• Sonuç bulunamadı

Sinematografik bir unsur olarak aydınlatma tekniğinin Türk sineması polisiye filmlerinde kullanımı

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Sinematografik bir unsur olarak aydınlatma tekniğinin Türk sineması polisiye filmlerinde kullanımı"

Copied!
211
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

RADYO, TELEVİZYON VE SİNEMA ANABİLİM DALI

RADYO, TELEVİZYON VE SİNEMA BİLİM DALI

SİNEMATOGRAFİK BİR UNSUR OLARAK

AYDINLATMA TEKNİĞİNİN TÜRK SİNEMASI

POLİSİYE FİLMLERİNDE KULLANIMI

Onur ERKAN

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Danışman

Dr. Öğr. Üyesi Murat AYTAŞ

(2)
(3)

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

RADYO, TELEVİZYON VE SİNEMA ANABİLİM DALI

RADYO, TELEVİZYON VE SİNEMA BİLİM DALI

SİNEMATOGRAFİK BİR UNSUR OLARAK

AYDINLATMA TEKNİĞİNİN TÜRK SİNEMASI

POLİSİYE FİLMLERİNDE KULLANIMI

Onur ERKAN

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Danışman

Dr. Öğr. Üyesi Murat AYTAŞ

(4)
(5)
(6)

ÖNSÖZ

Tanıştığım günden beri sevgisini benden hiç esirgemeyen, sabırlı davranan, daima yanımda olan ve bana benden daha çok inanan Fulya ÇOBAN’a; desteklerini ve varlıklarını bana sürekli hissettiren, bugünlere gelmemde büyük emekleri olan, benden hiçbir zaman vazgeçmeyen babam Mustafa ERKAN’a ve annem Salime ERKAN’a; lisans eğitimim için ailemin yanından ayrıldıktan sonra bana annelik, babalık, ablalık, ağabeylik yapan pek değerli ve saygıdeğer Afyon Kocatepe Üniversitesi Sinema ve Televizyon bölümü akademik personelleri ve idari çalışanlarına; ilerleyen süreçlerde sonradan aralarına katılmama rağmen hiçbir zaman bana bunu hissettirmeyen, her konuda bana yardımcı olmaya çalışan ve güler yüzlerini benden hiç esirgemeyen başta Prof. Dr. Aytekin CAN ve danışmanım Dr. Öğr. Üyesi Murat AYTAŞ olmak üzere Selçuk Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema bölümü akademik personellerine sonsuz saygı, sevgi ve teşekkürlerimi sunuyorum.

(7)
(8)
(9)

İÇİNDEKİLER

BİLİMSEL ETİK SAYFASI ... İ TEZ KABUL FORMU ... İİ ÖNSÖZ ... İİİ ÖZET ... İV SUMMARY ... V ŞEKİLLER LİSTESİ ... İX TABLOLAR LİSTESİ ... Xİ GİRİŞ ...1

1. EDEBİYATTAN SİNEMAYA SANATSAL BİR ANLATI TÜRÜ OLARAK POLİSİYE ...4

1.1. Suç Kavramının Tanımı ve Suç Kavramını Açıklamaya Yönelik Teoriler .. 4

1.2. Suç Kavramının Tanımı ... 4

1.3. Suç Kavramının Oluşmasına Neden Olan Etkenler ... 5

1.3.1. Bireysel Teoriler ... 5

1.3.2. Psikolojik Teoriler ... 7

1.3.3. Biyolojik Teoriler ... 8

1.3.4. Sosyolojik Teoriler ... 9

1.3.4.1. Sosyal Yapı Teorileri ... 9

1.3.4.2. Sosyal Süreç Teorileri ... 13

1.3.4.3. Sosyal Çatışma Teorileri ... 15

1.4. Polisiye Türünün Tarihsel Gelişimi ... 17

1.5. Edebi Türde Polisiye Anlatısı ve Özellikleri ... 20

1.5.1. Edebi Türler İçerisinde Polisiye Roman ... 21

1.5.2. Polisiye Romanın Batı Edebiyatındaki Gelişimi ... 23

1.5.2.1. Edgar Allan Poe ve Dedektif Dupin ... 24

1.5.2.2. Arthur Conan Doyle ve Sherlock Holmes Serisi ... 25

1.5.2.3. Maurice Leblanc ve Fransız Arsen Lupin ... 26

1.5.2.4. Polisiye Romanın Altın Çağı ve Agatha Christie ... 27

1.5.3. Polisiye Romanın Türk Edebiyatındaki Gelişimi ... 29

1.5.3.1. Çeviri Polisiye Romanlar ... 30

1.5.3.2. Telif Polisiye Romanlar ... 32

(10)

1.6. Polisiye Türünde Suçu Kurgulama Yöntemleri ... 39

1.7. Sinema Sanatında Polisiye Türü ... 43

1.7.1. Polisiye Türünün Dünya Sinemasındaki Gelişimi ... 47

1.7.1.1. İlk Dedektif Sherlock Holmes ... 48

1.7.1.2. İkinci Dünya Savaşı ve Sonrasında Polisiye Sinema ... 49

1.7.2. Polisiye Filmin Türk Sinemasındaki Gelişimi ... 53

1.7.2.1. Kanun Namına ve Sonrasındaki Gelişmeler ... 54

1.7.2.2. Bağımsız Sinemacılar Sonrasındaki Polisiye ... 56

2. SİNEMATOGRAFİK BİR UNSUR OLARAK AYDINLATMA TEKNİĞİ ..59

2.1. Sinematografiye Etki Eden Unsurlar ... 59

2.2. Sinema Sanatında Aydınlatma ... 60

2.2.1. Aydınlatmanın İlkeleri ... 69

2.2.1.1. Işık Nedir? ... 69

2.2.1.2. Işık ve Gölge İlişkisi ... 71

2.2.1.3. Görüntünün Tonal Ağırlığı ... 72

2.2.2. Chiaroscuro Aydınlatması ... 73

2.2.2.1. Rembrandt Aydınlatması ... 74

2.2.2.2. Cameo Aydınlatması ... 74

2.2.2.3. Siluet Aydınlatması ... 75

2.2.3. Dramatik Aydınlatma Teknikleri ... 75

2.2.3.1. Aydınlatmanın Nesnel Etkisi ... 76

2.2.3.2. Aydınlatmanın Öznel Etkisi ... 76

2.2.3.3. Psikolojik Durumların Aydınlatmayla Belirtilmesi ... 77

2.2.4. Aydınlatmanın Temel Unsurları ... 77

2.2.4.1. Üç Nokta Aydınlatması ... 77

2.2.4.2. Sahne Tasarımında Işığın Niteliği ... 81

2.2.4.3. Işığın Konuya Göre Yönlendirilmesi ... 84

2.2.4.4. Bol Işık (Hıgh Key) - Loş Işık (Low Key) ... 87

2.2.4.5. Ortamsal ve Yönlü Işıklandırma ... 88

2.2.4.6. Konu ve Dokunun Ortaya Çıkartılması ... 89

3. 2000 SONRASI TÜRK POLİSİYE SİNEMASINDA AYDINLATMA TEKNİĞİ KULLANIMININ ÖRNEK FİLMLER ÜZERİNDEN ANALİZİ ....90

(11)

3.2. Önem ... 90 3.3. Varsayımlar ... 91 3.4. Problem ... 91 3.4. Evren ve Örneklem ... 92 3.5. Yöntem ... 93 3.6. Bulgular Ve Yorum ... 94

3.6.1. Av Mevsimi: Filmin Künyesi ve Filme Ait Genel Bilgiler ... 94

3.6.1.1. Av Mevsimi Filmindeki Aydınlatma Tasarımları ile İlgili Genel Değerlendirmeler ... 123

3.6.2. Ejder Kapanı: Filmin Künyesi ve Filme Ait Genel Bilgiler ... 124

3.6.2.1. Ejder Kapanı Filmi Aydınlatma Tasarımı Hakkında Genel Değerlendirmeler ... 151

3.6.3. İtirazım Var: Filmin Künyesi ve Filme Ait Genel Bilgiler ... 151

3.6.3.1. İtirazım Var Filmi Aydınlatma Tasarımı Hakkında Genel Değerlendirmeler ... 185

SONUÇ ...187

(12)

ŞEKİLLER LİSTESİ

Şekil 1: Polisiye romanda olay örgüsü ... 42

Şekil 2 ... 97 Şekil 3 ... 98 Şekil 4 ... 99 Şekil 5 ... 100 Şekil 6 ... 102 Şekil 7 ... 103 Şekil 8 ... 103 Şekil 9 ... 104 Şekil 10 ... 104 Şekil 11 ... 105 Şekil 12 ... 105 Şekil 13 ... 106 Şekil 14 ... 107 Şekil 15 ... 108 Şekil 16 ... 108 Şekil 17 ... 108 Şekil 18 ... 108 Şekil 19 ... 110 Şekil 20 ... 111 Şekil 21 ... 111 Şekil 22 ... 112 Şekil 23 ... 112 Şekil 24 ... 113 Şekil 25 ... 114 Şekil 26 ... 115 Şekil 27 ... 116 Şekil 28 ... 116 Şekil 29 ... 118 Şekil 30 ... 119 Şekil 31 ... 120 Şekil 32 ... 120 Şekil 33 ... 121 Şekil 34 ... 121 Şekil 35 ... 122 Şekil 36 ... 122 Şekil 37 ... 123 Şekil 38 ... 126 Şekil 39 ... 126 Şekil 40 ... 128 Şekil 41 ... 129 Şekil 42 ... 129 Şekil 43 ... 130 Şekil 44 ... 131 Şekil 45 ... 132 Şekil 46 ... 133 Şekil 47 ... 134 Şekil 48 ... 135 Şekil 49 ... 136 Şekil 50 ... 137

(13)

