• Sonuç bulunamadı

Televizyonlarda yayınlanan kozmetik reklamlarında kadın temsili

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Televizyonlarda yayınlanan kozmetik reklamlarında kadın temsili"

Copied!
194
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

HALKLA İLİŞKİLER VE TANITIM ANA BİLİM DALI

HALKLA İLİŞKİLER VE TANITIM BİLİM DALI

TELEVİZYONLARDA YAYINLANAN KOZMETİK

REKLAMLARINDA KADIN TEMSİLİ

Nida ŞAROĞLU

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Danışman

Prof. Dr. Mehmet Nejat ÖZÜPEK

(2)
(3)

T. C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Bilimsel Etik Sayfası

Ö

ğr

enc

inin

Adı Soyadı Nida ŞAROĞLU Numarası 134221001019 Ana Bilim / Bilim

Dalı Halkla İlişkiler ve Tanıtım / Halkla İlişkiler ve Tanıtım Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora

Tezin Adı TELEVİZYONLARDA YAYINLANAN KOZMETİK REKLAMLARINDA KADIN TEMSİLİ

Bu tezin proje safhasından sonuçlanmasına kadarki bütün süreçlerde bilimsel etiğe ve akademik kurallara özenle riayet edildiğini, tez içindeki bütün bilgilerin etik davranış ve akademik kurallar çerçevesinde elde edilerek sunulduğunu, ayrıca tez yazım kurallarına uygun olarak hazırlanan bu çalışmada başkalarının eserlerinden yararlanılması durumunda bilimsel kurallara uygun olarak atıf yapıldığını bildiririm.

(4)

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Ö

ğr

enc

inin

Adı Soyadı Nida ŞAROĞLU Numarası 134221001019 Ana Bilim / Bilim

Dalı Halkla İlişkiler ve Tanıtım / Halkla İlişkiler ve Tanıtım Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora

Tez Danışmanı Prof. Dr. Mehmet Nejat ÖZÜPEK

Tezin Adı TELEVİZYONLARDA YAYINLANAN KOZMETİK REKLAMLARINDA KADIN TEMSİLİ

ÖZET

Televizyon reklamlarında kadınlara verilen rollerle imgeler oluşturulmakta ve bu imgeler oluşturulurken kadınlık kodlarından yararlanılmaktadır. Diğer bir değişle toplumsal cinsiyet unsurları kullanılmaktadır. Bu çalışmanın amacı televizyon reklamlarında kadın imgelerinin ne biçimde yer aldığını örneklerle ortaya koymaktır. Ürünlerin sloganları veya göstergeler yan anlam, düz anlam ya da dilsel açıdan kodlar barındırmaktadır. Bu bağlamda 2013-2016 yıllarında ulusal televizyon kanallarında yayınlanan kadınların yer aldığı on beş kozmetik reklam filmi gösterge bilimsel yöntem aracılığıyla analiz edilmiştir. Analizde Roland Barthes tarafından tanımlanmış olan dilsel ileti, şifrelenmemiş ve şifrelenmiş görüntüsel ileti olmak üzere üç ana düzlemde gösterge bilimsel çözümleme gerçekleştirilmiştir. Kozmetik reklamlarında kullanılan güzellik, gençlik, canlılık, sağlık gibi kavramlar yaşlılık, kırışıklık, kusurlu cilt, sönük saçlar ve beğenilmeme gibi kavramlarla kullanılmaktadır. Genç, güzel, çekici kadınlar reklamlarda sıklıkla yer almaktadır. Kozmetik ürün reklamları güzel ve bakımlı olmak gerekliliğini vurgulayarak bunun bir sağlık sorunuymuş gibi algılanmasına neden olmaktadır. Bu düşünce ise; reklamlarda kullanılan kusursuz, diri, genç kadın imgeleriyle desteklenmektedir. Kozmetik reklam metinlerinde kadının güzel olması zorunluluğu kullanılan göstergelerle normalleştirilmektedir. Kadın güzelliği ve çekiciliği ile ilgili reklamlara odaklandığımız için bu durum daha net ortaya çıkmıştır.

