GENÇ POLONYA DÖNEMİ EDEBİYATI
Döneme Yön VerenFilozoflar
• Friedrich Nietzsche’nin (1844-1900) felsefesinin temelinde, çağındaki akılcılığa, felsefeye, tarih anlayışına kısacası tümüyle çağa karşı çıkış yatar.
Bu anlamda modernistlere çok uyar.
• Nietzsche felsefenin Sokrates’ten beri akla ve akılcı bilgiye önem ve değer vermesine karşı çıkarak düşüncesini oluşturur. Ona göre insan sürdürmeyi amaç haline getirdiği akılcı uygarlıktan çıkıp kendisi üzerinde düşünmelidir.
Öyleyse, Sokrates’ten önceki Grek felsefesine yönelmelidir. Bu dönem Grek felsefesiyle tragedya arasında derin bir ilgi vardır. Tragedya kahramanı yazgı karşısında karar verme özgürlüğü ile durur. İşte bu bağlamda insan yaşamı trajiktir. Nietzsche’ye göre yaşamı olduğu gibi görüp her şeye karşın onu onaylamak gerekir. Bu amaca da ancak Antik çağ Yunan ozanları ve Wagner gibi tragedya sanatçıları erişebilirler. Ne de olsa tragedya bize yaşamı
olduğu gibi gösteren ve bir anlamda, bir biçimde onu öylece olurlamanın gerektiğini öğreten tek sanattır.
• Akılcı düşünceler, tüm içgüdüleri bir yana bırakıp yalnızca bilgiye önem verdiği için çağın insanı çok yönlü olarak
gelişemiyor ve salt doğrunun peşine düşüyordu. Oysa Nietzsche’ye göre salt doğru yoktur. İç güdüler bilgiden daha önemlidir. Çünkü görülen algılanan ve ya düşünülen her şey, içgüdülerin izlediği amaca bağlıdır. Hayvan için
geçerli olan insan için de geçerlidir. İnsanın onu yönlendiren tüm düşünceleri tutkularına, içgüdülerine bağlıdır. Bu iç
güdülerin en güçlüsü yönetme içgüdüsüdür. 1910’da Leh diline çevrilen «Güçlülük İstenci» adlı yapıtında Nietzsche yaşam ve insan hakkında bu düşüncelerini yazmıştır.
• Henri Bergson’un (1859-1941) felsefesinin dönem üzerinde çok yaygın etkisi vardır.
her filozof gibi Bergson’un da amacı gerçeği kavramaktır. Gerçeğe ulaşılacak yol, yaşamın kendisidir. Yaşam akışı, gelişimi içinde iki üst noktaya ulaşır: zeka ve içgüdü.
Bunlardan ne biri ne de diğeri öbürünün ilk basamağı değildir. İkisi de aynı konumdadır.
İç güdü, kendisini aşıp düşünce dünyasına giremez. Zeka ise durağan olanı kavrar. Zeka evreni tanımak için değil, evrene hükmetmek için verilmiş ve bu yüzden de tekniği yaratmıştır. Gerçeği tümüyle kavramada ve evreni tanımada zeka yetersiz kalınca işin içine sezgi girer. Sezgi içgüdü ve zekanın birleşimidir. Zeka içgüdüyü tutkularından kurtarır, içgüdü ise bilinci uyandırır. Bir başka anlatımla sezgi bilinçli içgüdüdür.
• Bergson özgürlüğün ve belirlenimciliğin arasında seçim yapar. Belirlenimciliğin
yaşantıyla çelişkiye düştüğünü öne sürer. Çünkü yaşantı zaman içinde olur, oysa zamanı kavramlarla anlamak olanaksızdır. Yaşamsa sürekli hareket halindedir. Yaşamı bu
biçimde ileri götüren güç ise yaşama atılımdır. Bu yaratmayı açıklayan bir güçtür. Çünkü yaratmadan yaratmaya yapılan bir atlama, yaşama hareket sağlar. Bu hareketin kaynağı ise Tanrıdır. Tanrı, son ya da başlangıç değil, tıpkı yaşam gibi sonsuz bir eylemdir. Tüm varlıklar birbiriyle bağlantı içinde ve ‘yaşama atılımın’ egemenliği altındadır.