Şekil 51 ... 138 Şekil 52 ... 139 Şekil 53 ... 140 Şekil 54 ... 140 Şekil 55 ... 141 Şekil 56 ... 141 Şekil 57 ... 142 Şekil 58 ... 143 Şekil 59 ... 144 Şekil 60 ... 145 Şekil 61 ... 146 Şekil 62 ... 146 Şekil 63 ... 147 Şekil 64 ... 148 Şekil 65 ... 149 Şekil 66 ... 150 Şekil 67 ... 154 Şekil 68 ... 155 Şekil 69 ... 156 Şekil 70 ... 157 Şekil 71 ... 158 Şekil 72 ... 159 Şekil 73 ... 160 Şekil 74 ... 161 Şekil 75 ... 162 Şekil 76 ... 163 Şekil 77 ... 163 Şekil 78 ... 164 Şekil 79 ... 165 Şekil 80 ... 166 Şekil 81 ... 167 Şekil 82 ... 168 Şekil 83 ... 169 Şekil 84 ... 171 Şekil 85 ... 172 Şekil 86 ... 173 Şekil 87 ... 174 Şekil 88 ... 175 Şekil 89 ... 176 Şekil 90 ... 176 Şekil 91 ... 177 Şekil 92 ... 178 Şekil 93 ... 179 Şekil 94 ... 180 Şekil 95 ... 181 Şekil 96 ... 182 Şekil 97 ... 183 Şekil 98 ... 184 Şekil 99 ... 184 Şekil 100 ... 184

(14)

TABLOLAR LİSTESİ Tablo 1 ... 97 Tablo 2 ... 98 Tablo 3 ... 99 Tablo 4 ... 101 Tablo 5 ... 102 Tablo 6 ... 103 Tablo 7 ... 104 Tablo 8 ... 105 Tablo 9 ... 106 Tablo 10 ... 107 Tablo 11 ... 109 Tablo 12 ... 110 Tablo 13 ... 111 Tablo 14 ... 112 Tablo 15 ... 113 Tablo 16 ... 114 Tablo 17 ... 116 Tablo 18 ... 117 Tablo 19 ... 118 Tablo 20 ... 119 Tablo 21 ... 120 Tablo 22 ... 121 Tablo 23 ... 122 Tablo 24 ... 127 Tablo 25 ... 128 Tablo 26 ... 129 Tablo 27 ... 130 Tablo 28 ... 131 Tablo 29 ... 132 Tablo 30 ... 133 Tablo 31 ... 134 Tablo 32 ... 135 Tablo 33 ... 136 Tablo 34 ... 137 Tablo 35 ... 138 Tablo 36 ... 139 Tablo 37 ... 140 Tablo 38 ... 141 Tablo 39 ... 142 Tablo 40 ... 143 Tablo 41 ... 144 Tablo 42 ... 145 Tablo 43 ... 146

(15)

Tablo 44 ... 147 Tablo 45 ... 148 Tablo 46 ... 149 Tablo 47 ... 150 Tablo 48 ... 154 Tablo 49 ... 155 Tablo 50 ... 156 Tablo 51 ... 157 Tablo 52 ... 158 Tablo 53 ... 159 Tablo 54 ... 160 Tablo 55 ... 162 Tablo 56 ... 163 Tablo 57 ... 164 Tablo 58 ... 165 Tablo 59 ... 166 Tablo 60 ... 167 Tablo 61 ... 168 Tablo 62 ... 169 Tablo 63 ... 170 Tablo 64 ... 171 Tablo 65 ... 172 Tablo 66 ... 173 Tablo 67 ... 174 Tablo 68 ... 175 Tablo 69 ... 176 Tablo 70 ... 177 Tablo 71 ... 178 Tablo 72 ... 179 Tablo 73 ... 180 Tablo 74 ... 181 Tablo 75 ... 182 Tablo 76 ... 183 Tablo 77 ... 184 Tablo 78 ... 185

(16)

GİRİŞ

Suç olgusu, tarih boyunca insanlığın var olduğu her yerde kendini göstermiştir. Gerek dini ve mitolojik hikayeler gerekse modern zamana yakın ve bu zamanda kayda alınmış belgeler, bahsi geçen durumu açıklar niteliktedir. İnsanların, koloni ve toplum halinde yaşamaya başlamaları ise bu suç olgusunun daha da fazla artmasına neden olduğu söylenebilmektedir. Bu nedenden dolayı birarada yaşayan insanlar arasındaki anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak ve onların güvenliğini sağlamak amacıyla adli mecralar ve güvenlik güçleri gibi birimlerin ortaya çıktığı görülmektedir. Zamanla hukuk sisteminde görülen gelişmerin de insanların birarada yaşamalarını daha da kolaylaştırmak adına gerçekleştiğini söylemek mümkündür.

Polis kavramıyla ilk olarak Eski Yunan döneminde karşılaşılmaktadır. O dönem için polis kavramının kent devleti olarak karşılık bulduğu düşünülmektedir. Polis kavramının, yapı ve anlamının günümüzdeki halini almasının ise 1820’li yıllarda gerçekleştiği görülmektedir. Polis kavramının ortaya çıkması ve günümüzdeki işleyişine bürünmesinin, ceza yargılama sistemlerindeki değişiklikler sayesinde gerçekleştiği bilinmektedir. Ceza yargılama sistemi ilk dönemlerinde haddini bildirme anlayışı üzerinden işlerken, polis teşkilatlanmasının ortaya çıktığı dönemlerde ise yerini sanığın korunması anlayışına bırakmıştır. Bu durumda polis teşkılatına, suçluyu tutuklamak ve halkın refahını korumak görevlerinin yanı sıra suçu kanıtlamak gibi bir görevin de yüklendiği görülmektedir. Sanığın korunması anlayışına göre, suç ispatlanana dek şüpheli veya sanık masum olarak kabul edilmektedir. Bu durumda suçun araştırılması ve bulguların değerlendirilmesi gibi süreçler de artık ortaya çıkmaya başlayacaktır.

Sanat, içine bulunduğu dönem ve o dönemin özelliklerinden çok çabuk etkilenen anlayış ve düşünceler olarak değerlendirilmektedir. Sanayi devrimiyle birlikte şehirleşme oranlarında görülen artış, kalabalık şehirleri ortaya çıkarmış ve suç oranlarında görülen oranların da artmasına sebep olmuştur. Bu nedenden dolayı cinayet, hırsızlık, gasp, yaralama gibi olaylarla ve bu olayların araştırılması durumlarıyla daha fazla karşılaşılmaya başlanmıştır. Polisiye kavramının tür olarak ele alınmasının ise bu olayların çok fazla yaşanmaya başlandığı dönemlere karşılık geldiği görülmektedir. İlk olarak edebi türlerde tefrikalar halinde yayımlanmaya

(17)

başlayan polisiye hikayeler, türün ilk örnekleri olarak dikkat çekmektedir. Polisiye hikayelerin ilerleyen zamanlarda çok fazla okuyucuya ulaşması ise türün gelişimini daha da fazla hızlandırmıştır. İlk olarak edebi sanatlarda ortaya çıkan polisiye türünün popülaritesinin artması, türün diğer sanat alanları içerisinde görülmesine de zemin hazırlmıştır. Yazınsal bir metnin beyaz bir perdeye hareketli fotoğraflar halinde aktarıldığı sinema sanatı, polisiye türünün başarılı bir şekilde işlendiği diğer bir sanat dalı olarak dikkat çekmektedir. Polisiye türünün, sinemadaki ilk zamanlarında edebi hikayelerden uyarlama filmlerle temsil edildiği görülürken, bir noktadan sonra özgün hikaye ve senaryo yazımlarıyla izleyici karşısına çıktığı gözlemlenmektedir. Polisiye türünün, özgün senaryo ve hikayelerle sinema sanatı içerisinde temsil edilmesiyle, sinema sanatı içerisinde farklı bir tür olarak ele alınmaya başlandığını söylemek mümkündür.

Işık, hayatın var olması ve yaşamın devam etmesi adına vaz geçilemez bir unsur olarak görülmektedir. Sinema sanatı içinde bir görüntünün oluşması, şığın varlığıyla mümkün olabilmektedir. Sinema sanatının estetik bir şekilde algılanmasının en önemli sebebinin görüntü olduğu bilinmektedir. Görüntüyü oluşturan ana etkenlerden birisi de ışık olarak dikkat çekmektedir. Işık, nesneleri aydınlatmasının yanı sıra onlara bazı anlamlar yükleme açısından da tercih edilmektedir. Bu noktada ise sinema sanatı içerisinde aydınlatma tekniklerinin varlığından söz etmek mümkündür. Aydınlatma teknikleri, yalnızca nesneleri aydınlatmak için değil onlara çeşitli anlamlar yüklemek ya da var olan anlatımı desteklemek amacıyla da tercih edilmektedir. Diğer bir görsel sanat olarak bilinen resim sanatı ise aydınlatma teknikleri açısından sinema sanatına katkıda bulunmaktadır. Resim sanatında belirli dönemleri kapsayan aydınlatma tekniklerinin, sinema sanatında da anlam ve anlatımı desteklemek amacıyla tercih edildiği görülmektedir. Polisiye türünün de genel işleyiş ve anlatımının desteklenmesi, sinema sanatı içerisinde aydınlatma teknikleriyle gerçekleştirilebilmektedir. Türe bağlı olarak tür içerisinde sıkça karşılaşılan gizem, gerilim, tehlike gibi unsurlar aydınlatma teknikleri aracılığıyla anlatım açısından daha fazla desteklenebilmektedir. Aydınlatmanın etkisiyle nesnenin görünüşü değişimlere uğrayabilir; aynı cisim, aydınlatma çeşidine göre farklı şekillere bürünebilir. Şekiller değiştikçe, izleyici

(18)

üzerinde oluşturduğu duygularda farklılık gösterebilir. Oluşan bu farklılıkları ortaya çıkarmak adına, 2000 yılı ve sonrasında çekilen Türk polisiye filmleri arasından seçilen örneklerle, aydınlatma ile sağlanan psikolojik, estetik ve dramatik anlatımların analiz edilmesi araştırmanın amacını oluşturmaktadır. Film türlerine göre çeşitlere ayrılan aydınlatma teknikleri, sinematografik açıdan polisiye film türünde de farklılık göstermektedir. Bu farklılıkları ortaya çıkarmak açısından bu alanda yapılan çalışmaların yeterli sayıda olmaması, bu bağlamda araştırmanın, yapılacak yeni çalışmalara kaynak teşkil etmesi araştırmanın önemini ortaya çıkarmaktadır.

