• Sonuç bulunamadı

1.1.8. Fenomenoloji

1.1.8.2. Alfred Schütz ve Fenomenoloji Görüşü

Alman coğrafyasında yaşamış, dönemin kargaşa içindeki toplumsal koşullarından etkilenerek toplumsal ilişkilere yeni bir boyut kazandırmış düşünürler arasında, Yahudi asıllı düşünür Alfred Schütz (1899-1959)bulunmaktadır. Schütz pozitivizmin hakim paradigma olarak benimsenmesinin neticesinde insanlığa genel geçer bir şekilde üstten bakan tavra karşı durmuştur. Schütz, pozitivizmin insanlığa vaat ettiği mutluluğu gerçekleştiremediğini, bu vaatlerin savaşa, toplumsal ötekileştirmeye, insan kıyımına neden olduğunu deneyimlemiştir. Pozitivizmin insan ilişkilerini derinden tecrübe etmemesinin sonuçlarını, siyasi koşullar nedeniyle kendisinin de toplumdan ötekileştirilmesi ile acı bir şekilde tecrübe etmiş olacak ki düşüncelerini pozitivizm karşıtı bir şekilde icra etmeye başlamıştır. Schütz pozitivizmin tanımladığı kavramlardan sıyrılarak yeni kavram üretmeyi, üretilen bu kavramlar eşliğinde tesis edilen dünya düzenine yeniden bakmayı önerir. Bu kavram üretiminin ise fenomenoloji bilimi ile gerçekleştirilmesi gerektiğini savunur. Schütz ’un fenomenolojik kuramını, bilinç akışı, gündelik yaşantı, öznelerarasılık, dil-belirti- sembol ve tip sosyolojisi üzerinden ele alabiliriz.

Schütz yukarıda değindiğimiz üzere ürettiği kavramları, insanın doğumu ile ölümü arasındaki süreci inceleyerek ve gözlemleyerek oluşturur. İnsan ilk olarak dünyaya gözlerini açtığı vakit gündelik yaşantı dünyasına adımını atmış bulunur. “ Gündelik yaşam dünyası, bizim dünyaya gelişimizden önce de var olan ve düzenlenmiş bir dünya olarak bizden önce başkalarınca da yorumlanmış ve deneyimlenmiş olan özneler-arası bir dünyaya işaret eder"(Schütz,2018,85). Birey daha önceden kurgusu yapılan bu dünyada canlı ve cansız varlıkların bilgisine yavaş yavaş erişmeye çalışır. Birey bu erişim işlemini insanın en hakiki gerçeklerinden biri olan bilinç sayesinde hayata geçirir. “Bilincin sistematik biçimde incelenmesini konu edinen fenomenolojik icraya göre; bilinç emin olabileceğimiz tek fenomendir.

