• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: AHLAKİ OLGUNLUK KAVRAMININ KURAMSAL ÇERÇEVESİ

1.1. Ahlaki Olgunluğa İlişkin Yaklaşımlar

1.1.2. Ödev Ahlakını Temel Alan Yaklaşımlarda Ahlaki Olgunluk

1.1.2.1. Kant’ın Ahlak Metafiziği: Ödev Ahlakı

Kant’ın ahlaki davranışları, hissi motif ve sonuçlarından bağımsız olarak değerlendirdiği ve sadece vazife oldukları için yapılması gerektiğini savunduğu deontolojik felsefesi, Aristoteles’in erdem temelli ahlak felsefesine karşı en önemli alternatifi temsil eder.

Diğer taraftan Kant ahlak yasasını, karşılıklılık veya altın kural olarak nitelendirilen “Kendin için yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma!” şeklinde ifadesini bulan kadim ahlak prensibine alternatif olarak geliştirmiştir. Kant bu kuralı “bayağı” bulmasından dolayı, onun genel bir yasa olamayacağını düşünür (Duran, 2017: 78). Kant, ahlaklılığın en yüksek ilkesinin saptanmasına ilişkin bir temellendirme yaptığı Ahlâk Metafiziğinin Temellendirilmesi isimli kitabında, ahlakı pratik akla dayandırır. Bu bağlamda kitabını da ahlaka ilişkin sıradan akıl bilgisinden felsefi olana geçiş, yaygın ahlak felsefesinden ahlak metafiziğine geçiş ve ahlak metafiziğinden saf pratik aklın eleştirisine doğru son adım olmak üzere üç bölüm olarak kurgular (Kant, 1995).

Kitabının girişinde o öncelikle, her akıl bilgisinin bir nesneyi ele alan içerikli ve nesnelerde ayrım yapmaksızın, aklın yetisiyle ve düşünmenin genel kurallarıyla uğraşan biçimsel olarak ikiye ayrıldığını belirtir. İçerikli felsefeyi de doğanın yasalarıyla ilgili olan Fizik ve özgürlüğün yasaları ile ilgili olan Etik olmak üzere iki kısımda inceler ve etiğin akılsal kısmını da “Ahlak” olarak isimlendirir (Kant, 1995: 2-3). Öte yandan Kant, pratik ve teorik akıl eleştirisinde, aynı aklın farklı fonksiyonlarını incelemiştir. Onun felsefesindeki ana hedef, aklın tecrübeden soyutlanmış saf halini tahkik etmektir (Duran, 2017: 60).

Bu bağlamda insanın isteme kabiliyeti, dış saiklerin etkisiyle değil de, akıl tarafından yönlendirildiğinde, insan nedenselliği aşıp özgürlüğüne kavuşur ve istek, iradeye dönüşür. Dolayısıyla ahlakiliğin temeli olan bu özgürlüğün gerçekleşmesinin tek yolu, insanın hayvani özelliklerinden kurtulup, hissi insiyakların belirlemelerinden kendini bağımsızlaştırması için saf aklın buyruğu altına girmesidir. Böylece insan, davranışa yönlendirmede içsel nedenler üretebilen iradeye özerklik kazandırabilir (Kant, 1995: 58; Duran, 2017: 62). Bu noktadan hareketle Kant, evrende mutlak anlamda bir “iyi isteme”den başka kayıtsız şartsız iyi sayılabilecek bir şeyin düşünülemeyeceğini ileri sürer. Buna göre iyi isteme, etkilerinden ve başardıklarından, belirli herhangi bir amaca ulaşmağa uygunluğundan değil, yalnızca isteme olarak, kendi başına iyidir, dolayısıyla ona her şeyden daha fazla değer verilmelidir (Kant, 1995: 8-9).

Kant, aklın mutlaka gerekli olduğu kendi başına iyi bir istemeyi ortaya çıkarmak için yine onu kapsayan ödev kavramını ele alır (Kant: 1995: 12). Bu bağlamda amacını “ahlaksal dünya bilgeliği”nin temellendirmesini yapmak olarak ortaya koyan Kant, bir yasanın

ahlak yasası olması için onun mutlak zorunluluk taşıması gerektiğini belirtir. Böylece o ahlak yasasını bir ödev olarak konumlandırır ve bu yasalardaki yükümlülük nedeninin apriori olarak doğrudan doğruya saf aklın kavramlarında aranması gerektiğini söyler (Kant, 1995: 2-3).