Araştırmada, polisiye türü edebiyat ve sinema alanındaki gelişim ve etkileşimiyle birlikte ele alınmaktadır. Polisiye film türünün Dünya sineması ve Türk sinemasındaki, karakteristik ve sinematografik özellikleri, sinematografik bir unsur olan aydınlatma teknikleriyle birlikte incelenmektedir. Türk sinemasında 1990’lı yıllarda bağımsız yönetmenlerin ortaya çıkmasıyla birlikte bağımsız sinemanın temelleri atılmış, 2000 yılı ve sonrasında bağımsız sinema adı altındaki bağımsız yönetmenler kendi sinema dillerini oluşturmuşlardır. Araştırma, 2000 sonrası Türk sinemasında polisiye film türüne ait kamera açıları ve bu kamera açılarına bağlı aydınlatma tekniklerinin, belirgin bir şekilde anlatı yapısını güçlendirdiği film örneklerini kapsayacaktır. Bu bağlamda “2000 sonrası Türk sinemasında polisiye filmler” araştırmanın evrenini, bu filmler içerisinden rastlantısal örneklem seçimi yöntemiyle seçilen Av Mevsimi (2010), Ejder Kapanı (2010) ve İtirazım Var (2014) filmleri araştırmanın örneklemini oluşturmaktadır.

Resim sanatında geliştirilen aydınlatma tekniklerinin, başka bir görsel sanat olarak dikkat çeken sinema sanatında da uygulanmaya başladığı görülmektedir. Bu açıdan bakıldığı zaman resim sanatındaki eserleri inceleme amacıyla tercih edilen biçimsel analiz yönteminin, sinema sanatında 2 boyutlu düzlem üzerine yansıtılan görüntüleri irdeleme amacıyla da tercih edildiği görülmektedir. Bu doğrultuda, örneklem olarak seçilen 2000 yılı sonrasında çekilen ve gösterime giren Av Mevsimi (2010), Ejder Kapanı (2010) ve İtirazım Var (2010) isimli filmler, belirlenen parametreler doğrultusunda; giriş, gelişme ve sonuç sekansları olmak üzere “Biçimsel Analiz” yöntemiyle 3 bölümde incelenmektedir.

(19)

1. EDEBİYATTAN SİNEMAYA SANATSAL BİR ANLATI TÜRÜ OLARAK POLİSİYE

1.1. Suç Kavramının Tanımı ve Suç Kavramını Açıklamaya Yönelik Teoriler

İnsan, toplumsal bir varlık olarak ön plana çıkmaktadır. Önceleri göçebe bir şekilde avcılık ve toplayıcılık yaparak yaşayan insanın, tarım devrimiyle birlikte yerleşik hayata geçtiği bilinmektedir. Yerleşik hayata geçerek bir arada yaşamaya başlayan insan yazıyı icat etmiş, toplum düzenini ve insanlar arasındaki adaleti sağlamak amacıyla belirli kurallar ortaya çıkarmıştır. Bilinen en eski kanıtlara göre “günümüzden yaklaşık 5000 yıl önce, MÖ 3000’lerde Sümerler yazıyı bulmuşlar, ilk kent devletlerini kurmuşlar, ilk yasaları düzenlemişlerdir” (Tok, 2001: 81). Zamanın değişmesiyle birlikte, toplumların değer yargılarında da değişimler gerçekleşmiş ve bu durum suç kavramına, dönemsel olarak farklı anlamlar yüklenmesine neden olmuştur.

1.2. Suç Kavramının Tanımı

İnsanlığın kolonileşmeye başlamasıyla birlikte, beraber yaşamalarına olanak sağlayan, yazılı ya da sözlü olarak belirli kuralların ortaya çıktığı düşünülmektedir. Yasalar, bir arada yaşayan insanlar için belirli kurallar bütününü oluşturmaktır. Bu kurallar bütünü tüm insanlığı kapsayarak evrensel olabileceği gibi aynı zamanda içinde bulunduğu toplumun değerlerine göre toplumdan topluma farklılıklar gösterebilir. Suç kavramı ise genel hatlarıyla, toplumlararası farklılık gösteren bu evrensel kurallar bütününe aykırı davranışlar olarak tanımlanabilmektedir. Yasalar ve kuralların, toplumların değerlerine göre farklılık göstermesinden ötürü suç kavramını kesin bir şekilde tanımlandırmak mümkün gözükmemektedir. Türk Dik Kurumu’nun Türkçe sözlüğüne göre suç; yasalara, törelere ve ahlak kurallarına karşı aykırı davranışlar olarak tanımlanmaktadır. Sulhi Dönmezer günümüzde “sosyo-kültürel bilimlerin, suç teşkil eden insan davranışını toplumda yürürlükte olan sosyal normlardan bir nevi sapış, sapıcı eylem olarak tanımladığını belirtmektedir”(Dönmezer, 1994: 46). Söz konusu insan ve insan davranışları olunca bu davranışları etkileyen faktörlerin göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Bu faktörler suç ve suçlu oluşturmada etkin rol oynayabileceği gibi suç kavramının toplumsal açıdan ele alınmasına da olanak sağlamaktadır.

(20)

1.3. Suç Kavramının Oluşmasına Neden Olan Etkenler

Nasıl ki yasalar ve kurallar toplumlara göre farklılık gösterebiliyorsa suç da aynı şekilde oluşum açısından farklı özelliklere sahiptir. Suçun oluşmasının temelinde yatan sebepler, insanın psikolojisini ve sosyal yaşamını etkileyen faktörlerden geçmektedir. İnsan, sosyal bir varlık olmasından dolayı, içinde yaşanılan toplumun özellikleri suçun tanımını değiştirdiği gibi suçun oluşma nedenlerine de doğrudan ve dolaylı yoldan etki etmektedir. “Herhangi bir zamanda suç olarak tanımlanmayan bir davranış farklı bir zaman diliminde suç olarak tanımlanabilmekte veya herhangi bir yerde toplum tarafından suç olarak görülmeyen bir davranış farklı bir toplumda ve mekânda suç olarak nitelendirilebilmektedir”(Burkay, 2008: 2). Örneğin keyif verici madde kullanımı ve satışı Hollanda’da serbest iken dünyanın pek çok ülkesinde suç sayılarak yasaklanmıştır. Suç kavramı zamansal bir nitelikte incelenmek istenirse eğer teknolojik gelişmeler de bu incelemeye dâhil edilebilmektedir. Bilgisayar ve internet teknolojisi bulunmadan önce bilişim suçlarından bahsetmek mümkün değildi. Teknolojiyle birlikte gelişmekte olan bilgisayar ve internet ağı, insanlığın hayatını kolaylaştırarak onlara bir avantaj sağlayabileceği gibi; kötü niyetle kullanılması halinde, insanlık adına kötü sonuçlara yol açmaktadır. Bilişim suçları adı altında işlenen suçlar, hem bireysel nitelikte hem de dijital ortamda saklı tutulan bilgilerin ele geçirilmesi konusunda küresel ölçekte krizlere de sebep olabilmektedir.

1.3.1. Bireysel Teoriler

Zamana, mekâna ve toplumlara göre farklılık gösteren suç ve tanımları bilim insanları tarafından ortaya atılmış teorilere göre de farklılık göstermektedir. Bu teoriler ilk olarak bireysel nitelikte geliştirilmişlerdir. Bireysel teoriler ise savunucuları tarafından çeşitlendirilerek 4 alt başlık altında incelenebilir. Klasik ekol bu başlıklardan ilki olarak kabul edilmektedir. Bu ekol 18. yüzyılın ortalarında ortaya çıkmıştır. Sanayi devrimiyle birlikte gelişen yaşam standartları, ortaçağdan kalma ceza yargılama sisteminin de değişmesine zemin hazırlamıştır. İnsanlık dışı olarak görülen bu yargılama sistemlerine, dönemin düşünürleri tarafından eleştiriler ve tepkiler gösterilmiştir. Cesare Beccaria bu düşünürlerin önde gelen isimlerinden ve klasik ekolün en önemli temsilcilerindendir (İçli, 1993: 13). Cesare’ye göre tarihteki

(21)

imparatorlukların sınırları genişledikçe imparatorluk toprakları içerisindeki kargaşa da aynı oranda artmış ancak ulusal duygular azalmıştır. Bu kargaşa içerisindeki insanlar kendilerine bir çıkar sağlama amacında oldukları için suç oranlarında da artışlar görülmüştür. Suç oranlarındaki bu artış aynı zamanda ceza yargılama sisteminin de ağırlaşmasına neden olmuştur. Cesare, 1764 yılında yayınlamış olduğu kitabında bu cezaların artık belirli bir kural ve yasalara göre belirlenmesi gerektiğini savunmuştur. Cesare “toplumun üyesi olan bir yargıç, aynı toplumun bir başka üyesini, adalet adına, yasaca öngörülmeyen cezalara çarptıramaz” şeklindeki düşüncelerini Suçlar ve Cezalar Hakkında isimli kitabında belirtmiştir(Becceria, 2004: 31).

Bireysel olarak ortaya atılan teorilerin bir diğer çeşidi Neo-Klasik ekoldür. Neo-Klasik ekolün savunucuları, Klasik ekol savunucularının tersine suçtan çok suçlu bireylere odaklanmışlardır. Neo-Klasik ekol daha çok psikoloji ve sosyoloji bilimleri etrafında şekillenmiştir. Bu ekolde “suçlu bireyin, sosyal ve psikolojik durumu ön plana çıkartılarak cezanın suça değil suçluya göre olması gerektiği vurgulanmıştır ve Enrico Ferri ve Garofalo gibi düşünürler” bu ekolün önde gelen isimlerini oluşturmaktadır(Burkay, 2008: 5).