(5)

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Ö

ğr

enc

inin

Adı Soyadı Nida ŞAROĞLU Numarası 134221001019 Ana Bilim / Bilim

Dalı Halkla İlişkiler ve Tanıtım / Halkla İlişkiler ve Tanıtım Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora

Tez Danışmanı Prof. Dr. Mehmet Nejat ÖZÜPEK Tezin İngilizce

Adı

REPRESENTATION OF WOMEN IN COSMETICS ADVERTISEMENTS BROADCASTED ON TELEVISION

SUMMARY

In tv advertisements ,some facts are being created by the roles given to women and it is benefited from feminity codes while they are formed.In other words social gender elements are used.The aim of this study is to reveal how women imageries take place in TV adds.The slogans of The products or the symbols include some codes in terms of dictionary meaning,abstract meaning or linguistic base.15 cosmetic advertisement films that women played and are shown on local tv channels between the years 2013-2016 are analyzed by the means of scientific methods.In the analyses,the message defined by Rolan Barthes is achieved upon three main bases which are encrypted and unencrypted multimedia message and linguistic message.The words used in cosmetic adds such as beauty ,youth ,health are used with the terms like old,pale skin,pale hair.Young ,beautiful and sexy women often plays in adds.Cosmetic profuction adds reflect it as if it is a necessity to be beautiful or well-groomed and causes it to be understood as a health problem.This thought is supported through the phrases such as perfect beautiful and young woman.The obligation of being baeutiful is showns as a normal situation by the imageries used.As we focus on the adds related to woman ‘s beauty and sexuality this condition has appeared more clearly.

(6)

ÖNSÖZ

Bu çalışmada bana yol gösteren değerli danışmanım Prof. Dr. Mehmet Nejat ÖZÜPEK’e, desteğini esirgemeyen sevgili arkadaşım Özlem SEKİ’ye ve hayatımın her anında yanımda olan canım anneme sonsuz teşekkürlerimle.

(7)

İÇİNDEKİLER

Bilimsel Etik Sayfası ...ii

Yüksek Lisans Tezi Kabul Formu………...ii

Özet ... iii

Summary ... iviv

Önsöz ... v

Tablolar Listesi ... viiii

Giriş ... 1

BİRİNCİ BÖLÜM ... 3

TOPLUMSAL CİNSİYET VE KADIN ... 3

1.1. TOPLUMSAL CİNSİYET VE ROLLERİN OLUŞUMU ... 3

1.1.1. Toplumsal Cinsiyet Kavramı ... 3

1.1.2. Stereotipler (Kalıpyargılar) ve Toplumsal Cinsiyet Rolleri ... 8

1.1.3. Toplumsal Cinsiyete Dayalı Önyargılar ve Cinsiyet Ayrımcılığı ... 11

1.1.4. Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet ... 14

1.2. KAVRAMSAL ÇERÇEVEDE KADIN ... 18

1.3. TÜRK TOPLUMUNDA TARİHSEL GELİŞİMİ İÇİNDE KADIN ... 22

1.3.1. Eski Türk Toplumunda Kadın ... 22

1.3.2. Osmanlı Toplumunda Kadın ... 27

1.3.2.1. Klasik Dönemde Türk Kadını ... 27

1.3.2.2. Tanzimat ve Sonraki Dönemde Türk Kadını ... 30

1.3.3. Cumhuriyet Dönemi ve Kadın ... 34

1.3.3.1. Cumhuriyetin İlk Yıllarından 1980’lere Kadar Türk Kadını ... 36

1.3.3.2. 1980 Sonrası Yapısal Değişimler ve Türk Kadınına Yansımaları ... 39

İKİNCİ BÖLÜM ... 44

REKLAMDA KADIN İMGESİ KULLANIMI ... 44

2.1. REKLAM TANIMI VE KAPSAMI ... 44

2.1.1. Türkiye’de Reklamın Tarihsel Gelişimi ... 47

2.1.2. Reklamın Amaçları ... 49

2.1.3. Reklamın Toplumsal Etkileri ... 52

2.2. KADININ TOPLUMSAL KİMLİĞİ VE BELİRLEYİCİ FAKTÖRLER ... 56

(8)