Fenomenolojiye göre; nesneleri algılayışımızdan bildiğimiz matematiksel formüllere kadar tüm dünya deneyimimiz bilinç içinde ve bilinç tarafından kurulmuştur”( Çetin,2017,87-88). Schütz için bilinç gelmiş geçmiş bütün insanlığın sahip olduğu en değerli ve yegâne varlıktır. Bilincimiz sayesinde etrafı tanır, kavrar, varlıklara yönelir kısacası insanlığın ürettiği bütün anlam dünyasına atılan temelleri anlamaya başlarız. Bilinç sayesinde harekete geçer, öğrenilerek hafızaya atılan bilgiler ile bilinç akışını sağlamış oluruz. Çocukluktan yaşlanıncaya kadar gündelik hayata dair edinilen bilgileri bilincimiz ile öğüterek hangi bilgilerin bize yararlı hangisinin ise zararlı olacağını ayıklayarak hayatımızı kurmaya başlarız. Böylece birey bilinç sayesinde gündelik hayat dünyasında kendisinden önce kurulan düzene ayak uydurarak, kendisinden sonrakilere ise takip etmeleri için ayak izini bırakarak yoluna devam eder. İnsanın gündelik hayatını kurmasını kolaylaştırırken, diğer insanların ayak izlerini takip ederek hayatını onlarla birleştirmesini sağlayan en başat faktörlerden birisi ise dildir. “ Dil, tarih boyunca belirli bölgelerde yaşayan insan topluluklarının özneler-arası ortak-duyular ile seslere anlamlar yüklemek suretiyle yarattıkları iletişim sistemidir"(Sofuoğlu, 2009,69). Dil sayesinde ortak anlamlar türetilmiş, üretilen anlamların diğer insanlarda aynı anlamı uyandırması ile iletişime boyut kazandırılmıştır. Dil bizden binlerce yıl önce var olan insanlar ile şimdi arasında köprü kurmuş, insanlığın kültürel mirasının korunmasına da yardımcı olmuştur. Bu köprü kurma işlemi kimi zaman mağara duvarına yapılmış resimlerde kendini gösterirken kimi zaman ise konuşamayan bir insanın beden hareketlerinde açığa çıkmıştır. Kimi zamanlarda ise görme bozukluğu olan bir kişinin okuma yazma öğrenmesi sonucunda parmak uçlarındaki bir duyu-his halini almıştır. Schütz dilin birçok canlının yerini aldığını, bazı durumlarda ise dilin semboller, simgeler, belirtiler aracılığı ile aktarılmaya çalışıldığına değinmiştir. Dil, sembol, simge ve belirtiler her coğrafyaya her kıtaya dağılmış insanoğlunun kendi kültürüne dönük organik ilişkiler kurmasını kolaylaştırırken, farklı grupların ise bu ilişkiler dışında tutulmasını sağlar (Schütz,2018, 16-29). Bu yönüyle dil bir bakıma hudut çizen bir etkiye de sahiptir. Mesela yola arabayla çıktığımızda yol boyunca izlediğimiz trafik levhalarını ve şeritleri düşünelim. Yolda gördüğümüz her levha bize dil bakımından birçok şeyi haber etmektedir. İlk olarak yolda gördüğümüz hazır levhalar bize daha önceden

kurulu bir yol düzeninin olduğunu, yolun daha öncesinden başkaları tarafından deneyimlendiğini göstermektedir. Bu tıpkı yeni doğan bebeğin dili öğrenmedeki sürecini bize hatırlatmaktadır. İkinci olarak levhaların olması bir dil sisteminin kurulduğunu ve bu dil sisteminin de insanlarca bilindiğini ifade eder. Trafik kuralları, ehliyet sınavı gibi etkenler toplumsal kuralları ortak bir paydada toplamak için gerçekleştirilir. Ayrıca bir toplum için geçerli olan bir dil yapısı başka toplumlarda geçerli olmayabilir. Üçüncü olarak bu levhalar bir sembolü temsil edebilir. Yolda ilerlerken kaç km/s hızla ilerleyeceğimiz, kaç metre sonra sağa veya sola döneceğimiz, yolun sağdan mı yoksa soldan mı daralan bir yol olduğunun bilgisi görsel bir şekilde bize iletiliyor olabilir. Yolda gördüğümüz şeritler ise yolu nereye kadar kullanma hakkımızın olduğunu bize hatırlatır. Bir bakıma şeritler bize hudut çizerler. Bu olaylar bütününde kişi başka birinin yaşadığı bir hayatı yeniden deneyimleyerek güven duygusu ile iletişimini tamamlar. Böylece Schütz’un bakışından dil, toplum tarafından ortak bir biçimde paylaşılan, sürekli kullanılması bakımından canlı tutulan, farklı nesneleri anlam yönünden harekete geçiren, sesi biçimlendiren, duyguları derinleştiren, harflere yaşantı yükleyen, özneler-arası paylaşılan bir kavram şeklinde tanımlanabilir.

Schütz, toplumsal kuramında dilin insanları birbirine bağlayan özelliğinden dolayı özneler-arası bir toplum anlayışı ortaya çıktığını savunur. Schütz nasıl olur da milyonlarca insanın aynı anlamda buluşabildiği sorunsalı üzerinde durur. Şüphesiz bu cevaplardan birisi Schütz’ un teorisine göre yukarıda da değindiğimiz üzere dildir fakat Schütz sadece bu cevapla yetinmez. Ona göre, insanlar birbirleri ile olan iletişimlerinde, gündelik rutinlerini devam ettirmelerinde, doğal tutum içerisinde hayatlarını idame ettirmeye çalışırlar. Önceden edinilen bilgiler ışığında, bizden öncekilerin dünyasından, sağduyusal bakımdan tecrübe edilmiş bilgileri toplamaya başlarlar. İnsan sosyalleşme bakımından ilk olarak bir gündelik hayata, daha da mikro inecek olursak, özneler-arası kavramını ilk tecrübe edeceği aile hayatına doğar. Birey zaman geçtikçe aile hayatında kardeş-evlat-anne-baba rolünü deneyimleyerek tecrübe eder. Zamanla yapraklarda yeşili, gökyüzünde maviyi, okulda ise arkadaşlığı gözlemleyerek bireysel kimliğini sağduyusal olarak inşa eder. Her özne kendine özgü bilincinin yönelimsel olması dolayısıyla ilmek ilmek hayatına ait sağduyusal motifini

