• Sonuç bulunamadı

2.6 Örgütsel Güven Boyutları

2.6.3 Örgüte Güven

Örgütsel güvenin diğer boyutu olan örgüte güven, bir çalışanın, örgütün sağladığı desteğe ilişkin algıları, liderin doğru sözlü olacağına ve sözünün ardında duracağına olan inancı olarak tanımlanır ve güven hem yatay hem de dikey anlamda tüm örgüt içi ilişkilerin temelini oluşturduğu ifade edilir (Mishra ve Morrissey, 1990:445). Bu nedenle örgüte güven örgütün başarısında ve ikili ilişkilerin etkinliğinde önemli rol oynar. Örgüte güven çalışanların örgütsel adaletin varlığına olan güveni de içinde barındırır. Yönetim tarafından yapılan iş ve eylemlerin, adaletli bir şekilde yapıldığına olan inanç örgüte güvenin temelini oluşturur. Örgütteki yapıda tarafsızlık, şeffaflık ve hakkaniyet duygularının varlığının çalışanlar tarafından hissediliyor olması örgüte güveni sağlar.

Polat’a (2009) göre, örgüte güven, kişilerden çok örgüte odaklı olup örgütsel düzeydeki ilişkilere dayalı gelişen güvendir. Bireyin örgüt içerisindeki çabalarının gelecekte olumlu sonuçlanacağına ilişkin gelişen bir

112

beklentiyi ifade ettiği vurgulanmaktadır. Örgüte güven, “üyelerin, örgütün politika ve stratejilerine olan inancı, verilen sözlerin yerine getirileceğine yönelik olumlu beklentileri ve ilişkilerini gelecekte de sürdürme kararlılığı”

şeklinde açıklanmıştır (Polat, 2009:14). Özellikle kollektif grupların, örgüt üyelerinin bireysel güvenlerini desteklediği ve sağlanan örgüt içi güven, takımların ve liderlerin amaçlarına ulaşmadaki başarısını, iş tatminlerini ve bağlılıklarını artırdığı ifade edilmektedir. Örgütün güven eğilimi güçlü olan bireylerden oluşması durumunda, güven ikliminin yaratılacağı ve dış ortaklar için de güven unsurunun oluşacağının altı çizilmektedir (Huff ve Kelley, 2003:83).

113

BÖLÜM III

İŞE YABANCILAŞMA

3.1. Yabancılaşma Kavramı ve Tarihsel Gelişimi

Yabancılaşma kavramı güncel Yöntem Bilimleri Sözlüğü’nde

“bireyin çevre koşullarına aykırı düşmesi ya da kendisini başkasının gözüyle görmesi” şeklinde açıklanmaktadır (tdk.gov.tr). Webster İngilizce Sözlüğü’nde (1968) ise “alienation” yani yabancılaşma terimi 1) bir özelliğin bir başka tarafa iletilmesi, 2) bir kişinin yabancılaşması; 3) akli rahatsızlık olarak tanımlanmaktadır. Frank Johnson, Kurt Lang’in terimi

“kişiliğin bütününün ya da parçalarının deneyim dünyasının anlamlı yönlerine yabancılaşması ya da ayrılması” olarak tanımlandığını belirtmektedir. Yabancılaşma kavramını karşılayan Grekçe alloisis ve bundan türetilen Latince alienatio sözcüklerinin ekstatis, yani esrime, kendinden geçme, benliğinin ‘dış’ına çıkma anlamına geldiğini söylemektedir. Terim klasik antikite sonlarına doğru ve Helenistik devirde,

“Bir ve Tek Olan’la, yani “Tanrı’yla” bütünleşme anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Gerçekten de, pagan mistiklerinden Plotinos, tefekkürü ruhun kendi bilincini yitirerek kendisi olmaktan çıkması hali olarak betimlemekte ve bu hali de alloisisi tanımlamaktadır. Plotinos’un sisteminde yabancılaşma, yani alloiosis, ruhun daha alt bir varlık biçiminden, yani kendi varoluşundan sıyrılarak, her şeyin kaynağı olan Bir ve Tek ile bütünleşmesi halini tanımlamaktadır. Bu bir bakıma İslam tasavvufundaki