2.2.2. Ataerkil İdeoloji ... 62

2.2.3. Aile Kurumu... 63

2.2.4. Medya Araçları... 64

2.3. TOPLUMSAL CİNSİYET ROLLERİNİN ÖĞRENİLMESİNDE MEDYA VE REKLAM ... 65

2.3.1. Medya ve Reklamlardaki Eril ve Dişil Modeller ... 68

2.3.2. Medya ve Reklamlarda Kullanılan Kadın Biçimi ... 72

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ... 77

TELEVİZYON REKLAMLARININ GÖSTERGEBİLİMSEL ÇÖZÜMLEMELERİ ... 77

3.1. KONU İLE İLGİLİ YAPILMIŞ ÇALIŞMALAR ... 77

3.2. ARAŞTIRMANIN AMACI VE ÖNEMİ ... 80

3.3. ARAŞTIRMA SORULARI ... 80 3.4. ARAŞTIRMANIN YÖNTEMİ ... 81 3.5. ARAŞTIRMANIN KAPSAMI ... 81 3.6. ARAŞTIRMANIN SINIRLILIKLARI ... 82 3.7. BULGULAR VE YORUMLAR ... 82 Sonuç ve Değerlendirme ... 164 Kaynakça ... 170 Özgeçmiş ... 185

(9)

TABLOLAR LİSTESİ

Tablo 1: Cinsiyet ve Toplumsal Cinsiyet Arasındaki Farklılıklar……….5 Tablo 2: Navaro’nun Toplumsal Cinsiyet Sınıflandırması………6 Tablo 3: John E. Williams ve Deborah L. Best’in 19 ile 25 arası ülkede ortak olduğunu belirledikleri cinsiyet ile ilişkili sıfatların yer aldığı tablo………..10 Tablo 4: Reklam İletişim Süreci………..53

(10)

GİRİŞ

Kadın olgusu bugüne kadar pek çok çalışmanın ve araştırmanın konusunu oluşturmuştur. Kadının toplumsal konumu ve statüsü tarih boyunca yaşanan gelişmelerle değişiklik göstermiştir. Günümüzde ise kitle iletişim araçlarıyla kadına ilişkin rollerin üretildiği ve bu rollerin sürekli olarak pekiştirildiği bilinmektedir. Kitle iletişim araçları içinde hala en sık kullanılan ve etkisi yüksek olan araç hiç kuşkusuz televizyondur. Medyanın ve televizyonun en önemli finansman kaynağı ise reklamlardır. Reklamlar sadece doğrudan satış amacının dışında birtakım ideolojiler etrafında şekil almaktadır. Tüketici olarak bizim de reklamı bu açıdan değerlendirmemiz gerekmektedir. Reklamların tanıttığı ürün ya da hizmete anlam yüklemesi bir başka deyişle imajları, imgeleri, mitleri yaratması kaçınılmazdır. Reklamlardaki kadına dair imgeler toplumun bir yansıması olmakla kalmayıp toplumun bilinçaltını da ifade eder. Günümüzde reklamlar, kadına ve erkeğe nasıl olmaları gerektiğine ilişkin rol modellerini sunarak göstermekte ve toplumsal cinsiyet rolleri içinde kadının nasıl ve hangi alanlarla ilgilenmesi gerektiği reklamlar aracılığı ile sunularak içselleştirmesi sağlanmaktadır.

Çalışmanın amacı televizyon reklamlarında kullanılan kadın imgelerini açıklamak, imgelerin ortak özelliklerini ortaya koymaktır. Televizyon reklamlarında kadının sunumu, nasıl konumlandırıldığı, toplumsal değerler ve roller göz önünde bulundurularak seçilen kozmetik reklamlarında gösterge bilimsel açıdan çözümlenerek analiz edilmiştir. Kadının tüketim unsuru olarak nasıl yansıtıldığı örneklerle açıklanmıştır. Seçilen konunun kadın reklamları olmasının nedeni ise; toplumun yapı taşlarından biri olan kadının, toplumu şekillendirmedeki etkisi göz önünde bulundurularak tercihlerini ve beklentilerini çözümlemektir.

