlarla kaderimiz arasında kurdukları kader bağlarını düşünüyorum. Diğerlerini bilmem ama her hâlde kutup yıldızı bir şekilde nice insanın kaderinde yer etmiş.

Pusulanın icadından önce birçok yolcular onu izleyerek yönlerini bulmuşlar, sahil-i selâmete kavuşmuşlar. Ya da aysız, yıldızsız gecelerin kurbanı olarak dönüşü olmayan bir iklime revan olmuşlar.

Bu muhteşem manzarayı sanki ömrümde ilk kez görmüş gibiyim. Kendi kendime hayıflanıyorum. Nasıl olmuş, koca yaz gelip geçmiş ve ben bir kez olsun gök-yüzündeki yıldızların farkına varmamışım. Acaba diğer günlerde de onlar orada değil miydi? Nasıl olmuş, nasıl

gaflet etmişim? Eskiyi hep çağrışımlarla hatırlarız, bir durum bize geçmiş benzerini getirir. Yine öyle oluyor ve içinde bulunduğum durum, zihnimi yıllar ötesinde bir dağ başı köyünde geçen çocukluk günlerine sürüklüyor.

Kendimi evimizin önünde bir karış yüksekliğindeki ot-ların üzerinde sırt üstü uzanmış buluyorum. Âdeta alçal-mış başıma değecek kadar yakın gökyüzünü ve yıldızları büyümüş gözlerle seyrediyorum. Kulaklarım neredeyse hışırtılarını duyacak. Onları seyrederken, kıssasını köy camiinde okuduğum, yıldızlara tapan Sebe kavmini an-ladığımı hissediyorum. Bu ne dehşetli bir manzara. Sanki gök kapıları açılmış beni de içine alacak. Evimizin altın-dan geçen dere gümüş bir cetvel şimdi. Ağaçların hışırtısı suyun sesine ahenk tutmakta. Kurbağalar ve cırcır bö-cekleri yaz akşamlarının fahri mutripleri. Ötede kocaman bir ay bir sır halesi. Altımdaki yerin çekildiğini göklerin beni çağırdığını hissediyor, korkuyorum. Güzellik keskin bir baş dönmesi veriyor. Yıldızların ardında acaba ne var.

Yoksa bunlar cennetin ışıkları mı? Çocukça bir merakla, kendi yıldızımı bulmak istiyorum. Acaba gerçekten öyle bir şey var mı? Sonra iri bir yıldız koca bir kavis çizerek sonsuz boşluğa yuvarlandı. Dehşet içinde kaldım, bu yıl-dız sakın benim yılyıl-dızım olmasındı. Artık korkumu zapt edemeyerek eve doğru kaçtım.

Aradan geçen zaman içinde yıldızları nerede ve nasıl kaybetmiştim. Bu süre içinde onlarla ilgili birçok şey öğ-renmiş olmalıyım. Okullar, kitaplar, belgeseller. Benimle yıldızlar arasına giren bunlar mı? Eğer öyleyse, bütün bun-lar bedeli güzellik olan ne pahalı bilgilermiş. Yoksa suçlu yıldızsız şehirlerin puslu, yazı kışı belirsiz gri boşluğu mu?

Sade yıldızlar mı? En son ne zaman üşüdüm, ne zaman acıktım. Ne zaman temmuz sıcağında çatlamış dudakla-rımla su içtim. Çıplak ayakla yere basmayalı kaç yıl oldu?

Ne zaman ağladım en son, gönül dolusu ne zaman güldüm.

Narkozlu bir hasta gibi acımayı, sevmeyi, hissetmeyi unut-muş gönlüme vah! Neredesin ey hayret etmesini bilen ço-cuk gözlerim! Her şeye bir füsun rengi veren çoço-cuk kalbim neredesin.

Şimdi yıllar sonra eski bir dostla karşılaşmış gibi heye-canlı bakışlarım gökyüzünü kucaklıyor. Yine dehşete ka-pılmak, yine korkmak istiyorum. Şükür bu güzelliği hâlâ fark edebiliyorum. Güzelliğe büsbütün yabancılaşmamışım demek ki. Yine de gözlerimde ve gönlümde o saf hayranlık duygusu yok. Belli ki sihri bozan bir yabancı el gezinmiş oralarda. Şimdi daha çok aklımla görüyor, onunla hissedi-yor, düşünüyorum.

Eskiler her yıldızın bir insanla irtibatına kani olmuşlar.

Bu batıl düşünce bana bir yönüyle anlamlı geliyor şimdi.