Pozitif ekol düşünürleri, suçun nedenlerini pozitif bilimleri esas alarak incelemişlerdir. Bu ekolde suç, neden-sonuç ilişkisi üzerine ele alınmaktadır. Düşünürler suçun, psikolojik, biyolojik ve sosyal faktörlerin kaynaklandığını vurgulamışlardır. Klasik ekol suçu hukuksal bir şekilde tanımlarken Pozitif ekol bu düşüncenin aksine suçu psikolojik bir olgu olarak tanımlamaktadır. “Klasik ekol özgür iradeyi ve ceza yargılamasının önleyici etkisini teorileştirirken, Pozitif ekol ise suçlu davranışın nedenlerini bilimsel açıdan incelemenin gerekliliğine dikkat çekmektedir” (Yücel, 2004: 37). Pozitif ekolün önde gelen isimlerinden biri ise Lombroso’dur. Suçu biyolojik ve bedensel açıdan irdeleyen Lombroso, suçlu bireyleri gözlemleyerek onların hal, hareket ve geçmiş yaşantılarını incelemiştir. Ölen suçlu bireylerin cesetleri üzerinde de çeşitli araştırmalar yapmıştır. Yaptığı çalışmalar sonucunda bazı insanların suçlu olarak dünyaya geldiği fikrini ortaya atmıştır. Lombroso’ya göre doğuştan suçlu adı verilen bireyler “bedenlerinde bulunan bazı sorunlar, işlevselliğini yitirmiş duyular ve organlar, vücut bozuklukları

(22)

gibi unsurlardan dolayı diğerlerinden ayrılırlar. Bu unsurlar onları iradeleri dışında suç işlemeye yöneltir” (Dönmezer, 1994: 85).

Coğrafi ekol ise bireysel teorilerin son ekolü olarak görülmektedir. Bu ekolün en önemli temsilcileri arasında Montesquieu, Adolph Quetelet, Guerry gibi ünlü düşünürler yer almaktadır. Coğrafi ekol savunucuları suçlu bireyin, içinde bulunduğu iklim ve coğrafi koşulların özelliklerine göre incelenmesi görüşündedirler. Soğuk ve sıcak bölgelerin, dağlık veya şehir alanlarının özelliklerinin bireyleri suça itebileceği görüşünü savunmaktadırlar. Quetelet yaptığı araştırmalar sonucunda “adam öldürmelerin Avrupan’nın güneyinde sıcak mevsimlerde yoğunlaştığını, hırsızlık suçlarının ise kuzeyde ve soğuk mevsimlerde arttığını dile getirmiş” ve bu araştırmalarını ‘Suçluluk Hakkında Isı Kanunu’ olarak belirtmiştir(Dönmezer, 1994: 162).

1.3.2. Psikolojik Teoriler

Suç ve suçluya bireysel olarak bir bakış açısı kazandırmaya çalışan bilim insanlarından ayrı olarak, suç ve suçlu kavramlarına psikolojik açıdan yaklaşılması ve açıklama getirilmesi gerektiğini düşünen bilim insanları da bulunmaktadır. “Psikologlar, psikiyatrisiler ve ruh sağlığı ile ilgili diğer meslek sahipleri kriminolojik teorinin formüle edilmesi konusunda” etkili rol oynamışlardır(Burkay, 2008: 7). Psikologlar suç kavramını incelerken, suçlu bireyin davranışlarının altında yatan nedenleri araştırmaktadır. Araştırılan bu nedenler psikologlar tarafından farklı şekillerde açıklanmıştır. Bazı psikologlar suç davranışını psikoanalitik bir bakış açısıyla açıklamaya çalışmış ve suç işleyen bireylerin çocukluk dönemindeki yaşantılarının, kişilik üzerinde bıraktığı etkilerin göz ardı edilmemesi gerektiğinden bahsetmişlerdir. Diğer psikologlar davranışsal açıdan bir inceleme yaparak, sosyal çevreden edinilen bilgi ve birikim sonucunda bireyin suça yöneldiğini savunmuşlardır. Araştırmalar sonucundan psikologlar “kriminologların, suçluluğu motive eden ve suç işlenmesine yol açan psikolojik süreçleri belirlemeden” suça açıklama getirilemeyeceğini belirtmektedirler (İçli, 2004: 47).

(23)

1.3.3. Biyolojik Teoriler

Biyolojik teorilerin oluşmasında katkıda bulunan bilim insanları, suçun ve suçlu bireylerin biyolojik açıdan incelenmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Biyolojik temelli incelemelerin yapılması için iki farklı yaklaşımdan söz etmek mümkündür. Suçlu bireylerin vücut yapılarındaki farklılıkları ve genetik incelemeleri konu alan bu yaklaşımların savunucuları, konuya bu iki farklı pencereden bakılması gerektiğini vurgulamışlardır.

Bireysel teorilerin alt başlıklarından birisi olan Pozitif ekolün önemli temsilcileri arasında gösterilen Lombroso, suçlu bireylerin vücut yapısındaki farklılıkları konu alan biyolojik çalışmalarıyla da dikkat çekmektedir. Lombroso yaptığı çalışmalarda “uzun kol, geniş çene kemiği, seyrek sakal ve kıvrımlı burun yapısına sahip olma ve acıya duyarsızlık” gibi unsurların göz önünde bulundurulmasıyla suçlu bireylerin belirlenebileceğinden bahsetmektedir(Pak, 2017: 232). Lombroso’ya göre ayrıca “adam öldürenlerin bakışları soğuk, donuk, sabit ve gözleri kanlı; hırsızların ise bakışları hileli, hareketli ve gözleri eğridir”(Dönmezer, 1993: 86).

Biyolojik teoriler içerisinde yer alan genetik incelemeler, suçun aileden çocuklara kalıtsal bir özellik olarak geçtiğini öne sürmektedirler. Genetik teori savunucuları bu sebepten dolayı araştırmalarını yaparken daha çok aileler üzerinde yoğunlaşmışlardır. Araştırmacılar “kromozomlarda bulunan genler yoluyla tıpkı anne-babanın özelliklerinin ve bazı hastalıkların çocuklara geçtiği gibi biyo-psikolojik veya genetik yapıya dayanan suç davranışının nedenlerinin de genetik özelliklerden kaynaklandığını” belirtmektedir (Soyaslan, 1998: 61). Genetik incelemeler yapılırken araştırılması yapılan en ünlü aile “Jukes” ailesidir. Jukes ailesi Max adında bir erkeğin 1700 yılında doğmasıyla başlamaktadır. Max’in o zamanlar içerisinde alkol bağımlısı olduğu, büyük bir aileye reislik yaptığı ve geçimini avcılıktan sağladığı bilinmektedir. Max’in resmi olmayan çocuklarının da olduğu söylenmektedir. Dr. Estabrook ise 1915 yılında Jukes ailesini incelemeye başlamıştır. Estabrook’un bulduğu sonuçlara göre Jukes ailesinde, 2094 kişiden 1258’i o zamanlar için hala hayattaydı. Yaşamakta olan akrabalardan 170’inin dilenci ve kamu yardımına muhtaç, 129’unun sosyal yardımlardan faydalanan kişiler, 118’inin

(24)

suçlu, 378’inin hayat kadını, 86’sının genelev işleten kişi ve 180’inin dengesiz olduğu Dr. Estabrook tarafından tespit edilmiştir (Dönmezer, 1993: 105). Bilim insanları yaptıkları bu genetik incelemeler sonucunda suç genlerinin ebeveynler tarafından bir sonraki nesle aktarıldığını savunmaktadırlar.

1.3.4. Sosyolojik Teoriler

Bireysel, psikolojik ve biyolojik teorilerin aksine sosyolojik teori, suçlu davranışın öğrenildiğini ve çevre tarafından şekillendiğini savunmaktadır. Suç davranışının kalıtımsal olarak diğer bir nesle geçtiği anlayışı, sosyologlar tarafından ciddi bir şekilde eleştiri konusu olmuştur. Sosyologlara göre, bu teoriler içerisinde seçilen örnekler ve kontrol grupları, genele yorumlanacak nitelikte değildir. Sosyologlar için kontrol grubu üzerinde yapılan araştırmanın kesinliği, sadece o grubu temsil edecek yapıdadır. Bireysel, psikolojik ve biyolojik teori savunucuları; doğuştan gelen kalıtımsal özellikler, çocukluk yaşantıları ya da aile içi şiddet olayları gibi unsurların suç davranışının sebepleri açısından sorgulanması gerektiği belirtmişlerdir. Sosyologlar ise çevresel ve zamansal olarak farklı özellikler gösteren bu davranışların, sosyolojik açıdan sorgulanması gerektiği yönünde karar almışlardır. Bu durum ise suçlu davranışın sosyolojik açıdan incelenmesi konusunu ortaya çıkarmıştır. Sosyologlara göre “suçu toplum hazırlar birey işler, suçun nedeni bireysel suçluda değil sosyal ve hukuki kuramlardadır” (Yücel, 2004: 46). Sosyolojik teoriler ise sosyal yapı teorileri, sosyal süreç teorileri ve çatışma teorileri olmak üzere suçlu davranışını üç alt başlık halinde incelemektedir.

1.3.4.1. Sosyal Yapı Teorileri

Sosyal yapı teorilerinde suç davranışının, içinde bulunulan sosyal yapı ve toplum düzeninin bir sonucu olarak ortaya çıktığı savunulmaktadır. Genetik özelliklerin, bireyin hareket ve davranışları üzerinde etkisi olabileceği gibi sosyalleşmeye bağlı öğrenme sürecinin de bireyin hareket ve davranışları üzerinde etkisi olabilmektedir. Bireyin “sosyalleşmeye bağlı öğrenme süreci içerisindeki hareket ve davranışlarına itiyat adı verilmektedir. Birey, bunları zamanla çeşitli tecrübeler edinerek ve kendisini çevre şartlarına uydurarak elde eder” (Dönmezer, 1994: 346). Sosyal yapı teorileri, sosyal öğrenmeyle gerçekleşen bu suç davranışını

(25)

incelemek ve suç davranışına açıklama getirmek amacıyla fonksiyonalist, gerilim, alt kültür ve sosyal ekoloji teorileri olarak başlıklara ayrılmıştır.