Reklam, görmek için çabalamadığımız ama her an dâhil olduğumuz görüntüleri içermektedir. Bu durum reklamı incelemek için de sebep oluşturmaktadır. Bu alanın göstergebilimle olan ilişkisi de göz ardı edilemez. Çünkü reklamlar dilsel iletilerin yanı sıra, gösterge ve semboller de içerir. Bu yüzden birbirine bu kadar bağlı olan bilim dalı göstergebilim ve reklam ilişkisi de incelenmektedir. Araştırma konusu olan kozmetik ürün reklamlarında da bu mesajlar incelenerek Roland Barthes’in çözümleme

(11)

yönteminden yararlanılmıştır. Bu çözümleme yöntemi reklamlarda sıkça kullanılmaktadır.

Bu çalışmanın birinci bölümünde kadına kavramsal açıdan bakılıp, kadının toplumdaki konumunu ve üstlendiği rolleri anlamak için tarihsel anlamda hangi süreçlerden geçtiğine değinilmiştir. Daha sonra Türk toplumunda tarihsel gelişimi içinde kadın ele alınmıştır. Toplumsal cinsiyet kavramı, kalıp yargılar, cinsiyete dayalı önyargılar ve cinsiyet ayrımcılığı, Türkiye’de toplumsal cinsiyet başlıkları üzerinde durulmuştur.

İkinci bölümde kadın reklam ilişkisi ele alınarak reklamın tanımı ve kapsamı, Türkiye’de tarihsel gelişimi, amaçları, toplumsal etkileri detaylandırılmış, kadının toplumsal kimliğine etki eden faktörlere vurgu yapılmıştır. Ayrıca toplumsal cinsiyet rollerinin öğrenilmesinde medya ve reklamın etkilerine bakılmış, medya ve reklamlarda sunulan eril ve dişil modeller ile medya ve reklamlarda kullanılan kadın biçimleri irdelenmiştir.

Üçüncü bölümde ise konu ile ilgili çalışmalar, konunun amacı ve önemi, araştırma soruları, yöntemi, kapsamı, sınırlılıkları açıklanmış ve 2013-2016 yıllarında ulusal televizyon kanallarında yayınlanmış kadınların yer aldığı on beş kozmetik reklam filmi göstergebilimsel yöntemle çözümlenmiştir. Bu bölümün sonunda ise elde edilen bulgulara sonuç bölümünde yer verilmiştir.

(12)

BİRİNCİ BÖLÜM

TOPLUMSAL CİNSİYET VE KADIN

Yaradılış gereği kadın ve erkek arasında biyolojik farklılıklardan doğan ve kişinin sosyalleştiği toplum tarafından beklenilen bir takım davranış kalıpları bulunmaktadır. Örneğin, kadın ev işlerinden sorumluyken, erkekten ailenin geçimini sağlaması beklenir. Kadının çalışarak evin geçimine katkıda bulunduğu durumlarda bile, iş dönüşü kadını evde de birçok sorumluluk beklemektedir. Bu durum, kadın ve erkek arasında sosyal eşitsizlik yaratsa da toplum tarafından, kadının ve erkeğin bunlara riayet etmesi beklenir. Bu davranış kalıplarının daha iyi anlaşılabilmesi ve kadının aile, eğitim, çalışma ve kitle iletişim araçları gibi toplumsal kurumlar içindeki yerinin ortaya konulabilmesi açısından bu bölümde toplumsal cinsiyet, stereotipler (kalıpyargılar) ve toplumsal cinsiyet rolleri, toplumsal cinsiyete dayalı önyargılar ve cinsiyet ayrımcılığı ve Türkiye’de toplumsal cinsiyet başlıklarına değinmekte yarar görülmektedir. Çalışmanın devamında kadın konusuna kavramsal açıdan bakıp tarihsel süreçteki konumuna yer verilmiştir. Eski Türk toplumunda kadının yeri, ekonomik ve sosyal hayat çerçevesinde ele alınacak ve İslamiyet’in kabulüyle birlikte özellikle Osmanlı toplumunda, kadının nasıl bir değişim ve dönüşüm yaşadığı incelenmiştir. Cumhuriyet döneminde kadının statüsünün iyileştirilmesine yönelik çalışmalar üzerinde durulmuştur.