• Arthur Schopenhauer’a (1788-1860) göre irade varolma iradesidir. Bir insanın gölgesi insanı nasıl izlerse, görüngüler dünyası da bu iradeyi aynı biçimde izler. Böylece var olmak için birbirleriyle çatışan sayısız varlık oluşur. doğadaki bu sürekli hareketin
benzeri bilinçte vardır. Bilinçli isteğin ereği bireyi doyuma ulaştırmaktır. İşte tam da bu nedenden ötürü bilinçli irade bencildir. İsteğin doyuma ulaşması, başka bir deyişle sonlanması mutluluktur. Ama bu mutluluğa ulaşmak filozofa göre olanaksızdır. Çünkü irade yöneldiği amaçlara ulaşmış olsa hareketliliğini yitirir, böylece yaşama iradesi de ortadan kalkmış olurdu. Buradan yola çıkarak doyuma ulaşmanın olanaksızlığının nedenini yaşama iradesinde aramak gerekir. işte filozofun kötümserliği de buna dayanır.
• Acı huzursuzluktandır. Mutluluk ise dinginliktir. Oysa irade, yapısı gereği sürekli hareket halindedir. Var olmanın temelinde hareket yatar çünkü. Durum böyle olunca mutluluk ulaşılmaz bir amaç haline gelir. Bundan dolayı dünya çok kötüdür. Ama bundan
kurtulmanın da bir yolu vardır. tüm isteklerinin ortadan kalkması kişiyi özgürlüğe ulaştırır. Demek ki gerçek huzur ve ahlaklılık dünyevi isteklerden uzak durmaktır.
Burdan da Budda felsefesinin Nirvana kuramına ulaşılır.
• Oswald Spengler (1880-1936), Schopenhauer’ın kötülükten kaçış çözümüne katılmaz. Çünkü ona
göre kötülükten kaçış yoktur. Spengler uygarlıkların tıpkı canlı varlıklar gibi büyüyüp olgunlaşıp sonra
gerilediklerini düşünüyordu. Beyaz adamın uygarlığı da aynı biçimde gerilemişti. Batının sanat felsefe
hatta siyasal alandaki uygulamalarını ele alarak çok kötümser sonuçlara varmıştı. Batının gerilemesi adlı eseri Leh diline 1918-1922 yılları arasında çevrildi.
• Yirminci yüzyıl boyunca edebiyatı psikoloji bilimi ile yaklaştıran denemeler sürekli yapılmıştır. Ancak edebiyat ve psikoloji bilimi arasındaki ilişkiyi kuranların başında Sigmund Freud gelir. Freud, Rüya Yorumu adlı tezini aydınlatmak için edebiyatın kurmaca kişilerini gerçek kişilermiş gibi inceler. Freus’un edebiyat öğretisini şöyle açıklamak mümkün: Edebi metin, düşünüre göre rüyaya benzer. Rüya bilinçaltındaki çoğu zaman müstehcen arzuların doyuma ulaşmasıdır. Freud korkulu rüyalar dahil olmak üzere tüm rüyaları örtülü arzuların tatmin olması olarak değerlendirir. Gündüz rüyası olarak adlandırdığı şeyin gece rüyasından farkı orta çıkan arzunun yalnızca o hayali kuranın kendisi için değil, toplum çevresi için de ayıp olması ve hayali kuranın bunu başkasından gizlemeye çalışmasıdır.
• Freud edebiyat eserlerini gündüz rüyası olarak değerlendirir. Freud’un kuramına göre edebiyat eseri bastırılmış bir arzunun ortaya çıkması sonucu oluşmuştur. Böylece
arzunun toplumsal ayıbı tıpkı rüya mekanizmasında olduğu gibi hafifletilir ve eser okuyucuya tat verir. Eserin alıcısına verdiği asıl zevk ise bu bastırılmış arzuların ortaya çıkması ile ruhtaki gerilimlerin giderilmesi ve bir çeşit katharsis sağlamasıdır.
Kaynaklar
• Taluy Yüce, Neşe – Ewa Odachowska Żielińska.
Genç Polonya Dönemi Edebiyatı. Ankara:
Kültür Yay., 2004.