Fonksiyonalist teorilere göre suç, bir toplumun içerisinde var olmak zorundadır ve fonksiyonel bir yapıya sahiptir. Toplumların; gelenek, görenek, örf, âdet, bilgi birikimi, yaşam biçimi gibi özellikleri suçun fonksiyonel yapısını oluşturmaktadır. “Toplumlar geliştikçe suçların yıllık oranlarında da bir artış söz konusudur. Modern toplumlarda suç oranlarının düşük olması beklenirken bu oranlar gün geçtikçe daha da artmaktadır” (Kösemihal, 1971: 43). Ünlü Fransız sosyolog Emile Durkheim, Sosyolojik Yöntemin Kuralları isimli kitabında, suçtan arınmış bir toplumun varlığından söz etmenin mümkün olmadığını vurgulamaktadır. Durkheim, suçun zorunlu bir olgu olduğunu ve toplumsal yaşamın temel koşullarına bağlı kaldığını; bu temel koşulların da ahlakın ve hukukun gelişmesinde büyük rol oynadığını savunmaktadır. Suçun var oluşu sosyal değişimin açık olduğunun göstergesidir. “Suç, bu bağlamda aslında yayarlı bir olgudur. Örneğin Atina hukukuna göre Sokrates, düşüncesinde özgür olmasından dolayı suçluydu ve bu suç Atinalıların ihtiyaç duyduğu yeni bir ahlak ve yeni bir inanç biçimini ortaya çıkarması açısından yararlıydı” (Durkheim, 2004: 160).

Durkheim, diğer eserlerinden biri olan İntihar isimli kitabında ise anomi kavramından bahsetmektedir. Durkheim anomiyi, “ bireylerin bir davranışta bulunması gerektiğinde hangi normu ölçüt alacaklarını bilememesi ve bu bireylerin toplumla bütünleşmelerini engelleyen düzensizlik durumları” olarak açıklamıştır (Kartal, 2013: 173). Sosyal yapı düzenindeki bozukluk ve aksaklıklar sebebiyle oluşan kuralsızlık ve normsuzluk sonucunda ortaya çıkan durumlar, anominin oluşmasındaki temel etkenler olarak görülebilmektedir. Durkheim, teknolojinin gelişmesini ileriye dönük bir tehlike olarak nitelendirmektedir. Ona göre gelişen teknoloji, aileler ve kurumlar tarafından denetlemez ise ahlaki yapıları ve toplumsal düzeni tehdit ederek, kural dışı bireysel davranışların yani suç davranışının ortaya çıkmasına neden olacaktır. Durkheim, “çevresinde anominin hüküm sürdüğünü düşünmekte ve bunu toplumsal değer yargılarının bulunmayışından kaynaklanan bir kişisel köksüzlük duygusu” olarak tanımlamaktaydı (Durkheim, 2004: 7).

(26)

Gerilim teorileri, belirli temel değerler altında toplumun eşit olduğu varsayımını göz önünde bulundurarak, bireylerin suç davranışını sergilemelerindeki sebepleri açıklamaya çalışmaktadır. Gerilim teorilerinin önde gelen temsilcilerinden Robet K. Merton, gerilimin toplum üzerindeki etkisini 1938 yılında yayınladığı Toplumsal Yapı ve Anomi isimli makalesinde açıklamaya çalışmıştır. Merton, anomi kavramını ele alırken Durkheim’dan etkilenmiş ancak anomi kavramını “kültürel amaçlar ve bu amaçlara ulaşmayı sağlayacak, kurumsal araçlar arasındaki kopukluğun bir sonucu” olarak nitelendirmiştir (Poloma, 1993: 38).

Bireyin çevresi Merton tarafından ikiye ayrılmaktadır. Bireyin insanlarla olan ilişkileri toplumsal çevreyi oluştururken o toplum içerisinde oluşmuş olan normlar ve kültürel değerler ise bireyin kültürel çevresini oluşturmaktadır. Merton’a göre bireyin etrafında oluşan bu iki çevre arasında çıkan anlaşmazlıklar, sonuç olarak gerilimleri meydana getirmektedir. Bu gerilimler “toplumsal çevresinin bireyi, kültürel normlara uygun eylemde bulunmamaya yöneltmesi” anlamına gelmektedir(Kongar, 1999: 163). Merton, sınıflı toplumlarda alt tabakalardaki yukarıya doğru ulaşma imkânlarının eşit şekilde olmadığını savunmaktadır. Alt sınıflarda yaşayan halkın sınırlı sayıdaki üyesi yukarılara ulaşabilmektedir. Bu sebepten dolayıdır ki “amaçlar ve yollar arasındaki uyuşmazlık gerilime yol açan hayal kırıklığının gelişmesine yardım eder” (İçli, 1999: 73). Sosyal yapı açısından ise bu gerilim, suç probleminin oluşmasına öncülük eder.

Alt kültür kavramı sosyolojik açıdan “genellikle bir toplumda azınlıkta olan grupların değer, tutum, inanç ve yaşam tarzlarına” açıklama getirmek için kullanılmaktadır (Gökalp, 2013: 103). Sosyal yapı teorilerinin alt başlıklarından birisi olan ‘alt kültür teorileri’ ise suç davranışını, toplumun bir bölümünün alt kültürüyle ilişkilendirilmesiyle açıklamaktadır. “Alt kültür teorileri, toplumda belli grupların veya alt kültürlerin suçu onayladığını ya da en azından suça neden olan değerlere sahip olduklarını” belirtmektedir (İçli, 1999, 77).

Bu yaklaşımın savunucuları arasından bulunan Albert Cohen, suçun nedenini Merton gibi toplumun içerisinde oluşan gerilime dayandırmaktadır. Cohen bu gerilimleri çocuklar üzerinden anlatmayı amaçlamıştır. 1955 yılında yayınladığı “Suçlu Çocuklar” isimli kitabıyla alt kültür teorilerinin açıklanması açısından önemli

(27)

noktalara değinmiştir. “Cohen’e göre, çocuğun ailesinin sosyal yapıdaki göreli konumu onun yaşamı boyunca karşılaşacağı sorunları belirler” (Güllü, Yıldırım, 2015: 51). Örneğin; toplumda alt kültürü oluşturan bireyler, çocuklarını orta sınıfa ait olabilecekleri konusunda motive edemezler. Bu sebepten dolayı çeşitli illegal grupların içerisine karışan çocuklar, orta sınıf statüsünü illegal yöntemler aracılığıyla elde etmeyi amaçlamaktadırlar. Bu durum sonucunda alt kültürün geleceği olarak görülen çocuklar, suçun oluşmasındaki temel faktör olarak nitelendirilmektedir.

Yaklaşımın diğer savunucuları arasında bulunan Richard Cloward ve Lloyd Ohlin’de, suçlu davranışın alt kültürlerde yaygın olduğunu savunmaktadırlar. Onlara göre toplum içerisinde başarısız olan insanlar, başarılı olmak için yeni yollar aramaktadır. Yeni yollar arayan bu bireyler, geleneksel kuralların rehberlik edici özelliklerini yeterli bulmamalarından dolayı, onları suça yönlendirecek olan yasa dışı yollara başvurmaktadırlar. “Yasal yollarla ilerleme konusunda ümitsiz olan bireyler, benzer görüşteki bireylerin oluşturduğu yasa dışı gruplara katılıp suçlu alt kültürünü” oluşturabilmektedirler (İçli, 1999: 81).

Sosyal ekoloji teorileri başlığı altında ise Chicago Okulu’nun çalışmaları temel alınmaktadır. Sanayi alanında yaşanan büyük değişimler, tüm dünyada olduğu gibi Amerika Birleşik Devletleri’nde de bazı değişikliklere yol açmıştır. Tarımsal üretimin yerini endüstriyel üretime bırakması bu değişiklikler arasında gösterilebilmektedir. Ekonomik üretim alanlarında yaşanan bu değişimler sonucunda sosyal alanda da bazı değişiklikler meydana gelmiş ve yerli ya da yabancı işçiler iş bulmak adına sanayinin geliştiği şehirlere göç etmek zorunda kalmışlardır. Yaşanan bu gelişmeler doğrultusunda ise var olan nüfusun büyük bir kısmını göçmen işçilerin oluşturduğu Chicago şehri, sosyal bozulmanın en yoğun yaşandığı yerler arasında gösterilmekteydi. Bu bakımdan Chicago şehri, Chicago Üniversitesi’ndeki sosyologlar açısından bir laboratuar niteliği taşımaktaydı (İçli, 1999: 85).

Suç davranışının nedenleri Chicago Okulu’ndaki bilim insanları tarafından, sosyal ekoloji teorileri kapsamında ele alınmaktadır. Bu okul içerisinde bulunan sosyologlar arasından özellikle Clifford Shaw ve Henry McKay’ın çalışmaları göze çarpmaktadır. “Clifford Shaw ve Henry McKay insan doğasında suç ve suçluluğun varlığını reddederek problemin coğrafi alanda yer aldığını vurgulamaktadırlar”

(28)

(Burkay, 2008: 10). Shaw ve McKay 1900-1933 yılları arasını kapsayan ve 55.998 dosyanın incelendiği gençlik mahkemeleri üzerine yapılan araştırmaları dikkat çekmektedir. Araştırma sonuçlarına göre, 33 yıllık dönemde Chicago’nun bazı bölgelerinde etnik özelliklerin değişmesine karşın suçluluk oranlarında herhangi bir değişim söz konusu olmamaktadır. Shaw ve McKay bulunan veriler doğrultusunda, suç davranışının altında yatan temel sebeplerin etnik olmadığını belirtmektedirler. Onlara göre temel sebepler, suç davranışında bulunan grubun ekonomik statü ve kültürel değerler içerisindeki konumunun ne olduğu sorusuna verilen cevaplardır (İçli, 1999: 88).

Emile Durkheim’ın sosyal yapı üzerine yaptığı araştırmalar, suç davranışına sosyal yapı kapsamında açıklama getirmeyi hedefleyen diğer sosyologlara da öncülük etmiştir. Durkheim’ın ortaya atmış olduğu anomi kavramını Merton gerilim teorileri kapsamında geliştirmiş; Cohen ise Merton’un gerilim teorisine, çocuklar üzerinde yaptığı araştırmalarla açıklama getirmeye çalışmıştır. Chicago Okulu içerisinde yer alan sosyologlar ise suç kavramını sosyal çevre üzerinden araştırmayı amaçlamışlardır. Bu bilgiler göz önünde bulundurulduğunda sosyal yapı teorileri ele alınırken, suç davranışının altında yatan temel faktörlerin toplumun sosyal yapısından kaynaklandığını savunmaktadırlar.