dokur. Schütz’a göre sağduyusal deneyimler öznenin tekil olarak var olduğu durumlarda değil, bireyin ben olarak başka benler ile iç içe geçtiği durumlarda ortaya çıkar. Buradan yola çıkarak gündelik dünya “ başlangıcından beri, öznelerarası bir kültür dünyasıdır. Öznelerarası bir dünyadır çünkü biz onda başka insanlarla yan yana yaşıyoruz; ortak etkiler ve çalışmalarla, başkalarını anlayarak ve başkaları için bir anlama nesnesi olarak onlara bağlıyız" ( Schütz'dan akt; Swıngewood, 2010, 292 ). Böylece insanın dâhil olduğu sosyalleşme süreci, sağduyusal dünyada, insanların özne olarak başka özneler ile bir arada yaşadığı durumlarda anlam kazanır. Bu sosyalleşme süreci özneler-arası alanın birçok insan tarafından paylaşıldığı için anlam bakımından değer kazanması ile neticelenir. Gündelik yaşantı sahasındaki ilişkilerin zengin olması, bu alana dair görüşlerin kavramsal olarak farklı tanımlamalar eşliğinde anlatılmasına sebebiyet verir.

Schütz özneler-arası anlamanın ortaya çıkmasını sağlayan etkileşim şekillerini yeni kavramlar üreterek açıklamıştır. Schütz bu kavramları sen yönelimlilik, biz ilişkisi, yüz yüze ilişki, hemcinslerim ve onlar yönelimlilik olarak değerlendirir. İnsan ilişkilerinin birbirine niyetli bir şekilde dönük etkileşime geçmesi, sen yönelimlilik alanının doğduğu andır. “ Her şeyden önce, sen-yönelimlilik benim bir kişi olarak bir başka insanın bilincinde olduğum saf biçimdir”(Schütz,2018,211). İletişimin amacı öncelikle hemcinslerim olan birçok Sen'in varlığını kabul etmekten geçmektedir. Her ikisi de birbirine yöneldiğinde, “Sen” olan iki kişinin varlığı, sen-yönelimlilik olarak başlamış olur. Başlayan bu ilişkinin amacı Schütz'a göre, birbirine karşı niyetlerini ve ne düşündüklerini anlamaktır. Anlam insanın dünyayı yeniden ve yeniden görerek yorumladığı fenomenolojinin yani görme olayının zuhur ettiği bir kavramdır. Bu yüzden Schütz toplumsal ilişkileri şekillendiren anlama kavramına önem verir. Toplumsal ilişkide de niyet yönüyle güven veren bu anlama süreci, akabinde birbirinin başlattığı bu iletişimi diğerinin devam ettirmesiyle ilerler. İletişim iki veya daha fazla kişi arasında gerçekleşirse biz ilişkisi başlamış olur. Böylece sen-yönelimlilik yüz yüze geldiğimiz hemcinslerimizle olmamızı sağlar. Schütz'un ele aldığı bu iletişim şekli birbirine yakın ilişkiler eşliğinde gerçekleşirken, onlar-yönelimlilik iletişimin uzaktan gerçekleştiği durumlarda ortaya çıkar. Mesela yağmurlu bir havada dolaşırken sohbet ederek yürüdüğüm arkadaşımla sen-yönelimli bir ilişki gerçekleştirirken, yanımdan

geçip giden insanlar direk olarak iletişime geçmediğim, hemcinslerim olarak var olan onlar-yönelimli kişilerdir. Toplumsal ilişkileri oluşturan bu iletişim biçimleri, zamanla başka hemcinslerimiz hakkında yorum yapmamıza yol açar. Kişiler hakkındaki her fikir ve yorum, edinilen bilginin yeniden yorumlanmasına, yenilenen bilginin de tip sosyolojisine katkı sağlamasına zemin hazırlar (Schütz; 39-50, 209-222)