Akıl, yalnızca fiiller, ilkelere göre gerçekleştirilirse fiilleri belirleyici pratik fonksiyona sahip olabilir. İlkeler, iradenin ilkesidir ve dolayısıyla davranışın içsel yapısını temsil eder. Bu ilkeler, kişinin davranışının değerlerine ve kanaatlerine genel olarak uygunluğu temin eden davranış kurallarıdır. Bunlar ahlakiliğin kıstasını oluşturmakla birlikte, kişinin isteğini belirlemeleri yönüyle özneldir. Akıl, davranışları teknik, faydacı ve mutlak olmak üzere üç farklı şekilde yönlendirir. Aklın ilk iki tür yönlendirmeleri, şartlı (hipotetik) yani belirli bir amaca yönelik olan emirlerdir. Aklın üçüncü tür emri olan mutlak (kategorik) emir ise, bütün şartlardan bağımsız, istisnasız ve zorunlu olarak gerçekleşir ve ahlaki bağlayıcılığın temelini oluşturur. Kant’a göre ahlakilik, kişisel duygu, ilgi ve amaçların ötesine geçebilen davranışlar için geçerlidir. Bir fiilin ahlaki olması için sadece vazifeye uygun şekilde gerçekleşmesi yeterli değildir, aynı zamanda vazife bilincinden dolayı yerine getirilmesi gerekir. Dolayısıyla, vazife bu şartlar yerine getirildiği takdirde salt iyilik olan iyi irade ve bununla beraber ahlakilik ortaya çıkar (Kant, 1995: 33; Duran, 2017: 71).

Kant ahlakiliğin kıstası olarak tayin ettiği mutlak emri şu şekilde formüle etmiştir: “Öyle eyle ki, senin istemenin [ilkesi], hep aynı zamanda genel bir yasamanın [prensibi] olarak da geçerli olabilsin” (Kant, 1995: 38; Duran, 2017: 74). Kant bu ahlak yasasının emir kipinde ifade edilmesinin sebebini, insan iradesinin noksanlığına dayandırır. İnsan iradesi, iyiyi keşfetse de bunu zorunlu olarak yerine getirmez, zira o, mücerret olarak akıl tarafından yönlendirilmez. Kant mutlak emri yasa şeklinde birkaç farklı biçimde dile getirmiştir. Bu ifadelerin ortak noktası, eylemin arkasında yatan ilkenin, genel geçer bir yasa haline getirilmeye uygunluğudur. Şu halde ahlakın kıstası, yapılan eyleme yön veren ilkenin herkes için ve bütün şartlar altında geçerliliği olan bir yasa olarak genelleştirilip genelleştirilemeyeceğinin akıl tarafından kontrol edilmesidir (Duran, 2017: 75).

Buraya kadar ifade edilenlerden de anlaşıldığı üzere özetle Kant, iradenin saf aklın yönlendirmesi doğrultusunda evrensel ahlaki yasaya uygun hareket etmesini sağlamayı ve böylece ona özerklik vasfı kazandırmayı amaçlamıştır. Temelde burada odaklandığı

noktada iradenin aklın ilkeleri doğrultusunda yol alıyor oluşudur. İşte bu, tam da Kohlberg’in çalışmalarında takip ettiği felsefi sistematiği ortaya koyar. Zira Kohlberg, çocukların ahlaki ikilemler karşısındaki akıl yürütmelerinden hareketle onların ahlaki olgunluk diye adlandırdığı özerkliğe ne derece ulaştıklarını anlamaya ve buradan bir yaklaşım ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Öte yandan Kohlberg’in de ahlaki yargı ile ahlaki davranışı birlikte düşünmesi, -ileride de ifade edildiği gibi- sonraki araştırmacılar tarafından ciddi şekilde eleştirilmiştir (Rosenzweig, 1980: 373; McClelland, 1982: 15; Cüceloğlu, 2009: 354; Argyris, 1982; Akt: Çinemre, 2014: 74).