1.3.4.2. Sosyal Süreç Teorileri

Sosyal süreç teorileri suç davranışını; sosyal öğrenme, kontrol ve etiketleme teorileri kapsamında ele almaktadır. Sosyal öğrenme teorilerinde ise suçun oluşma nedenleri arasında, sosyal çevreden öğrenildiği görüşü savunulmaktadır. 19. yüzyıl sonlarında Gabriel Tarde tarafından ortaya atılan ‘Taklit(İmitation)’ teorisinin sosyal öğrenme teorilerinin temellerini oluşturduğu belirtilmektedir. Gabriel Tarde, o zamanlar içerisinde çok konuşulan Lombroso’nun biyolojik anormallik teorisine karşı cıkmış; suçlu olan bireylerin suç davranışını, sosyal çevreleri tarafından yasal bir davranış olarak öğrendikleri fikrini öne sürmüştür. Bu öğrenme süreci ise Tarde tarafından ‘taklit’ olarak nitelendirilmiştir (İçli, 1999; 99). Sosyal öğrenme teorileri içerisinde dikkat çeken bir diğer isim ise sosyal bilişsel öğrenme teorisini savunan Albert Bandura’dır. Öğrenmenin çevreden ayrıştırılarak gerçekleşmeyeceğini savunan Bandura, bireyin ve davranışlarının sosyal çevresiyle her zaman bağlantılı

(29)

olduğunu savunmaktadır. Bandura birey, davranış ve çevre arasındaki bu etkileşimi karşılıklı belirleyicilik (reciprocal determinism) olarak adlandırmıştır (Özmenteş, 2011: 30).

Kontrol teorisine göre insan davranışı, toplumsal ve kültürel değerler üzerinden şekillenmekte ve değerlendirilmektedir. Bu teoride suç davranışı değerlendirilirken bireyin aile yapısı, çevresel etkenler ve bireyin inançları gibi unsurlar göz önünde bulundurulmaktadır. Diğer bir anlatımla kontrol teorisi, “bireylerin toplumdaki değer, norm ve kurumlara olan bağlılığını ve bu bağlılıkla oluşan sosyal denetim olgusunu temel almaktadır” (Kızmaz, 2005: 192). Bireyin üzerinde etkin rol oynayan sosyal denetim faktörünün başarısız olma durumu, bireyde suç davranışının oluşmasındaki temel sebeplerden biri olarak görülmektedir.

Kontrol teorisinin önde gelen isimlerinden biri olarak nitelendirilen Travis Hirschi, 1969 yılında geliştirdiği ‘Sosyal Bağ’ teorisinde, insan hayatının en önemli evresinin ergenlik dönemi olduğunu vurgulamaktadır. Hirschi’ye göre bireyler “ergenlik döneminde toplumu iyi temsil eden sağlam sosyal bağlara ihtiyaç duyarlar. Bu bağlılık ise bireyler üzerinde bir tür kontrol mekanizması oluşturmaktadır” (Şimşek, 2012: 124). Bireyin ailesine, arkadaşlarına, eğitim kurumlarına ve kendi yaş gruplarına olan bağlılığı ise sosyal bağ teorisinin temel unsurlarını oluşturmaktadır. Birey ve sosyal bağ teorisinin temel unsurları arasındaki bağın zayıflığı ise bireyin suç davranışını sergileme olasılığının artmasına sebep olabilmektedir. “Bu bağlamda; bireyin aile, okul ve arkadaşlık gibi geleneksel kurumlara olan bağlılığı ne kadar fazla veya güçlü olursa, onun suça yönelme olasılığı da o denli az olur” (Kızmaz, 2005: 192).

Etiketleme(damgalama) ya da başka bir deyişle toplumsal reaksiyon teorisi, Birinci Dünya Savaşı sonrasında suç ve suç davranışını açıklamak için geliştirilen çalışmalara dayanmaktadır. Etiketleme teorileri, bireylerin kötü lakaplarla veya olumsuz toplumsal tepkilerle anılmasının, bireyi suça yönlendireceği düşüncesi üzerinde durmaktadır. “Bir kişiye takılan kötü lakap o kişinin o davranışa yakınlaşmasına neden olacaktır” (Şimşek, 2012: 125). Başka bir ifadeyle bireylerin suçlu olarak damgalanmaları, bireyler üzerinde toplumdan dışlandıkları yönünde bir

(30)

algının oluşmasına neden olacağı düşünülmektedir. “Bu dışlanma duygusu da, onların suçlu gruplarla ilişkiye girmelerinde etkili olmaktadır” (Kızmaz, 2005:167).

1960’lı yıllarda ön plana çıkan etiketleme teorisinin, öne çıkan isimlerinden biri olarak nitelendirilen Howard Becker, suç ve suçlu davranışını tanımlayan unsurların, bireyin sergilediği tutum ve davranışların özelliğinden daha çok hukuksal bir tanım bağlamında oluştuğunu belirtmektedir. Becker’a göre “suç, bireyin davranışının niteliği değil, diğerlerinin bu davranışı suç olarak nitelendirmelerinin sonucudur” (İçli, 1993: 17). Bireye suçlu gibi davranılmasının sonucunda bireyin suçlu olabileceği üzerinde duran Becker, okullardaki öğretmenlerin bazı çocukları yaramaz olarak görmeleri sonucunda çocukta, daha büyük bir ayrışmanın ve yeni sorunların ortaya çıkabileceğini savunmaktadır. “Becker’in bu bakış açısından hareket edildiğinde, suçlu bireylerden çok, kural koyucuların suçlu görülmesi gerekmektedir” (Kızmaz, 2005: 168).

Etiketleme teorileri içerisinde dikkat çeken isimlerden bir diğeri ise Edwin Lemert’dir. Lemert ise suç davranışına neden olan sapmayı, birincil ve ikincil sapma olmak üzere ikiye ayırmıştır. Lemert’e göre birincil sapma, suç davranışını tetikleyen etkenlerin en baştaki unsurudur ve birey üzerinde çok az etkiye sahip olarak çabuk unutulmaktadır. İkincil sapma ise birey tarafından sapmış davranışın sonuçları etrafında bireyin kişiliğinin yeniden oluşturulmasıdır. Lemert’e göre ikincil sapma, toplum tarafından fark edilmesiyle uygulanan yaptırımlar sonucunda ortaya çıkmakta ve çoğalmaktadır (İçli, 1999: 113).

Sosyal süreç teorileri de sosyal yapı teorileri gibi suç ve suç davranışını açıklamak için bireyin kendisini değil sosyal çevresini ön plana çıkartmaktadır. Birey suç davranışını gerçekleştirirken tek başına araştırma konusu olmamalıdır. Sosyal süreç teorileri, bireyin suç davranışını teşkil etmesinin altında yatan temel sebeplerin bireyin içinde bulunduğu toplumla birlikte geçirdiği sosyal sürecine bağlı olduğunu savunmaktadırlar.

1.3.4.3. Sosyal Çatışma Teorileri

Toplumun bütünleşmiş ve uyum içinde bulunması gerektiği görüşünün aksine sosyal çatışma teorileri, toplumun birbiriyle çatışan gruplar ve unsurlardan oluşması

(31)

gerektiğini savunmaktadır. Toplumun değişmesi ve ilerlemesi için çatışma kavramının varlığından söz edilmesi gerekmektedir. “Değişim, bu öğelerin itici gücüyle meydana gelmektedir” (Kongar, 1999: 185). Sosyal çatışma teorilerine göre, toplumsal bütünlüğün sağlanabilmesi için çatışan gruplar ve unsurların ortaya çıkardığı zıtlıkların dengelenmesi gerekmektedir.

Sosyal çatışma teorileri içerisinde Karl Marx’ın ‘sınıf çatışması’ kuramı dikkat çekmektedir. “Bir sınıf, mülkiyetle olan ilişkileri birbirine benzeyen insanlardan oluşmaktadır. Bu insanlar ya mülk sahibi değildirler ya da aynı mülk tipine sahiptirler” (Wallace, Wolf, 2012: 126). Marx’a göre kapitalist ekonomi sistemlerinde üretim araçlarının üzerinde mülkiyet hakkı bulunmaktadır. Bu mülkiyet hakkı sonucunda yöneten ve yönetilenler arasında bir rekabet ortamı oluşmaktadır. Toplum içerisindeki bu rekabet, yönetilenlere yani işçilere en az şekilde maaş verilmesini gerektirmektedir. Bu sistem içerisinde yönetenler zengin olurken, yönetilenler ise daha da fazla fakirleşmeye devam etmektedir. Yoksulluk ise çeşitli sosyal problemlerin oluşmasına neden olmaktadır. Marxist düşüncede suç davranışı kapitalist sisteme uyum sağlanarak yok edilemez. Suç davranışı ancak yönetilen sınıfın ortadan kaldırılmasıyla yok edilebilir (İçli, 1999: 118).

Ralph Dahrendorf ise Marx’ın sınıf kavramını incelemiş ve Marx’tan sonra gelen kapitalist toplumlardaki değişimleri ele almıştır. Dahrendorf’a göre sermaye açısından güçlü şirketlerin ortaya çıkışı, şirketlerin yönetimsel açıdan zorluklar yaşamasına neden olmuştur. Yaşanan bu zorlukları ortadan kaldırmak adına, Dahrendorf’un ‘sermayenin ayrışması’ olarak adlandırdığı süreç ortaya çıkmıştır (Poloma, 1993: 117). Bu süreç ise anonim şirketlerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Anonim şirketler ise iş bölümlerinde değişimlere sebep olmaktadır. Bu değişimler de farklı iş bölümleriyle birlikte farklı çıkarların doğmasına neden olacaktır (Kongar, 1999: 193). Çıkarlarım farklılaşmasıyla birlikte yeni sınıfsal ayrışmalar meydana gelecek ve beraberinde yeni çatışmalar ortaya çıkacaktır.

Marxist teorilerde suç davranışına ekonomik yaklaşımlarla açıklama yapılmaya çalışılmaktadır. Sanayileşme sonrası ortaya çıkan kapitalist düzende, ekonomik anlamda meydana gelen sınıf farklılıklarının, Marx ve Dahrendorf tarafından suç ve

(32)

suçlu davranışının açıklanması konusunda temel faktörler olarak nitelendirildiği söylenebilir.