“Vahdet-i vücud” kavramıyla tanımlanan hal ile karşılaştırılabilir. Buraya dek görüldüğü üzere ‘yabancılaşma’ kökeni itibari ile 1) teolojik bir kavramdır, 2) hem (kendinden, bedeninden, köklerinden vb) ‘ayrılma’

hemde (daha üst varlıkla) ‘bütünleşme’yi içermektedir (Özbudun vd., 2008:16).

Tolan’a (1196) göre, yabancılaşma kavramının tarihi süreç içerisinde ortaya çıkması ve pratik hayatta kendisine yer bulması, insanların putlara tapması hali ile somut davranışa dönüştüğü iddia edilmiştir. “İnsanlar

114

tarafından yapılmış olan putlar, yine insanlar tarafından kutsal sayılmışlardır. İnsan böyle bir durum karşısında kendi gücüne ve potansiyeline yabancılaşmıştır. Böylece insanın kendi gücü, kendisini baskı altına almıştır. İnsan, kendi yaratıcı gücünü bu putların varlığına aktardığı ölçüde, zavallı bir duruma dönüşmüş ve giderek onlara bağımlı bir birey haline gelmiştir” (Tolan, 1996: 283).

Affinnih (1997) yabancılaşmayı, “çesitli insan etkinliklerinin ve durumlarının yarattığı bir sonuç” olarak tanımlamaktadır. Ona göre yabancılaşma çesitli psikolojik durumların (yalnızlık, evsizlik, anlamsızlık, normsuzluk, ilgisizlik, soğukluk, yalıtılmışlık ve iki durum arasındaki, örneğin iş ve kendini gerçekleştirme arasındaki ayırım) bir bileşkesidir.

Hançerlioğlu’na (1998) göre ise yabancılaşma; “insanın, insan olmayana dönüşmesi ve insanlığa yabancılaşması”dır.

Sosyo-psikolojik açıdan incelendiğinde yabancılaşma kavramı,

“toplum içerisinde yaşayan bireylerin çeşitli durum ve etkenler karşısında kendi özlerine kayıtsızlaşmaları, kendilerini unutmaları veya kendilerinden bir şekilde uzaklaşmaları sonucunda içine düştükleri duygusal bir durum”

olarak tanımlanabilir (Sipahioğlu, 2007:16).

Yabancılaşma kavram olarak bireyin psikolojisi ile ilgili bir durumdur. Bu açıdan bakılınca yabancılaşmış bireyin, aslında bir parçası olduğu toplumdan uzaklaş(tırıl)mış olduğu ifade edilmektedir. Bu bireyin belki de içinde bulunduğu topluma ve kültüre düşman haline geldiğinin yer yer reddeden kişi rolüne büründüğünün altı çizilir. Kavram bu yönüyle ele alındığında, önemli anlamda toplumsal bir içeriğe sahip olduğu ifade edilmiştir (Tezcan, 1995:241).

Fischer (1976), yabancılaşma kavramının, psikolojik ve sosyolojik bakış açılarıyla farklı şekillerde yorumlanmakta olduğunu söylemektedir.

Fischer’a göre bu durum bir kavram kargaşasına neden olmaktadır. Yazar bu kavram kargaşasını çözebilmek amacıyla, yabancılaşma ile ilgili olarak

115

her iki bakış açısına da sahip olan bir tanım getirmekte ve yabancılaşmayı,

“kişinin kendisi ve toplumsal ilişkileri veya diğer somut durumlarla arasındaki pozitif bağlılığı algılamada başarısız kalma durumu” olarak tanımlamaktadır (Akt. Büyükyılmaz, 2007:7).