1.1. TOPLUMSAL CİNSİYET VE ROLLERİN OLUŞUMU

Toplumsal cinsiyet kavramı, kalıp yargılar, toplumsal cinsiyet ayrımcılığı ve Türkiye’de toplumsal cinsiyet algısı irdelenmiştir.

1.1.1. Toplumsal Cinsiyet Kavramı

İngilizce sex ve gender sözcüklerinin karşılığı olarak dilimizde, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet terimleri kullanılmaktadır. İki terimin kullanımı konusunda farklı yaklaşımlar olmakla birlikte, kaynaklar genellikle biyolojik ve sosyolojik olgular üzerine temellenen bir ayrımdan bahsetmektedir. Cinsiyet; kadın ya da erkek olmanın biyolojik yönünü ifade ederken, bireyin biyolojik cinsiyetine dayalı olarak belirlenen demografik bir kategori olarak nitelendirilmektedir. Toplumsal cinsiyet ise, kadın ya da

(13)

erkek olmaya toplumun yüklediği anlamları ve beklentileri barındırmakta ve kültürel bir yapıyı karşılamaktadır (Dökmen, 2010: 18-20). Diğer bir değişle cinsiyet, yaradılış özelliğidir. Toplumsal cinsiyet ise, toplumun değer yargılarıyla oluşur ve kişiye toplum tarafından öğretilir.

Yaradılış ve yaşayış özellikleri olarak da tanımlanan ve bu özelliklerin farklılığına dayanan cinsiyet ve toplumsal cinsiyet terimlerinin kullanımında ve algılanışında farklılıklardan söz edilebilmektedir. Bundan dolayı, farklı anlamlarda ve birbirlerinin yerine kullanılabilen bu iki terimin önemi, anlamları üzerindeki yaklaşımlardan da kaynaklanan tartışmalara neden olmaktadır. Biyolojik özelliklerden kaynaklanan farklılıkların cinsiyet terimi ile, sosyokültürel özelliklerden kaynaklanan farklılıkların ise toplumsal cinsiyet terimi ile ifade edilmesi gerektiğini savunanlar bulunmaktadır. Bireyler arasındaki farlılıkların her ikisinden de kaynaklandığını ileri sürenler bulunmakta, örneğin, Susan Golombok ve Robyn Fivush, bireyin cinsiyete dayalı biyolojik ve sosyal yönlerini bir bütün olarak görmekte hatta, iki terimin de birbirlerinin yerine kullanılabileceğinin mümkün olduğunu söylemektedir. Feminist kuramcılar ise, toplumsal cinsiyet terimini daha çok sosyokültürel açıdan değerlendirmektedir. Toplumsal cinsiyeti kadın ile erkek arasındaki farklılıkların boyutunu vurgulamak için kullanmakta ya da düşünce olarak yanlış buldukları için cinsiyet terimini kullanmamayı tercih etmektedirler (Dökmen, 2010: 18).

Kadın ya da erkek olarak doğuyor olsak da, kadın ve erkek olarak sosyal çevre ve deneyimlerin etkisiyle kurduğumuz ilişki, kadın ve erkek olmanın çeşitli özelliklerini üstlenmemize veya öğrenmemize neden olacaktır. Bu açıdan bakıldığında toplumsal cinsiyetin özelliklerinin sınırlandırılamayacağı anlaşılmaktadır. Cinsiyeti ise kadın ve erkek olarak ikiye ayırmak mümkündür (Direk, 2009: 71). Toplumsal cinsiyetin toplumsal yapıdan doğduğunu ve bireyin yaşamından ölümüne kadar tüm hayatını şekillendirebilecek kadar çok davranış kalıpları barındırdığını söylemek mümkündür.

