• Sonuç bulunamadı

Ekinci toprak ve tohum

Belgede MUM ÇİÇEĞİ. Cihan Okuyucu (sayfa 68-72)

O

tobüsün kirli camı ardında akan yaz sonu manzarasına dalmış düşünüyorum. Yeşilin ve sarının sayısız tonları geniş bozkırı örtüyor. Tepeler çıplak ve çirkin. Yükseklerde cılız, zavallı buğday ve arpa başakları daha aşağılarda yer-lerini hasadı bekleyen dolgun hemcinslerine bırakıyor. Yol mütemadiyen alçalarak, nehrin böldüğü vadiye inince ken-dimizi daha yoğun bir yeşilin kucağında buluyoruz. Tepele-rin ve yolu çevreleyen yüksek söğütleTepele-rin gölgeleri üstümüze düşüyor. Biçilmiş ot hevenkleri dizi dizi. Yer yer gür pancar ve mısır tarlaları toprağın ve suyun bereketini haykırmakta.

Lakin yine de her tarlanın verimi aynı değil. Bir çiftçi çocu-ğu olmanın alışkanlığıyla gözüm bunu fark ediyor. Yüksek mısır koçanlarının içinde âdeta kaybolmuş halde çalışan bir ihtiyarın yanından geçiyoruz, başını çevirip bize bakıyor.

Gözümü alan yeşillik beni yılların ötesine, çocukluk hatı-ralarına götürüyor. Arkadaşlarımızla en yüksek ve en çok koçanlı mısırın hangimizin tarlasında bulunduğunu tespit için iddiaya tutuşmalarımız, mağlup olmayı bir türlü ka-bullenemeyişimizi hatırlıyorum. Ah o çocukluk günleri. O zamanlar büyüklerin kullandığını görüp özendiğimiz sigara yerine mısır püsküllerini kağıda sarar dumana boğula boğula içerdik. Acaba şimdiki çocuklar da aynı şeyleri yapıyor mu?

Arabanın kamp yerine varmasıyla düşüncelerim bölünüyor.

İniyor, hazırlıklara başlıyoruz.

Öğle yemeğini neşeyle yemiş, çaylarımızı içmiştik.

Herkes yemek sonrasının rehavetiyle uzanmıştı. Ben, elim-de kulplu çay bardağı, sırtımı çam ağacına dayamış, ayak-larımı suyun serinliğine bırakmıştım. Başımın üstünden suya düşen bir karaltıyla irkilerek döndüm. Az evvel tar-lasında çalışan yaşlı amcaydı bu. Ayakları, kolları çemreli ihtiyar, serin suda abdest aldı ve az ilerideki çamın göl-gesinde namaza durdu. İlk defa namaz kılan birini görür gibiydim; hareketler öylesine uyumlu ve güzeldi. Bu yaşlı beden âdeta nefis manzara ile bütünleşiyor, çevre onu, o çevreyi tamamlıyordu. Telâşsız, huzurlu, belli ki zevk alı-narak kılınan bir namazdı bu. İçimde bu ihtiyara karşı bir damarın kaynadığını hissettim. Sanki görünmez bir el beni ona doğru çekiyordu. Bir konuşma vesilesi icat etmeliydim.

Bir bardak çay aldım ve suyu geçerek ona yöneldim. İbade-tini bitiren ihtiyar şimdi sırtını ağaca dayamış; bağdaş kur-muş oturuyordu. Çayımı reddetmedi. Bardak boşaldığında ben onu, o beni kısaca tanımıştı. Az evvel çalıştığı tarlanın kendisine ait olup olmadığını sordum ve bereketini övdüm.

İşi zor muydu, yalnız mı çalışıyordu vs. sözü bilerek buraya çekmiştim, zira, bu konuda karşımdakiyle konuşacak ka-dar bilgim vardı. O iltifatımı tebessümle karşıladı ve bana mesleğimi sordu. Sonra bir bilge tavrıyla kendi mesleğiy-le benim işim arasında benzerlikmesleğiy-ler buldu, alâkalar kurdu.

Ben de istedim ki bunları okurlarımla paylaşayım. İşte özetle, bilge amcanın anlattıkları.