Anlamacı sosyoloji geleneğini benimseyen Weber, tip sosyolojisine yaptığı katkılarla Schütz'un fenomenoloji ile ilişkilendirdiği tip görüşüne ışık tutmuştur. Schütz, tip görüşünü felsefe ile ilişkilendirerek, sorgulayıcı bir bakış açısı üstlenmiştir. Bu sorgulama süreci onu, insanların neden tipler oluşturma gereksinimi hissettiği sorunsalına yöneltmiştir. Merak konusu olan bu sorgulama süreci, onu tekrardan toplumsal ilişkilere yönlendirir. Schütz toplumsal ilişkiler ışığında birbirine yönelmiş insanların sohbetleri ve analizleri sonucunda toplumda bilgi birikimi oluşmaya başladığına değinir. Kişiler bizden öncekilerin dünyasından öğrendiği bilgileri zamanla bilinç sayesinde hafızalarında depolar. Biriken bilgiler zaman geçtikçe tortu halini alır. Tortulaşmış bilgiler, birbiri ile benzerlik gösteren gündelik hayat pratikleri üzerinden oluşur. Bu oluşum sonucunda insan hafızasında kategoriler, sınıflar, bloklar ve tabakalar şekillenir (Schütz, 2018, 84-95). Her tip bilişsel bir süreçten geçerek öğütüldüğü için soyut, toplumsal dünyada bir kişinin veya başka varlıkların üzerine yapışan kavrama denk düştüğü için somut da olabilmektedir. Bu yüzden tip kurgusunun kalıcı olmak veya gelip geçici anlık olaylarda kendini göstermesi gibi göreli bir durumu söz konusudur. İnsan hayatının muğlaklığı, nerede ne yapacağının kestirilemeyişi tip kurgusunun sınırsız bir alanda kendini var etmesine neden olur. Bu yönüyle Schütz insan eylem ve davranışlarının dağılmış farklı mekân ve zamanda gerçekleştiği kanaatine erişmiş olacak ki ideal tiplere dair net bir biçimlendirme işleminde bulunmanın doğru olmadığı kanısına varmıştır. Schütz’a göre tipleştirmenin nasıl ortaya çıktığına değindiğimiz bu süreç iki temel tipleştirme şeklinde ayrılır. “ Bilincin temel eylemi (birinci dereceden) tipleştirmedir: deneyim akımındaki tipik ve sürekli unsurları bir araya getirir, şeylerin ve insanların tipik modellerini inşa eder ve ortak bir toplumsal dünya kurar. Sosyoloğun işi ise ikinci dereceden tipleştirmeler (aktörlerin kendi etkinliklerini açıkladığı -birinci dereceden- kuramlara dayalı bir akılcı toplumsal dünya modeli) kurmaktır”( Marshall, 2014, 241). Bu doğrultuda

bireyin toplumsal dünyasını kurduğu süreç birinci alana denk düşmektedir. Sosyolog ise birinci tipleştirme alanından geçerek toplumu tekrardan deneyimleyen ve kendi kavramsal planına göre yeniden yorumlayan kişidir. Sosyolog verili olanın yanılgısına kapılmayıp toplumun işleyiş şeklini bilimsel kavramlara döken kişidir. Fenomenoloji ve sosyolojinin iş birliği yapmasıyla betimlenen tipleştirmeler, görünen arkasındaki görüntülerin bilimsel alanda incelenmesiyle ortaya çıkar. Ortaya çıkan bu mecralar gündelik hayat sosyolojisi alanında sosyoloğa yeni bakış açıları tanımıştır. Schütz’un değindiğimiz bu kavramları sosyolojinin disiplinler arası bir bölüm olduğu gerçeğini bir kez daha gözler önüne sermiştir. Sosyolojinin felsefe ile olan bu güçlü bağı fenomenler üzerinden hükümlü ve tutukluların hayatını, görünenin arkasındaki gerçekleri, anlamamıza yardımcı olacaktır.