• Sonuç bulunamadı

Sinek yiyen adamın hikâyesi

Belgede MUM ÇİÇEĞİ. Cihan Okuyucu (sayfa 90-94)

Ş

ehirle Talas arasında çalışan belediye otobüsü akşam sa-atleri hep kalabalıktır. Çünkü ilçe sakinlerinin ekseriyeti memur ve öğrencilerden meydana gelir. İşleri şehir merkezin-de olan bu insanlar, güzergâh üzerinmerkezin-de büyük bir yolcu sirkü-lasyonuna sebep olurlar. İlçe büyük bir otel gibidir; her sabah boşalır, her akşam dolar. Bindiğimiz belediye otobüsü o akşam da her zamanki gibi lebaleb doluydu. Körüklü koca araç, den-gesini yitirmiş bir sarhoş gibi yalpalaya yalpalaya yol alıyor, en ufak harekette ayaktaki yolcular birbirinin üzerine yığılıyorlar-dı. Yanımda üst komşum, arsa komisyoncusu Hayrullah Amca her zamanki bir arsa hikâyesini anlatmaya koyulmuştu. Ben de kalabalık ve gürültü arasında yarı anlamayarak dinler gözükü-yordum. Bu arada önümüzde bir hareketlenme oldu. Bir eliyle kucağındaki bebeğini kavramış öbür eliyle tavandaki kemere tutunan, az ötemizdeki genç anne, otobüsün ani freniyle den-gesini kaybetmiş ve düşme telaşıyla küçük bir çığlık atmıştı.

Bu sarsıntıyla uyanan küçük de korkmuş ve yüksek sesle ağ-lamağa başlamıştı. Bir süredir göz ucuyla durumu takip eden Hayrullah Efendi artık dayanamadı ve o gürültüde bile herke-sin işiteceği sıtma görmemiş davudî sesiyle:

– Allah insaf vere, Müslümanlar! Şu uşaklı bacıya yer ve-reniniz yok mu? diye bağırdı. Bu sese birçok baş döndü ama kimse oralı olmadı. Bazı gözlerde müstehzi ışıkların yanıp söndüğünü gördüm. Eh, sakallı, poturlu bu köylüyü kim cid-diye alsındı. Hemen genç kadının önündeki koltukta iki yeni

yetme oturuyordu. Aslında Hayrullah Efendi seslenirken on-ları kastetmişti. Çocuklar mesajı almışlardı; ama işi pişkinliğe vurup başlarını çevirdiler ve aralarındaki el kol şakalaşmasına devam ettiler. Bizim amca derin bir of çekti ve homurdandı;

“Ya Rab sabır. Ne günlere kaldık!” Belli ki bu küstah çocukla-ra daha ağır bir şeyler söylemeye hazırlanıyordu. Tam bu sıçocukla-ra- sıra-da gerilerden bir çocuk ayağa kalktı ve zor duyulan saygılı bir sesle; “Yenge böyle buyurun!” dedi. Bizimki, kendisini belki de bir tatsızlıktan kurtarmış olan bu çocuğa sevgiyle baktı. Az sonra koridor kısmen boşalıp yan yana geldiğimizde çocuğa sordu;

– Ömrüne bereket delikanlı. Bana ismini bağışla.

Çocuk bu ilgiye şaşırmıştı, “Adil” diye cevap verdi. Ama amcanın sözü kesmeye niyeti yoktu:

– Buralı mısın canım. Kimlerdensin?

– İmam hatipte öğrenciyim amca. Burada akrabalarımda kalıyorum. Aslımızsa Alamettin köyünden. Bize Adil Çavuş-giller derler.

Hayrullah Amcanın birden irkildiğini gördüm;

– Adil Çavuş mu dedin! Sen onun nesi olursun?

Bu sefer şaşırma sırası çocuktaydı.

– Adil Çavuş dedem olur. Ama sen onu nereden tanıyor-sun amca?

Hayrullah Amca şimdi çocuğa daha dikkatle bakıyordu.

Çocuk lise öğrencisi olmalıydı. Bu kaş, göz, geniş alın, peh-livanca yapı. Evet, evet hepsi dedesinin çizgileriydi. “Demek huyu da rahmetliye çekmiş.” diye geçirdi içinden. Ve birden gözleri doldu, gerilere gitti.

Tam kırk beş yıl önceydi. O zaman bu çocuk kadar ya var ya yoktu. Komşu köyde bir düğüne gitmek gerekiyordu.

Babası: “Oğlum Hayrullah! Alamettin köyünde Kara Hüse-yin Amca’nın düğünü var. Gitmemek olmaz, ama benim de

dermanım yok. Sen kop git, hediyemizi ver, selamımızı ilet.”

