• Sonuç bulunamadı

S

evgili okurlar, sizinle eğitimimizin en derin yaraların-dan birini konu alan bir hasbıhal yapmak istiyorum.

Bunun içindir ki doğrudan doğruya öğrencileri ve eğitim-cileri muhatap alıyor ve onlara seslenmek istiyorum. Size yaşanmış üç tablo sunacağım ve sizden bu tablolar üzerin-de düşünmenizi isteyeceğim.

Birinci tablo

Yıllar önce falanca üniversitenin filanca fakültesinin imtihan salonunda yaklaşık kırk aday, doçentlik yabancı dil sınavında ter dökmekte. Hepsi birbirini tanıyan aynı üniversite mensubu bu adaylar arasında imtihana ilk defa girenler yanında şansını defalarca deneyenler de var. Genç-ler, orta yaşlılar, artık akademik hayatının devam edip etmemesi bu sınava bağlı olanlar. Velhasıl heyecanı yü-zünden okunan bir salon dolusu insan. Ancak tam köşede biri var ki çok sakin görünüyor. Köşesinde sessiz ve heye-cansız sınav saatini bekliyor. Heyeheye-cansız, çünkü bu onun ilk girişi. Az çok bilgisinden emin ve sonuç onu pek de ilgilendirmiyor. Az sonra sınav kâğıtları dağıtılıyor ve 2,5 saatlik zorlu sınav başlıyor. Salon görevlileri Ankara’dan gönderilmiş üç hoca. Dağıtım işlemlerinden sonra sıraları dolaşarak sınavın emniyetini kontrol ediyorlar. Köşedeki sessiz adam durumu yadırgıyor, hâlâ öğrenci muamelesi

görmek onuruna dokunuyor. İlk dakikalar gelip geçtikten sonra fakülte idarecisi geliyor ve heyeti çay içmeye dışarı davet ediyor. Onlar çıkar çıkmaz yine fakülte görevlilerin-den birisi içeri giriyor ve yabancı dili zayıf olan bir arkada-şının sorularına yardım etmeye başlıyor. Salonda kısa bir tereddüt hali, durumu kavrama anı geçtikten sonra ortalık birden karışıyor. Hemen herkes önündekine, arkasındakine, yanındakine cevap verip cevap almaya başlıyor. Az evvelki ağır başlı havadan eser yok şimdi. Bu imtihanların gedik-lisi olduğu için herkesçe tanınan tıp fakültesinin en yaşlı hocalarından biri sıralar arasında dolaşmakta. Bir kişiye itimat edemediği için elde ettiği cevapları başkalarınınkiy-le karşılaştırıyor. -Böybaşkalarınınkiy-le olduğu halde sınavdan yine başa-rısız olacak- Köşedeki sessiz aday bu manzarayı inanamaz gözlerle seyrediyor. Çevresindeki herkes çıldırmış gibi ge-liyor ona. Ne zamandır tanıdığı saygın kişiler, yılların ho-caları, dostları, ahbapları birden yabancılaşıvermişler gibi.

Kırk kişilik salonda yerinden kıpırdamayan, üç beş kişi ya var ya yok. Nasıl olur, diye düşünüyor, nasıl olur! Ortalama kırk yaşındaki bir hoca, en az on beş yıllık meslekî geçmi-şe sahip demek. Bu süre içerisinde kim bilir kaç kere kopya çeken öğrencilere nasihat etmiş, yine de haşarılık edenlere ceza kesmiş bu insanlar, şimdi bütün bir meslek onurunu ayaklar altına alarak, tam bir öğrenci psikolojisiyle hareket etsinler. Olur şey değil!

İkinci tablo

Birinci tablo köşedeki adamın zihnini uzun süre meş-gul ediyor. Bir dost meclisinde söz buraya gelince bu tatsız hatırasını onlara da anlatıyor. Oradakilerden kıdemli bir hoca da kendi anısıyla katılıyor sohbete. İşte onun anlattığı ikinci tablo.