1.4. Polisiye Türünün Tarihsel Gelişimi

Polis kavramıyla ilk olarak Eski Yunan döneminde karşılaşılmaktadır. Birçok bilim insanı ve tarihçi açısından polis, “kent devleti” olarak adlandırılmaktadır. Eski Yunan döneminin ilk zamanlarında polis kelimesinin, yüksek kent (tepedeki kent) anlamında kullanıldığı bilinmektedir. Eski yunan döneminin ilerleyen zamanlarında ise, önce tüm kenti daha sonra devleti temsil eden bir anlam haline geldiği görülmektedir. Kavramın anlamlandırılmasındaki bu değişimler yalnızca Eski Yunan dönemiyle sınırlı kalmamaktadır. Orta Çağ’a gelindiğinde polis kavramının anlamlandırılmasında, Eski Yunan dönemine göre farklılıklar görülmektedir. “Polis kelimesi, bu çağda iç ve dış tehlikelere karşı halkı korumaya, onun mutluluk ve esenliğini sağlamaya yönelik araçların ‘otorite’ tarafından sağlanması olarak anlaşılmaktadır” (Bıçak, 2011: 144). Bilinen ilk polis teşkilatı ise ‘Metropolitan Police’ adıyla 1828 yılında İngiltere’de kurulmaktadır (Holat, 2015: 71). Günümüzde, Polis Vazife ve Salahat Kanunu’nun birinci maddesine göre, polis “şahıs tasarruf emniyetini korur. Halkın ırz, can ve malını muhafaza ve ammenin istirahatini temin eder. Yardım isteyenlere, yardıma muhtaç olan çocuk, alil ve acizlere muavenet eder. Kanun ve Cumhurbaşkanlığının kendisine verdiği vazifeleri yapar” şeklinde tanımlanmaktadır. Orta Çağ ve günümüz tanımlamalarından yola çıkarak polis kavramının, önceki dönemlere göre günlük hayata ve sanata daha fazla nüfuz ettiğini söylemek mümkündür. Bu sebepten dolayı sanat eserlerinde suç, şiddet ve polis konularının işlenmesiyle birlikte; sanatsal bir anlatı türü olarak polisiye öğeler ortaya çıkmaktadır.

Polis kavramının anlamlandırılmasında görülen bu değişim, tarihi dönemler içerisinde hukuk kavramında da kendini göstermektedir. Bu duruma ceza yargılama sistemindeki aşamalar halinde gelişen değişimleri örnek olarak göstermek doğru olacaktır. Ceza yargılama sistemindeki “haddini bildirme, suçlunun cezalandırılması” anlayışı ilk aşama olarak bilinmektedir. Bu aşamada, suçu işleyenin suçlu olduğu araştırılmaksızın kabul edilmekte ve ceza yargılama sistemi bir araç olarak görülmektedir (Şahin, 2014: 353). Haddini bildirme anlayışı 18. yüzyılın ikinci

(33)

yarısında yerini, “sanığın korunması” anlayışına bırakmıştır. “Bu anlayışın hâkim olduğu dönemlerde, yargılamanın başında şüpheli ya da sanık masum sayılarak vesayet altına alınmış, devlet kudreti karşısında korunmuştur” (Bıçak, 2011: 77). Suç ispatlanana kadar, sanık veya şüpheli suçsuz olarak kabul edilmiştir. Suçun ispatlanma süreci, araştırma ve incelemeyi ön plana çıkartarak, polisiye türünün ortaya çıkma sürecini hızlandırdığı düşünülmektedir.

18. yüzyılda sanayi devriminin yaşanmasıyla birlikte gelen endüstriyel yeniliklerin de insan hayatında büyük farklılıklara yol açtığı görülmektedir. Bu yenilikler sonucunda sanayi şehirlerinin büyüyen nüfusları, ilerleyen yıllarda şehirlerdeki suç oranlarının da artmasına neden olmaktadır. Şehirlerin karmaşık yapısı, insanları kırsala göre daha özgür kılmakla birlikte, bireyselliği daha fazla ön plana çıkarmakta ve gelir düzeyleri farklı olan insanlar arasında rekabet ortamını meydana getirmektedir. Bu rekabet ortamından doğan, kişinin kendi refah düzeyini arttırması ve refah düzeyini arttırmak için “kolay para kazanma eğilimi” içerisinde olması, suç oranlarının artmasında diğer bir neden olarak gösterilebilmektedir. Bu sebepten dolayı devletler, şehirlerde işlenen suçlara engel olabilmek için güvenliğin sağlanması adına çeşitli önlemler almak zorunda kalmışlardır. Emsley ve Makov’a göre bu önlemler daha çok üniformalı devriye memurlarının üzerinde yoğunlaşmıştır (Emsley, Makov, 2006: 2). Suça ve suç işleme eğiliminde olan insanlara engel olmak adına alınan bu önlemler, aynı zamanda şehirlerdeki güvenlik görevlilerinin sayısında da bir artışa neden olmuştur.

Sanat, içinde bulunduğu dönemlerin bir yansıması olarak değerlendirilmektedir. Büyüyen şehirlerde görülen artan suç oranları, dönemlerinin sanatçıları tarafından, ürettikleri sanat eserlerinde işlenmektedir. 1799 yılında Paris’in uzak bölgelerinde soyguna dayalı vahşi bir suç işlenmiş ve “bu tüyler ürperten sahne bir gravürde tasvir edilmiştir” (Emsley, Makov, 2006: 39). Gravürde; arka taraftaki demir parmaklıklara sıkışan bir kol ve kesilen baştan fışkıran kanlar, ön taraftaysa üç kişinin (içlerinden birisi kucağında kesik olan başı tutmakta) caddede koştuğu görünmektedir. 19. yüzyılın önemli sanatçılarından biri olan ressam Francisco de Goya, 1814 yılında ürettiği eserinde İspanya’nın işgal edilmesi sonucunda ayaklanan İspanyolların, Napolyon ordusu tarafından kurşuna dizilmesini

(34)

betimlemektedir. Resim, Goya'nın konuya yoğun duyarlılığını ve sanatçının yaşadığı ortamdan kişisel etkileşimini yansıtmakta ve her sanatçı gibi Goya'da bu yapıt aracılığıyla çağına tanıklık etmektedir (Ötgün, 2008: 93). Suç ve suça dayalı olaylar dizisini, resim sanatı dışında edebi sanat eserlerinde de görmek mümkündür. Edebi eserler de tıpkı resim sanatındaki gibi bulundukları dönemlerin sosyolojik özelliklerini yansıtmaları açısından önemlidir. Ayşen Şatıroğlu, “Edebiyat Sosyolojisi” adlı makalesinde; “edebiyat ile içinde üretildiği toplum arasında kopmaz, yadsınamaz, reddedilemez bir bağ olduğunu” savunmaktadır (Şatıroğlu, 2005: 173). Edebi sanatlara bakıldığında, Carrol John Dally (Race Williams), Raymond Chandler (Philip Marlowe), Dashiell Hammett (Same Spade), Mickey Spillane (Mike Hammer) gibi polisiye roman yazarlarının oluşturdukları karakterler; “1929 Büyük Bunalımı’nın ortaya çıkardığı yoksulluk ve suç ortamında, beyinlerinden çok bilek ve tabancalarıyla, kişisel çıkarlarından çok temeldeki dürüstlükleri yüzünden suçların ve suçluların üstüne” gitmişlerdir (Fişek, 1985: 5). Türk Edebiyatı’nın önemli sanatçılarından biri olan Attilâ İlhan’ın şiirlerinde de toplumsal unsurlar görmek mümkündür. Attilâ İlhan’ın 1954 yılında çıkarmış olduğu “Sisler Bulvarı” adlı kitabının içerisinde yer alan “Cinayet Saati” isimli şiiri bu duruma örnek gösterilebilmektedir. Cinayet Saati adlı şiirde “bir vapur, bir insan gibi cinayete uğramakta, birtakım denizci adları, görgü tanığı ve polisten söz edilerek, olay somutlaştırılmaktadır” (Aksan, 2011: 115). Bu şiir aynı zamanda Ahmet Kaya tarafından da bestelenerek Türk müzik tarihinde önemli bir yere sahip olmuştur. Dünya müziğine bakıldığı zaman ise “reggae” türünde oluşturulan müziklerin, özgürlük arayışı ve başkaldırı müzikleri olduklarından bahsedilmektedir. Reggae müziğin kurucusu olarak bilinen Bob Marley’in şarkılarında, siyah ırkın çektiği eziyetler, hayatta kalma çabaları, özgürlük ve eşitlik gibi konular işlenmektedir. “Reggae ve Bob Marley, tüm siyahlar için özgürlük demektir. 1979’da Bob Marley’nin yaptığı ‘Zimbabwe’ şarkısı (o zamanlar ülkenin adı Rodezya’ydı) özgürlük savaşı veren tüm gerillaların marşıydı” (http://www.sanatatak.com/view/reggae-bir-ozgurluk-bicimi-mi e.t. 22.12.2017). Müzik dalında cinayet unsurlarının karşılaşıldığı bir diğer şarkı ise The Killers grubunun “Jenny Was a Friend of Mine” isimli şarkısıdır. 2004 yılında grubun çıkarmış olduğu “Hot Fuss” isimli albümde yer alan şarkıda, sevgili cinayeti

(35)

anlatılmaktadır. Kadın karakter, sevgilisine onu sevdiğini ancak başka bir yere gitmesi gerektiğini söylemektedir. Bunun üzerine ise erkek karakter sevdiği kadını kaybetmemek adına, kadına güçlü bir şekilde sarılarak onun ölümüne sebep olmaktadır. “Ayrıca şarkıda cinayete doğrudan tanıklık edilmektedir. Kadının öldüğü esnada katil; ‘Sonra sen kulağıma fısıldadın: Burada ne yaptığını biliyorum.’ şeklinde dinleyiciye seslenmektedir” ( http://221bdergi.com/2016/11/25/bir-cinayeti-konu-alan-9-iyi-sarki-cagla-uren/ e.t. 04.01.2018). Resim, müzik ve edebi sanat türlerinin yanı sıra sinema sanatında da polisiye unsurları görmek mümkündür. Sinema sanatındaki ilk polisiye unsurlar barındıran film, edebiyat kahramanı olan Sherlock Holmes’a aittir. “1903 yılında çekilen Sherlock Holmes Baffled (Sherlock Holmes’un Kafası Karıştı) adlı film, yaklaşık 35 saniye süren siyah-beyaz bir sessiz filmdir ve tarihteki ilk dedektif filmi olarak görülmektedir” (Holat, 2015: 99). Sanatın yanı sıra popüler kültür öğeleri olan çizgi romanlar ve televizyon dizilerinde de polisiye unsurlarla karşılaşmak mümkündür.