Küçük Hayrullah yola çıktı. İki köyü ayıran kanlı dereyi ge-çerken her zamanki gibi sırtının üşüdüğünü hissetti. Büyükle-rinden çok dinlemişti. Bu derede Ermeniler, çok kadını, kızı, çoluk çocuğu öldürerek cesetlerini dereye atmışlardı. Köyde ne silah vardı o zaman, ne de eli silah tutacak genç. Hepsi, hepsi seferberlikte silah altındaydı. Köyde aciz yaşlı ve ço-cuklardan başka delikanlı olarak bir köy çobanı kalmıştı. Bu çoban Hayrullah’ın babasıydı. Bir gün Ermeni çetesi onu ya-zıda koyun otlatırken yakaladı. Çobanı önce hizmete koştular.

Ateşte kuzu çevirttiler, yediler içtiler. Çete reisinin canı eğ-lenmek istiyordu. Onu bir ağaca bağlayıp atış talimi yapmaya başladı. Zavallı elinden ayağından vurulmuş ama henüz ölme-mişti. İşte o sırada bir mucize olmuş ve henüz terhis olan Adil Çavuş köyüne giderken olayın üstüne gelmişti. Bu gözü pek yiğit, çeteyi gafil avlayarak hepsini tek tek haklamıştı. Ondan sonra kanlı derenin adı, Adilin gâvuru kırdığı yer, olup çık-mıştı. Çoban sonra iyileşti, evlenip çoluk çocuğa karıştı; ama eli ayağı çolak kaldığı için ona Çolak Mehmet lakabını ver-diler. Hayrullah bu hikâyeyi babasından defalarca dinlemiş, tanımadığı Adil Çavuş’a büyük bir hayranlık duymuştu.

Hâsılı, Hayrullah o gün toya vardı, hediyesini verdi, se-lamı iletti. Onu bırakmadılar, köşede üzüm çardağının altına kurulu sofraya buyur ettiler. Delikanlı utana sıkıla geçti, bir ihtiyarın yanına ilişti. Sofrada 8-10 kişi kadardılar. Yaşlılar usul usul konuşuyor, Hayrullah gözleri yerde onları dinliyor-du. Beride kesilen hayvanların kurumuş kanı üzerinde bir si-nek bulutu geziniyor, çardakta arı vızıltıları âdeta sofradaki sohbete fon müziği olarak katılıyordu.

Toy sahibi kocaman pilav sinisini getirip ortaya koydu; elin-de peşkir kenarda hizmete durdu. Pirincin üzerinelin-deki kızarmış yarım kuzu yol yorgunu genç Hayrullah’ın iştahını kabartıyor-du. Başlamak için herkes dönüp yanı başında oturan ihtiyara baktı. Önem verilen biri olmalıydı bu, delikanlı bunu hissetmiş-ti. Heybetli ihtiyar işlemeli tahta kaşığını uzatınca diğerleri de

onu takip ettiler. Hayrullah kaşığını daldırınca pilav tepeciği bir tarafından göçtü ve tam o noktada iri bir kara sinek ölüsü gördü.

Şaşırmıştı, sineği alıp atmayı düşündü. Ancak yanındaki ihtiyar kendisinden atik davranarak oraya uzandı ve kaşığıyla üstünü kapattı. Sonra; “Bismillah” diyerek sineği ağzına attı. Hayrullah donup kalmıştı.

Kimse durumun farkında değildi. Bir o görmüştü duru-mu, bir de Allah. Çocuk şimdi yanında oturan kişiye büyülen-miş gibi bakıyordu. Beriki ise hiç bir şey olmamış gibi sakindi.

Yalnız, “Ya Rabbi şükür” demiş, elini sofradan çekmişti. Bu olay olmasaydı Hayrullah, komşusunun toyu bozulmasın diye sinek yiyen bu adamın kim olduğunu belki hiç bilmeyecekti.

Merak etti, sordu ve öğrendi. Bu ihtiyar oydu. Daha sonra du-rumu babasına anlatmıştı da ondan: “O sineği niye sen yeme-din de Adil Çavuş’a yediryeme-din!” diye azar işitmişti.

Otobüs, yolcularının çoğunu talebe yurtlarında indirmiş ve yarı yarıya boşalmıştı. Emniyet Blokları’na geldiğimizde biz de inmek üzere hazırlandık. Yanımızdaki çocuk da inme-ye hazırlanmıştı. Tuhaf durum onun da merakını celbetmişti.

Hayrullah Efendi’ye dönerek az evvelki sorusunu yinelemek-ten kendini alamadı;

– Adil Çavuşun torunu olduğumu nereden bildin amca?

Hayrullah Efendi dolu bakışlarını kaçırdı; dönerken göz göze geldik. Ben bu sinek hikâyesini daha önce ondan defalar-ca dinlemiştim ve olan bitenin farkındaydım. Her şeyden ha-bersiz çocuksa saf gözlerle dedesini tanıyan bu tuhaf adama bakıyordu. Tuhaf amca döndü, çocuk irisi Adil’i kucaklayıp merakla kendisine bakan gözlerinden öptü ve:

– İnsan evladı nerde olsa bilinir yavrum, dedi

Belgede MUM ÇİÇEĞİ. Cihan Okuyucu (sayfa 90-94)