“Doktoramı yapmak üzere Paris’e gittiğimde yaban-cı dil bilgimi ölçmek üzere beni bir sınava aldılar. Teze

başlayabilmek için lise seviyesinde dil bilmek gerekiyor-muş. Böylece bir lisenin bitirme sınavına alındım. Bu be-nim yabancı bir ülkedeki ilk sınav tecrübem oldu. Yaşı otuzu geçkin bir insan olarak 16-17 yaşındaki çocuklarla birlikte imtihana girmek beni biraz sıkmıştı. Yine de kaş altından çevremi izleyebiliyordum. Sınav salonunda çocuk-lar oldukça rahat hareket ediyorçocuk-lardı. Gazetesini okumak-la meşgul hoca, sınıfı unutmuş gibiydi. Bir müddet sonra yanımdaki öğrenci kalktı, açık kapıdan çıktı gitti. Ancak sınav kâğıdı ve kalemini sıranın üstünde bırakmıştı. Buna bir anlam verememiştim. Sınavını bitirmişse niye kâğıdını teslim etmemişti? Diğer taraftan sınav süresinin yarısı bile geçmediğine göre bu kadar kısa sürede cevaplamayı bitir-miş de olamazdı. Bu merakım ancak birkaç dakika sürdü.

Aynı delikanlı yine elini kolunu sallayarak, içeri girdi, ge-çip yerine oturdu ve kaldığı yerden yazmaya başladı. He-men kürsüye baktım, hoca hiç oralı değil. Şaşırmıştım. Bu nasıl imtihandı, böyle? Yoksa çocuk kendisinden korkulan, zorba biri olduğu için mi kendisine müdahale edilememişti.

Ancak bu varsayımın da yanlış olduğunu anlamakta gecik-medim. Zira zaman geçtikçe daha başkaları da aynı şekilde çıktılar ve girdiler.

Durumu kavrayınca ben de bu imkânı kullanmak is-tedim. Kâğıdımı bırakıp çıkarken yan gözle hocaya bak-tım, hiçbir tepki yok. Oh! İşte dışarıdayım. Tarihî binanın uzun ve yüksek tavanlı koridorları oldukça loş. Dışarı çıkan öğrencilerden birkaçı düşünerek yahut sigara içerek volta atıyorlar. Fırsatı değerlendirip bilemediğim soruları onlara sorsam mı? Birisi yanımdan geçerken cesaretimi toplayıp önüne geçiyorum ve sınav sorusunun cevabını bilip bil-mediğini soruyorum. Çocuk afallıyor. Beklemediği bir şey karşısında insan nasıl şaşırır, işte öyle yüzüme bakıyor. İyi anlatamadığımı sanarak sorumu tekrar ediyorum. Niha-yet bu sefer kastımı anlıyor ve gözleri büyük bir hayretle

açılıyor: “Mösyö” diyor, “Sanırım imtihanda olduğunuzu unuttunuz.” O an utançtan yerin dibine girecektim. Bu yarı yaşımdaki Fransız gencinin bana verdiği ders, hafızamda silinmez bir hatıra olarak kaldı.”

Bu hatıra köşedeki sessiz adama çok şeyler anlattı ve onu üzdü. Bu iki tablonun yanlış yerlerde bulunduğunu düşündü. Birinin olması gereken yerde öbürü duruyordu.

Niçin, niçin! Niçin bütün güzel örnekler hep başkalarına aitti. Nihayet tahsilini yine yurtdışında tamamlamış bir hocanın hatıraları arasında ona teselli olacak şu anekdotla karşılaştı.

Üçüncü tablo

Yıllar önce Ezher’in avluya bakan küçük hücrelerinden birinde, yaşı kırk civarında gösteren yaşlı bir talebe, elin-de kalem kâğıt hocasını bekliyor. Biraz sonra, Türkiye’elin-de bulunduğu için kaçırdığı felsefe dersinden imtihan olacak.

