• Sonuç bulunamadı

Ahlak ve terbiye

Belgede MUM ÇİÇEĞİ. Cihan Okuyucu (sayfa 52-56)

A

hlak dediğimiz şey, insan için fıtrî ve doğuştan gelen bir haslet midir yoksa onu sonradan mı kazanırız?

Eski tabirleriyle ifade edersek; ahlak “vehbî” midir “kesbî”

midir? Ahlakı akılla ilintili bulan Mutezile’ye göre ahlak, vehbîdir. Buna karşılık Eşarilere, hususen Gazali’ye göre ahlak sonradan edinilen bir kavramdır. Bize de bu fikir daha makul geliyor. Sebebini izah etmeye çalışalım: Şüp-hesiz insan yaratılıştan “İslam fıtratı” üzerinedir. Biz bu ifadeyi; “insan ahlaklı olmaya elverişlidir” şeklinde de an-layabiliriz. Bu fıtrî potansiyel bazen iyi yönde inkişaf eder bazen de körelir. Her iki sonuçta da fıtratla birlikte dış mü-dahale söz konusudur. “Dış mümü-dahale” ifadesiyle birlikte yeni bir kavramla; terbiye yahut eğitimle karşılaşıyoruz.

Fert üzerinde başlıca terbiye edici faktör toplumdur.

Toplum derken; toplumun inançları, ahlakı, insan ilişki-lerini vs. kastediyorum. Fert-toplum ilişkilerindeki etki-leşme, özellikle ferdin şahsî kabiliyetiyle orantılı bir seyir takip eder. Vasat bir ferdin rengi, toplumun umumî rengi-dir. Genelde dengeli toplumlarda ekseriyetin ortak payda-ları oluşmuştur ve fertler bu ortak kriterlere göre hareket ederler. Ancak aykırı tipler bazen müspet, bazen de menfî manada “vasat terbiye”nin dışında kalırlar ve toplumu etki-lerler. Bunlar ya özel çevre şartlarıyla farklılaşan ya da ya-ratılıştan birtakım olağan dışı kabiliyetlerle mücehhez olan

kimselerdir. Vasat insanlarda bile “sürüleşme” temayülüne karşı daima bir iç direnç ve ferdi başkaldırı vardır. Asrın ilk yarısında Freud’un yöntemlerini kitlelerin sürüleştiril-mesinde kullanan Rus ve Alman totalitarizminin mutlak başarıya ulaşamaması, bu ferdiyet cevheriyle izah edile-bilir. İnsan her yerde insandır ve insanî mükellefiyetleri vardır. Esasen ahlak, ferdileştiği oranda gerçek manada ahlak adını almaya hak kazanır. Bu sebeple, rengi ne olur-sa olsun, bütün suçu sistem -yani toplum- üzerine atmak imkânı ortadan kalkmış oluyor. -Bu konuyu merak eden-ler, Soljenitsin’in eserinde bolca örnek bulabilireden-ler, (Gulag Takım Adaları)- Neticede her toplumda farklı davranış ör-nekleri, gerek “yaratılış ahlakı” diyebileceğimiz fıtrî po-tansiyel, gerekse gayretlerle kazanılan “kesbî ahlak” bakı-mından insanların eşit olmadığını göstermektedir.

Ahlak ve gelenekler

Ferdî farklılıklara rağmen neticede ferdi eğiten yine top-lum. Burada şu sorulabilir; toplum da fertlerden meydana geldiğine göre, toplumu eğiten yahut onun genel kabullerini vücuda getiren şeyler nelerdir? Bir çoğumuz bu soruya; “ge-lenek ve görenekler” diye karşılık veririz. Peki ama ge“ge-lenek ve göreneklerin de bir kaynağı olmalı değil mi? Genel kabule göre gelenekler -ekseriyeti itibarıyla- dinin topluma intibakı esnasında kazandığı yeni görünüşlerden ve davranış biçim-lerinden ibarettir. O halde Durkheim -vardığı neticeler farklı da olsa- en temele dini koymakla haklı.

Din, yüce Yaratıcı tarafından insan hayatının tanzim edilmesi manası taşıdığına göre, en baştaki sorumuza ce-vap verebiliriz; ahlak dışarıdan telkin edilen ve sonradan kazanılan bir şeydir. Tabiatıyla, bu telkine açık ve onu kabul istidadında bulunmak -diğer deyişle İslam fıtratı üzre olmak- lazımdır; ta ki din muhatabını bulmuş olsun.