Polis ve polisiye kavramı, daha çok 18. yüzyıldan itibaren insan hayatı içerisinde kendisine yer bulabilmiştir. Bu duruma neden olarak; 18. yüzyıldan itibaren insan haklarına verilen önemin artmasını söylemek mümkündür. Suçu işleyen sanıkların cezalandırılma yöntemleri, insan haklarının gelişimiyle birlikte büyük ölçüde değişikliğe uğramıştır. Aynı zamanda suçun kesinleştirilmesi adına, suçun araştırma evresi ortaya çıkmış ve bu evreler içerisinde suç işlediği düşünülen sanık da belirli haklara sahip olmuştur. Bu gelişmeler belirli bir zamana ve olaylar dizisine sahip olarak kendisine sanat içerisinde de yer bulmuştur. Sanatta “suç, suçlu, cinayet, polis, dedektif” gibi konuların işlenmesiyle polisiye türü ortaya çıkmış ve suç kavramı, polisiye türünün ana unsurlarından biri olarak diğer unsurların da ortaya çıkmasına yardımcı olmuştur.

1.5. Edebi Türde Polisiye Anlatısı ve Özellikleri

Polisiye anlatısının tür bağlamında ele alındığı ilk eserler, edebi metinler olarak dikkat çekmektedir. Polisiye edebiyatı olarak isimlendirilen bu türün ilk örneklerine ise batı edebiyatında karşılaşılmaktadır. Polisiye edebiyat ilk zamanlarında gizem edebiyatı (mystery literatür) olarak isimlendirilirken, daha sonraları şüphe-gerilim (suspense) ve suç (crime-criminal) gibi isimlerle anılmaya başlanmıştır (Holat, 2015:

(36)

67). Büyük Larousse’de ise polisiye türü “bir cinayeti ve bir suçu aydınlatmak için gösterilen çabaları konu alan romanlar, öyküler ve fimler için kullanılır” şeklinde tanımlanmaktadır (Gezer, 2006: 1).

Suç ve suça dayalı olayları konu edinen polisiye türü, kendisini ilk olarak hikayelerde göstermektedir. Dört semavi din ve çeşitli mitolojik hikayeler içerisinde yer alan ‘Habil ile Kabil’ kardeşlerin hikayesi farklı isimlerle tarihte bilinen, işlenen ilk cinayet suçu olarak nitelendirilmektedir. “Hâbil-Kâbil kıssası Kur’an’da sadece bir yerde zikredilmiştir. Bu konuyla ilgili bir diğer örnek ise Sümer Mitolojisindeki ‘Habil ile Kâbil’ kıssasına benzer bir nitelik arzeden ‘Dumuzi ve Enkimdu’ mitosudur” (Öztürk, 2004:148-159).

Zamana bağlı olarak toplumlar ve yaşam biçimlerindeki değişiklikler, suçun tanımında da farklı nitelendirmelere neden olmuştur. Endüstrileşmenin etkisiyle ortaya çıkan şehirleşme, kırsalda yaşayan bireylerin şehirlere göç etmelerine sebep olmuştur. Endüstrileşme ve şehirleşmenin sonucunda ortaya çıkan sınıf farklılıkları ise 19. yy’dan sonra şehirleşmenin yaşandığı bölgelerde suç oranlarında artışlara neden olmuştur. Suç oranlarındaki artış ise polisiye unsurların edebi eserlerde işlenmesine olanak sağlamıştır (Holat, 2015: 68). Çeşitli sözlü edebiyat eserleri, Ezop Masalları, Binbir Gece Masalları ya da Shakespeare’nin eserlerinde polisiye unsurlar bulunmasına rağmen, polisiye türünün özelliklerini barındırmazlar. “Ancak tüm bu ürünler polisiyeye zemin hazırlayan eserlerdir” (Gezer, 2006: 18).

1.5.1. Edebi Türler İçerisinde Polisiye Roman

Suç ve suçlu bireyin, suça dayalı olayların varlığı, polisiye roman türünün ana konusunu oluşturduğu söylenmektedir. Ancak insanlık tarihi boyunca çeşitli edebi türler ve dini kitaplar içerisinde de bu unsurlara sıkça yer verilmiştir. Polisiyenin tür olarak ele alınması, bahsi geçen çeşitli edebi türler ve dini kitaplardan farklı olarak değerlendirilebilmesi için belirli özellikleri barındırması gerekmektedir. Bazı kaynaklara göreyse bu farklılıklar polis, dedektif, suç gibi kavramların ortaya çıkmasıyla sağlanmaktadır. Polisiye roman türü ise konularını bu kavramlar üzerinden şekillendirmektedir. Genel itibariyle polisiye romanlarda, işlenen bir suç ve bu suçu işleyen bireylerle birlikte suçun nasıl ve kim tarafından işlendiğini ortaya

(37)

çıkarmayı hedefleyen polis ve dedektifler yer almaktadır. Polisiye romanın genel olarak ana kurgusu ise karmaşık ve çözülmesi zor olan bir suçla başlamaktadır. İşlenen suçun kim tarafından gerçekleştirildiği ve nasıl işlendiği araştırılırken bulunan ipuçlarıyla birlikte suçsuz bir şüpheli belirlenir. Polis teşkilatına bağlı ekiplerin dikkatsizliği ve umursamazlığı yüzünden soruşturma zarar görür ve soruşturmaya zeki, uyanık, becerikli bir dedektif dâhil olur. Sağlam deliller üzerinde durularak güvenilir olmayan gösterge ve ipuçları yok edilir. Bu araştırmalar sonucunda ise suçun beklenmeyen bir kişi tarafından işlendiği ortaya çıkar. Polisiye romanın ana kurgusu içerisinde bu bilgiler doğrultusunda üç temel unsurdan bahsetmek mümkün olacaktır. Polisiye romanlardaki bu üç temel unsur ise suç, suçlu ve çözüm olarak sıralanmaktadır (Çetin, 2009: 225).

Suç, suçlu ve çözüm kavramları temelinde tanımlanmaya çalışılan polisiye roman, Andre Vanoncini tarafından kendi içerisinde farklı türlere ayrılmaktadır. Andre Vanoncini’ye göre bu türlerden ilki ‘sorun roman’dır. Sorun roman diğer bir ismiyle oyun roman olarak da adlandırılmaktadır. Vanoncini, sorun romanların Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra popülerliğinin arttığını savunmaktadır. Sorun romanlarda başlangıçta bir cinayet işlenmekte ve bu cinayetin soruşturmasını yürüten dedektiflerin araştırmaları sonucunda, suçlunun ortaya çıkarıldığı değişmez bir düzen bulunmaktadır (Vanoncini, 1995: 36). Kara romanlar ise polisiye romanlar içerisinde diğer bir tür olarak nitelendirilmektedir. Bu romanlarda soruşturmayı gerçekleştiren polis ya da dedektifin çabalarına katil ya da suçlular tarafından zarar verilmektedir. İlk suç ya da cinayet işlendikten sonra yeni suçlar ve cinayetler işlenmekte, soruşturma yapılırken suçlunun hem geçmiş eylemleri hem de gelecek suçlarının engellenmesi hedeflenmektedir. Kara roman türünde soruşturma sonucunun hem psikolojik hem de sosyolojik açıdan ele alınması gerektiği belirtilmektedir. Kara roman türünde, suçun kim tarafından işlendiğinin bilinmesinin yanı sıra suça neden olan sosyal ve psikolojik etkenlerin belirtilmesi de amaçlanmaktadır (Denizci, 2012: 23). Polisiye romanlar içerisindeki diğer bir tür ise ‘suspenseli roman’lardır. Bu tür romanlarda okurun yükselen bir gerilime ortak olması amaçlanmaktadır. Suspenseli romanlar, okurların soruşturma içerisindeki olayları uzak mesafeden izlemelerine karşı çıkarak okurların, roman içerisindeki olaylarda aktif rol almaları gerektiğini

Şekil

Şekil  1’de  görülen  üçgenin  sınırlarını  olay  ve  olayın  etrafındaki  unsurlar  belirlemektedir
Şekil 7    Şekil 8
Şekil 9  Şekil 10
Şekil 11    Şekil 12
+7

Referanslar

Benzer Belgeler

Baumeister’a göre kendini be¤enme, tek bafl›na fazla olumlu bir fley olmad›¤› gibi,. baflkalar›n›n bir kiflinin zekas›, fizi¤i ya da erdemleri

gü­ nü Sohbetname sahibi bazı arkadaş- larile beraber (Sülevman Sahrasında merhum Hüseyin efendi bahçesinde seyir ve teferrüc ve zevku safa etmiş ve öğleyin

Bu betimleyici çalışmada te’lîf kavramının çeviri olgusu çerçevesinde yeniden tartışmaya açılması ve Türklerin Sherlock Holmes’ü Amanvermez Avni özelinde

Bu tez çalıĢmasında güdülen amaç, genel hatlarıyla iç aydınlatma tasarımının yöntemlerinden bahsettikten sonra bu yöntemlerin, sağlık sektörünün en

LED lambaların aydınlatma verimliliği, enerji tasarruflu lambalardan (CFL) veya geleneksel olarak sokak aydınlatma sistemlerinde kullanılan yüksek basınçlı

Münferit işaret lambalarının ışık şiddetleri Tablo 6.6.’da gösterildiği gibi olmalıdır. Tablo 6.6.’da gösterilen kısık işaret lamba kuralları,

Kocaeli İsmet Paşa Stadı’na ait hesaplanan düşey ve yatay aydınlık düzeyleri Şekil 5.7.’de, ölçülen bu değerlere göre saha üzerindeki üç boyutlu düşey ve yatay

Bu tip örneklere bakılarak, soyunma mahalli beşik veya sivri bir tonozla örtül­ müş hamamlarda aydınlık fenerinin bulun­ madığı, bu mahallin aydınlatılmasının, to­