Onun için sınıfta böyle tek başına. Az sonra başında Mısır-lılara mahsus ulema sarığı ve uzun cübbesiyle hocası içeri giriyor. Bu onun en çok saygı duyduğu ve kendisi tarafın-dan da sevildiği kişi. Sadece hocası değil aynı zamanda her sırrını bilen aile dostu. Hoca cesaret verircesine gülümsü-yor ve tek bir soru sorugülümsü-yor. Belli ki işi kısa tutmak amacın-da. Fakat aksi tesadüf, bu tek soru öğrencinin çalışmadığı bir konuya ait. Hoca kürsüde, o sırasında bekliyor. Üç, beş, on dakika geçiyor. Daha önündeki beyaz kâğıdın üzerine tek satır yazılmış değil. Hoca yerinden kalkıyor ve: “Muh-tar” diyor. “Her hâlde yanlış bir soru sordum; konunun ba-şını hatırlatayım sonra sen devam edersin.” Yaşlı öğrenci bu teklif karsısında sevgiyle bakıyor hocasına. Fakat ses tonu oldukça kesin: “Kusura bakmayın hocam; ama kabul edemem.” Hoca biraz şaşkın geçip tekrar yerine oturu-yor. Talebenin elleri şakağında dudakları kıpır kıpır dua-da. “Allah’ım, kapıları aç, ta ki hatırlayayım. Bana bir yol

ver.” sınav saatinin yarısı geçmiş ve sayfa hâlâ olduğu gibi durmakta. Nihayet yaşlı adam kararlı bir tavırla yerinden doğruluyor ve emreder bir şekilde: “Tamam”, diyor. “Bu soruyu değiştiriyorum. İtiraz falan istemem.” Fakat talebe saygıdan sesi titreyerek yine aynı cevabi veriyor: “Teşekkür ederim. Ama bunu da kabul edemem.” Bu sefer yaşlı koca kavuk öfkeyle sarsılıyor. Genizden gelen bir la-havlenin ardından. “O halde ne halin varsa gör, inatçı Türk.” diye homurdanıyor hoca. Orta yaşlı talebe gözlerini kapatıyor ve eşini çocuklarını düşünüyor. İşte sınavın bitmesine on dakika kalmış. On dakika sonra her şey bitecek. Bu sınavın kaybı mezuniyetin bir yıl gecikmesi demek. Çoluk çocuk, gurbette bir yıl daha geçirmek. Yoksa! Hayır, hayır! Sonu-cu ne olursa olsun başka türlü davranması mümkün değil.

Tekrar bildiği duaları okumaya başlıyor. Nihayet zihninde bir şimşek parıldıyor, o bekleyip durduğu kapı açılıveriyor ardına kadar. Biri kulağına fısıldamış gibi konuyu bütü-nüyle hatırlıyor şimdi. Kalemi gerisinde satırlar bırakarak âdeta uçuyor sayfalar üzerinde. Bahçedeki büyük zil çı-kış saatini ilan ederken, öğrencinin hocasına uzanan tere batmış parmaklarında tamamen dolu üç sahife. Hoca ta-lebesine azarlarcasına bakıyor: “Ya hatırlamasaydın.” Şu cevabı veriyor yaşlı talebe: “Hatırlamasaydım, bir yıl kay-bedecektim, yardımı kabul etseydim kendimi. Yaşadığım sürece hak edilmemiş bir mezuniyetin yükü beni ezecekti.

Bir ömür boyu böyle bir yük altında yaşamaktansa bir yıl kaybetmek daha makul değil mi?”

İşte sevgili eğitimciler, sevgili öğrenciler, size üç ayrı coğrafyadan üç ayrı tablo. Bu tabloları iyi okuyunuz ve hem kendinizi, hem de ülkenizi hangi tabloya layık gördü-ğünüze karar veriniz.

Belgede MUM ÇİÇEĞİ. Cihan Okuyucu (sayfa 128-134)