Cinsiyet (sex), kadın ve erkeğin genel olarak bilimsel terimlerle açıklanan genetik, fizyolojik ve biyolojik özellikleridir. Toplumsal cinsiyet (gender) ise kadının ve erkeğin sosyal olarak belirlenen rol ve sorumluluklarını ifade eder, biyolojik farklılıklardan kaynaklanmaz ve toplumun kadın ve erkek olarak bireyleri nasıl gördüğü, nasıl algıladığı, nasıl düşündüğü ve onlardan ne tarz davranış beklentisi içinde olduğu ile ilişkili bir kavramdır (Akın ve Demirel, 2003: 73).

(14)

Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kavramları arasındaki temel farklılıklar şu biçimde tablolaştırılabilir (Bhasin, 2003: 2).

Tablo 1: Cinsiyet ve Toplumsal Cinsiyet Arasındaki Farklılıklar

Cinsiyet Toplumsal Cinsiyet

Cinsiyet doğaldır Toplumsal cinsiyet toplumsal ve

kültüreldir, insan yapımıdır ve keşfidir.

Cinsiyet biyolojiktir. Cinsel

organlardaki görünür farklılıklara ve buna bağlı olarak üreme işlevindeki farklılıklara gönderme yapar.

Toplumsal cinsiyet toplumsal ve kültüreldir; eril ve dişil niteliklere, davranış modellerine, rollere, sorumluluklara vs. gönderme yapar. Cinsiyet değişmez her yerde aynıdır. Toplumsal cinsiyet değişkendir,

zamana, kültüre hatta aileye göre değişir.

Kaynak: Bhasin, 2003: 2.

Toplumsal cinsiyet, kadın ve erkeğin biyolojik özelliklerinden bağımsız olarak, toplumsal ve kültürel algılanışlarına vurgu yapar. İçinde yaşanılan toplumun gelenek ve görenekleri, her iki cinsin sosyal rollerini, sorumluluklarını belirlerken, toplumun onlardan beklediği ve uyulmasını istediği davranış kalıplarına da işaret eder (Meral, 2011: 298). Ataerkil sistemin belirlediği bu cinsel roller kişileri belli kalıplara sıkıştırarak var olan yeteneklerini sınırlamaktadır. Gerçekte başarılı ve hırslı olmak kadınlar için doğal ve geçerli olduğu kadar, erkekler içinde şefkatli ve anaç olmak son derece beklenir niteliklerdir. Cinsel roller konusunda yapılan araştırmalar da bir insanın değişken derecelerde hem erkek hem de kadın niteliklere sahip olabildiğini göstermiştir (Navaro, 2007: 35). Bu çerçevede kadınların ve erkeklerin toplumda sahip oldukları statüler kültüre, zamana göre değişkenlik gösterebilmektedir.

Toplumsal cinsiyet, toplumun kültüründen bağımsız değildir. Toplumda var olan ritüeller, mitler, yazınsal metinler, vb. kültürden beslenmekte ve kültür de toplumsal cinsiyet kavramını etkilemektedir. Dünyadaki en birincil ayrım kadın ve erkek sınıflandırmasıdır. Kültürle bağlantılı olarak belirlenen değerlerle ayırt edilir. Giysi toplumsal cinsiyet göstergesi olarak bu değerlerden biri olarak karşımıza çıkar. Fiziksel

(15)

olarak benzerlikler gösteren iki cinsiyet arasındaki fark kıyafetlerle belirginleştirilir Etek ve pantolon kadını ve erkeği tanımlayan en önemli giysi olmaktadır (İmançer, 2006: 2). Bu cinsiyet ayrımı, kadın ve erkeğin ileride meslek seçimlerinde de aynı şekilde devam eder. Dökmen’e (2010: 24) göre, “Kadınların daha duyarlı, ilgili ve bakım verici olarak algılanmaları; öğretmen, hemşire vb. olmalarının beklenmesi ama erkeklerin bağımsız, atılgan, kuvvetli algılanmaları; asker, mühendis, tüccar vb. olmalarının beklenmesi toplumsal cinsiyet farklarıdır.” Aynı şekilde, yönetici, müdür gibi üst kademedeki mesleklerin çoğunlukla erkekler tarafından yapılması, sekreterlik gibi daha alt kademedeki mesleklerin ise çoğunlukla hatta her zaman kadınlar tarafından yapılması yine bu ayrımın örneğidir. Kız ve erkek çocuklar yetişme dönemlerinde birtakım değerleri, kişilik özelliklerini şekillendirerek kendileri için uygun olanları alıp uygun olmayanları ayırt etmeye çalışırlar. (Dökmen, 2010: 16).