Denebilir ki Allah, insanı ahlakı kabul eder bir istidatla

yaratmış, sonra da onun bu yönünü inkişaf ettirip kemale erdirecek müdahalelerde-dinler ve peygamberler yoluyla- bulunmuştur. Acaba bu müdahale olmasaydı insan kesbî bir ahlak sahibi olabilir miydi? Diğer bir deyimle, insan dinin amaçladığı hedeflere kendi gayretleriyle ulaşabilir miydi? Ahlakı bilgi ile doğrudan ilintili kabul ettiğimizde -gerçekte, mutlak olmasa da böyle bir ilinti vardır- insanın bilgisini arttırması oranında ahlakî olgunluğa ulaşacağı neticesine varırız.

Günümüz insanında, her konuda olduğumuz gibi ahla-kî boyutta da geçmiş hemcinslerimize faik olduğumuz inancı mevcuttur. Hoşgörü, hümanizm, fikrî tolerans, insan hakları vs. günümüzde ulaştığımız yeni insanî kavramlar ve ahlakî kriterler olarak görünüyor. Ancak bu fikirlere ya-şanılan nice acı tecrübelerden sonra ulaşıldığını ve çok za-man da bunların uygulanabilir fikirler olmaktan çok uzak olduğunu hepimiz görüyoruz.

Ahlak ve bilgi

Peki neden? Neden bilgi ahlakîleşemiyor, erdem ha-line gelemiyor? Bir şeyi bilmekle yapmak farklı şeyler-dir de ondan. Bilgi ancak iman derecesine yükseldiğinde kuvveden fiile geçme enerjisini bulur kendinde. Bilmek -vicdanlara göre değişen, tevil yolları daima açık- zayıf bir mesuliyet yükler bize. “İnsanın bilgisi oranında sorumlu olduğu” fikri, pek az vicdanda makes bulabilmiştir. Buna karşılık “yapmak” bizden feragat ister; çok zaman kendi aleyhimizde bir tutum içinde olmamızı ilzam eder. Bu ise yeni donanımlar gerektirir, sağlam bir vicdan ve kuvvet-li bir irade yahut kısaca ahlak. İradeden soyutladığımızda geriye sadece tatbik imkânı olmayan nazarî ilkeler kalır ki bu da “ahlak” tavsifine hak kazanamaz. Bu hakikat sebe-biyledir ki günümüzün “bilgi toplumları” en fazla ahlakî çöküntüye maruzdurlar.

Bu noktada ahlakın insanlığın kaderiyle irtibatını vur-gulamak amacıyla, Toynbee’nin endişelerini nakletmek isterim. (Yaşamı Seçin, Ankara,1985) Yazara göre günü-müz insanının geçmiş atalarına göre çok ileri bir bilgi top-lumu olduğundan hiç şüphe yok. Oysa ahlak söz konusu olduğunda bunu söylemek hiç de kolay değil. Hatta tersine bir gelişmeyle insanlığın daimi bir ahlakî tedenni içinde olduğu görülüyor. Bu da elindeki tahrip imkânlarıyla gü-nümüz insanını çok tehlikeli bir duruma getirmektedir. O halde ahlakî tekâmül bir lüks olmaktan çıkmış, insanlığın selâmeti için zarurî hale gelmiştir. Aksi takdirde, dünyası için ahlakını feda eden Batılı, neticede o dünyayı da elin-den çıkaracaktır.

Sonuç olarak diyebiliriz ki ahlak; insan için potansiyel olarak yaratılıştan mevcut olan ancak tezahür ve tekamü-lü sonraki gayretlere bağlı yani, “kazanılan” bir kavram olarak tarif edilebilir. Ahlakın kazanılması belli bir dinin -yahut inanç sisteminin- terbiye ve telkini ile mümkündür.

İslam, fikir olarak terbiyeye inanır ve bu anlamda müdaha-lecidir. İlk insan ilk peygamberdir ve ilahî mesaja muha-taptır. Bizatihi “Rab”, terbiye edici demektir. Hz. Peygam-ber de kendisinin ahlaki mükemmeliyetini ilahî terbiyeye mazhar olmasına bağlamaktadır. Modern Batı anlayışı ise prensipte, ferde daha az müdahaleyi öngörür. Acaba insana müdahalede makul olan sınırlar, yahut insanî hürriyetin sı-nırı ne olmalıdır? İnsan “la-yüsel” midir? Bırakalım; “yap-sın, etsin” mi? Yani mutlak hürriyet onun için mümkün ve caiz mi? Bu sorulara verilecek cevap yine temelde medeni-yetlerin insan anlayışı ve tariflerine uygun olacaktır.

Belgede MUM ÇİÇEĞİ. Cihan Okuyucu (sayfa 52-56)