Göğü ışıtan yıldızların bu iş için elbirliği ettiklerini düşü-nüyorum. Böyle olmasaydı tek bir yıldız gecenin karanlı-ğına nasıl meydan okuyabilir, ışığını nasıl bize kadar ulaş-tırabilirdi. Her yıldız, görünmesini bir diğer yıldıza borçlu.

Ancak yıldızların o küçük küçük ışıkları bir araya geldik-ten sonradır ki sema aydınlanıyor. O halde yanan her yıldız kendisiyle birlikte diğerlerini aydınlatmakta ve yeryüzüne ışığını bu sayede ulaştırmakta. Birleşen ışık demetleri mu-azzam bir tablonun unsurları. Muhteşem bir senfoninin basit notaları ya da. Gördüğümüz yıldızların birçoğu bel-ki çoktan sönmüş gitmiş; ama ışığı işte orada parlayıp du-ruyor. Demek ki hiç bir şeyin kaybolmadığı doğru. Günü, zamanı gelince her şey sahibini buluyor. Her söz ve her davranışın da böyle adrese postalanmış olduğunu düşünü-yorum.

Bana öyle geliyor ki; göğün altı da gökyüzüne benze-mekte. İnsan toplulukları da yıldız kümeleri gibi. Yeryü-zünün yıldızları da bizleriz. Bizler, yani hepimiz, tek tek bütün insanlar. Aydınlığımız yahut karanlığımız başkala-rına da yansımakta. Varlığımızla ya aydınlığı besliyoruz

ya karanlığı. Bir kısmımız Ahuramazda’yız bazıları-mızsa Hürmüz. Ortaya ışıl ışıl bir dünya, yahut zifiri bir gecenin çıkması bizim tavrımıza bağlı. Cennetimiz ya da cehennemimiz de öyle; bu tablonun vazgeçilmez ele-manlarıyız hepimiz. Senfoninin kalitesinde doğru yahut yanlış basılmış her tuşun bir payı var. Bu düşünce hâlâ talim yapan askerlerin bana kadar ulaşan sesleriyle bü-tünleşiyor. O kadar mesafeden tek bir erin sesinin buraya kadar ulaşması imkânsız olduğunu düşünüyorum. Ama aynı şeyi söyleyen birçok ses bir araya gelince ses menzili ne kadar artmış. Demek ki her yıldız diğer yıldıza, her nota diğer notaya ve her ses öbür sese muhtaç. Biz de öyle değil miyiz? Her insan maddî ve manevî varlığını sür-dürebilmek için hemcinslerine muhtaç. O halde, dünyayı, bu hepimizin ortak evini, ışıl ışıl hale getirmek için yıl-dızlar gibi elbirliği etmek durumundayız. Her yıldız ışığı nispetinde ışıtır geceyi. Biz de parlak bir yıldız olmaya aday olmalıyız hem kendini aydınlatan hem de çevresini.

Peygamberimizin (s.a.s.) ashabını yıldızlara benzetmesi bu yüzden ne kadar anlamlıdır. Onlara tevarüs etmek, yanılana, gecede yolunu yitirmişe yön gösteren bir kutup yıldızı olabilmek ne bahtiyarlık.

Ayağımı soktuğum suyun delişmen akışına bakıyo-rum. Kim bilir bu gür çay kaç damladan meydana gelmiş.

Tek başlarına yok olmaya mahkum bu damlacıklar da var-lığın sırrını el ele vermekte bulmuş. Toplanıp bir menzile giden yolculara benziyorlar. Zayıf varlıklarını başka hem-cinsleriyle güçlendirmişler ve hem kendilerini yokluktan kurtarmış hem de başkalarına hayat kaynağı olmuşlar. Kim bilir yolları hangi dereye uğrayacak, o dere kim bilir hangi nehre katılacak ve sonunda maksad-ı aksa olan denizlere kavuşacak.

Saatler ilerlemiş hâlâ zirvesi karlı olan dağ tarafın-dan esen rüzgârla hava soğumaya başlamıştı. Yerimden

kalktım, çoraplarımı buldum, pabuçlarımı giydim. Bana çok şey anlatan yıldızlara son kez baktıktan sonra evin yo-lunu tuttum. Oyundan yorulmuş minik köpek kapının ke-narına kıvrılmış kestiriyordu. İçimden ona teşekkür ettim.

Yarın, hava güzel ve yıldızlı olursa yine oraya gidecek ve yıldızları seyredeceğim.

Belgede MUM ÇİÇEĞİ. Cihan Okuyucu (sayfa 84-90)