Toplumda kadın ve erkekten beklenen davranış biçimleri için ise Navaro, (2007: 34) şöyle bir tablo ortaya koyar:

Tablo 2: Navaro’nun Toplumsal Cinsiyet Sınıflandırması

Kadın için Erkek için

Şöyle ol Böyle olma Şöyle ol Böyle olma

Edilgen Etkin Etkin Edilgen

Yumuşak Sert Sert Yumuşak

Uyum gösteren Hükmeden Hükmeden Uyum gösteren

Güçsüz Güçlü Güçlü Güçsüz

Kabullenici Yargılayıcı Yargılayıcı Kabullenici

Kararsız Kararlı Kararlı Kararsız

Başarı peşinde koşmayan

Başarılı Başarılı Başarısız

Bağımlı Bağımsız Bağımsız Bağımlı

Hırslı Hırslı

Çaresiz Çözüm getiren Çözüm getiren Çaresiz

Kaynak: Navaro, 2007: 34.

Ataerkil aile düzeninde erkeğin gururu, kadın üzerinde kurulan egemenliğe dayanır. Erkeklik kimliği bir kadına sahip olmakla kazanılır. Bunun birinci koşulu, kadının erkeğe boyun eğmesidir. İkinci koşul ise, evin geçiminin erkek tarafından sağlanmasıdır. Ancak çekirdek ailenin kurulmasıyla bu yapı, kadının da çalışmasıyla köklü bir değişikliğe uğradı. Ekonomik bağımsızlığı elde eden kadın, artık erkeğe boyun eğmiyor, eğmek istemiyor (Portakal, 1997: 24). Kadının çalışma hayatına

(16)

başlamasıyla birlikte toplumsal cinsiyet kalıp yargılarının da değişmeye başlaması, toplumda erkek egemen algısının biraz da olsa kırılması söz konusu olmaktadır.

İnsanlar doğduklarından itibaren zaten belirlenmiş olan ilişkiler içine dahil olurlar. Toplumsal süreçte insanların ne tür davranış sergileyecekleri bellidir. Bu nedenle kadın ve erkeğe toplumda neleri yapması ya da yapmaması gerektiği hazır olarak sunulur. Örneğin, erkek çocuk büyüdükçe, erkekliğini vurgulamak neredeyse zorunlu bir görev niteliğini alır. İktidar hırsı, güç elde etmek ve üstün olmak isteği, erkeksi tavırlara yönelmekle özdeşleşir (Althusser, 2006: 77). Penelope Eckert ve Sally McConel-Ginet küçük yaşlarımızdan itibaren toplumsal cinsiyetimizi oluşturan öğelerle kuşatıldığımızı ve bu öğelerin yemek tercihimizden konuşmamıza, arabayı kullanma tarzımıza kadar her yerde karşımıza çıktığını; toplumsal cinsiyetin tavırlarımızda, inançlarımızda, isteklerimizde, kurumlarımızda kısacası her yerde var olduğunu ve bize tamamen doğanın bir parçasıymış, bilimsel bir gerçeklikmiş gibi göründüğünü ifade ederler. West ve Zimmerman da toplumsal cinsiyetin doğuştan değil sonradan edinilen bir şey olduğunu vurgularlar. Butler toplumsal cinsiyeti “icra ettiğimiz bir şey” olarak tanımlar (Kocaer, 2006: 100). İnsanın doğumuyla birlikte başlayan toplumsallaşma sürecinde sergilediği toplumsal cinsiyet rolleri, o toplumun bireyleri tarafından kabul edilmektedir. Tanımlanan kadınlık ve erkeklik rolleri benimsenerek içselleştirilmektedir. Toplum, belirlenmiş cinsiyet rollerini, bireyin kendi cinsiyetine uygun olanları alıp tanımlaması bu doğrultuda tanımlanan kadın ve erkeğe yönelik özellikleri sergilemesi beklenmektedir. Toplumun bireyden beklediği toplumsal kimlik, imaj ve roller, onun “kıyafetleri, duruşu, beden dili, sözlü ya da sözsüz iletişim şekilleri” gibi günlük yaşamına yön veren her tür davranışı biçimlendirmektedir (Sabuncuoğlu, 2008: 82-84).