– Evladım, bilirsin ki iyi mahsul yetiştirmek zordur.

Bu doğru; ama, en zor meslek hocalık, en iyi mahsul de insandır. Bu iki meslek üç yönden birbirine benzer. İyi mahsul için evvela iyi toprak, sonra iyi tohum lazım; ama bu ikisi mahir bir çiftçi olmadan ne işe yarar? Demek ki bunlardan biri eksik olursa netice hasıl olmaz. Bir kere ekinci işini iyi bilmeli, hem tohumu tanımalı, hem toprağı.

Hangi toprak hangi ekime elverişli, nerede ne biter, bunları

bilmeden olmaz. Bir tohum için iyi olan öbürü için kötü olabilir. Sulu tarlaya, pancar yahut mısır ekersen mahsul alırsın. Orda bir de buğday dene bakalım, tohumun çürü-düğünü göreceksin. Onu nereye ekeceksin? Kuru toprağa, güneşli yamaca. Bak gördün mü, birini büyüten şey nasıl öbürünü çürütüyor. Peki bunları kim bilecek? Tabi ki tohu-mu atan el, yani ekinci.

Çiftçinin nasıl olacağını gördük şimdi, gelelim tarla ile tohuma. İyi toprağın cinsi var huyu var; bunu bilirsen mutlaka bir mahsul alırsın; ama kötü toprakta ne o biter ne öbürü. Uğraşır çabalarsın, elde ettiğin, emeğine değmez, ektiğin tohumu bile karşılamaz. Bak şu yüksek tepeleri gö-rüyor musun?

– Evet amca. Galiba çavdar ekili değil mi?

– Haklısın. Ama ne çavdar! Hayvan salsan karnını do-yurmaz. Toprakta bir şey kalmamış ki bir şey versin. Ol-mayan ne verebilir? Rüzgar almış götürmüş, sel götürmüş geriye çakıl çakalak kalmış. Aşağıya indikçe toprak daha verimli. Gel gelelim, yine de her birinin mahsulü farklı.

Niçin böyle? Artık orası ya tohuma bağlı ya çiftçiye. To-humun cinsini iyi seçmeli. Biri var on verir, biri var elli.

Hata tohumda değilse eken elde. Tarlayı tavında sürmek, tırmıklamak ve ekmek lazım. Her şey vaktine bakar a oğul! Bilgi ve tecrübe lazım bunun için. Bilgi ve tecrübe olmazsa emek, emek olmazsa öbürleri işe yaramaz. Bunun için birinin beş aldığı yerde öbürü on alır.

İhtiyar burada bir soluk aldı ve bana dönerek ciddi bir tavırla devam etti:

– İmdi evladım. Bilirsen sen de bir ekincisin. Her ta-lebe bir tarladır, elindeki bilgilerse tohum. Her insan farklı toprağa benzer. Huyu ayrı, cinsi ayrı, kabiliyeti ayrı. Biri var ki bitek toprak gibi, elinden bir tohum düşürsen alır biri bin eder. Böylesi azdır. Bir başkası da var ki çorak

topraktır. Ekersin, uğraşırsın -tabi Tanrı emaneti, bıkmak olmaz- lakin tohumunu çürütür, el elde kalırsın. Allah ver-mezse kul ne verebilir? Gel gelelim ekseri insanlar bu ikisi-nin arasındadır. Verirsen, verirler, ekersen büyütürler. Ama kime ne, ne zaman, nasıl vereceksin? Kime ne kadar lazım, bunları bilmen gerek. Yanlış tarlaya tohum ekme, susam tarlasından darı bekleme. Herkese ihtiyacını ver ve ondan da verebileceğini iste.

İhtiyar bir kere daha soluklandı ve müsaade isterken, yukarıdaki iltifatımı da karşılıksız bırakmadı;

– İşte evladım, görüyorsun ki senin işin benimkinden de zormuş, ne dersin?

Sırtı kazmalı, ayakları lastik pabuçlu sevimli amcayı hayran gözlerimle uğurladım.

Belgede MUM ÇİÇEĞİ. Cihan Okuyucu (sayfa 68-72)