Fromm’a göre yabancılaşma, “bireyin dünyayı ve kendisini pasif ve alıcı biçimde, yani edilgen olarak kabul etmesi ve bu doğrultuda davranımlarda bulunmasıdır. Hegel’in felsefesine göre yabancılaşma, insanın fiziki ve ruhi varlığı arasındaki ayrım sonucu ortaya çıkmakta, insan çevresine yabancılaşmakta, kendisini düşünen ve hisseden bir varlık olarak görmemektedir (Salerno, 2003’den Akt: Büyükyılmaz, 2007: 15).

Weisskopf’un (1996:31) yabancılaşma tanımı şöyledir:

“Yabancılaşma, insanın belirli yönlerinin, özelliklerinin, eğilimlerinin, dürtülerinin, arzularının ve potansiyellerinin gerçekleştirilmekten alıkonulduğu anlamına gelir”. Böylece insan varlığı, açığa vurulmuş (gerçekleştirilmiş) ve gizli (bastırılmış) iki küreye ayrılmış olduğu ifade edilmektedir. Weisskopf’a göre ‘toplumsal yabancılaşma’ ‘varoluşsal yabancılaşma’nın bir türüdür. Freud’un kitle ile bütünleşmek için işgüdülerin bastırılması gerektiği görüşüne katılır ve ‘bastırma’ ile yabancılaşmanın aynı şey olduğunu söyler. Yabancılaşmanın genellikle toplumsal yabancılaşma biçiminde yorumlanmasını yüzeysel bir yaklaşım olarak bulur. Yabancılaşma toplumsal etmenlerden kaynaklanıyor olsa bile insanın özünde gerçekleşir (Akt: Özyurt, 2008:186-190).

Marx’a göre yabancılaşma; “emeğin yabancılaşması”dır ve emeğin işçinin dışında olması, onun özüne ilişkin olmaması ve işçinin kendi emeğini, üretimini yadsıması sonucu işine, emeğine, içinde yaşadığı doğaya, kendi öz doğasına ve diğer insanlara uzaklaşmasına neden olan eylemdir.

Marx için yabancılaşmanın göstergeleri “emek, iş bölümü ve özel mülkiyet”tir. Marx’a göre burjuva, bu işlevleri yani para kazanımını arttıracak işlevleri, işçinin sahip olduğu zamana mükemmel bir şekilde yaymıştır ve işbölümü ve özel mülkiyet geliştikçe işçi kendi emeğine

116

yabancılaşmaktadır. Emeği sonucu ürettiği nesne, kendi ürünü, işçinin karşısında onu üretenden bağımsız, yabancı bir güç olarak durmaktadır.

Böylece emek artık işçinin doğasının bir parçası olmaktan çıkmıştır. Marx’a göre bu emeğin nesneleşmesidir (Marx, 1970: 108-109).

Freud’da yabancılaşma birey-toplum çelişkisi temelinde açıklanmaktadır. Güvenlik ihtiyacından dolayı bir arada yaşamaya başlayan insan, uygarlığın zorlaması ile içgüdüsel ihtiyaçlarının karşılanmasında kısıtlamalara gitmiş, bu durum da hastalıklara yol açmıştır (Freud,1995:300’den Akt: Özyurt, 2008:213).

Yabancılaşma kavramı daha çok felsefe ve din alanı içinde tanımlanmaya çalışılmış olmakla beraber daha sonraki yıllarda yabancılaşmanın büyük ölçüde anlam değişikliğine uğradığı ifade edilmektedir. Özellikle 1960 dolaylarında “yabancılaşma” terimi Amerikan toplumbilim sözlüğüne girmeye ve yabancılaşma üzerine görgül araştırmalar yapılmaya başlanıldığı ifade edilmektedir. Araştırmaların yapısı, ana çizgileri ile ele alındığında, örneklerin çoğunluğunda aynı olduğu vurgulanmaktadır. Bu araştırmalarda sorunun genellikle çok kısa tutulmuş tarihsel özeti ile başladığı belirtilmektedir (Esin,1982:106).

Yapılan araştırmalar üzerinden yabancılaşma kavramının tarihsel boyutları aşağıda bahsedilen şekilde incelemek mümkündür.