Bugün ise toplumsal cinsiyetin oluşmasında iki farklı yaklaşım öne çıkmaktadır. Bunlardan ilki toplumsal cinsiyete dikkatlice öğretilmiş ve pek çok kez tekrar edilerek doğalmış gibi gözüken çeşitli davranışlardan oluştuğunu öne sürer. Bu şekilde toplumsal cinsiyet bir rol olarak kavramlaştırılır ve kadın ve erkek birbirini tamamlayan ama aynı zaman da ayrılabilir rolleri toplumda oynamaktadır. Cinsiyeti yeniden üreten her şey temelde toplumsaldır. Cinsiyet farklılıklarının biyolojik yönü farklı şekillerde algılanır, biyolojik farklılık toplum tarafından daima dolaylanır. Ekonomik bir perspektiften bakılacak olursa, toplumsal cinsiyet, cinsiyetler arasındaki iş bölümünün

(17)

bir sonucudur. Böylece birbirine ihtiyacı olan iki işçi ortaya çıkmaktadır (Sevmiş, 2013: 8).

Endüstrileşmeyle beraber, değişen toplum yapısı kadınların sanayi ve hizmet sektörlerinde çalışmasına olanak yaratırken, bu kadının geleneksel cinsiyet rollerini tamamen silememiştir. Erkek yine ekmek kazanırken, kadın da ailenin bakımını üstlenen dişi kuş olarak kalmıştır (Adak, 2007: 139). Toplumsal cinsiyetin yaptırımının çok güçlü olduğunu söylemek mümkündür. Kadınlar ve erkeklerden bu pratiklere uyulması beklenir. Uyulmadığı takdirde toplumsal düzenin işleyişi aksar ve durumun devamlılığı tehdit edilmişolur.

1.1.2. Stereotipler (Kalıpyargılar) ve Toplumsal Cinsiyet Rolleri

Bir topluma ait olan ve toplumun bireyleri tarafından benimsenmiş yargılar stereotip olarak adlandırılmaktadır. Stereotiplerin, toplumun her bireyini ilgilendirdiği kabul edilmektedir. Toplumsal cinsiyet de ait olduğu toplum içinde kalıplaşmıştır ve kalıplaşan toplumsal cinsiyet unsurları, geleneksel toplumsal cinsiyet rollerine uygun davranmayı gerektirmektedir (Sabuncuoğlu, 2006: 82). Bu doğrultuda stereotip (kalıpyargı) terimi, belirlenmiş özelliklerle ilişkili, bütün olarak bir gruptan beklenilen davranış şekilleri anlamında, ilk kez 1922 yılında Walter Lippmann tarafından kullanılmıştır (Dökmen, 2010: 96).

Toplumda kabul görmüş stereotiplerin, günlük yaşamda sergilenmesi ile toplumsal roller ortaya çıkmaktadır. Toplumsal rol olgusu, “örgütlü sosyal bir yapı içinde bireyin bulunduğu pozisyonu, bu pozisyon ile ilgili sorumlulukları, ayrıcalıkları ve diğer pozisyonlardaki insanlarla etkileşimi yönlendiren kurallar” olarak tanımlanabilmektedir. Buradan yola çıkılarak toplumsal cinsiyet rolleri, “toplumun tanımladığı ve bireylerin yerine getirmelerini beklediği cinsiyet ile ilişkili bir grup beklenti” olarak anlaşılabilmektedir. (Dökmen, 2010: 28-29).

Toplumsal cinsiyet stereotipleri, bireylere deyim yerindeyse betimsel, reçetesel tanımlamalar sunmaktadır. Betimsel olarak tabir edebileceğimiz, kadına duygusallık gibi özellik aşılanırken, erkek cesaret özelliği ile bağdaştırılmaktadır. Kadın veya erkek olarak dahil olunan kategoride kadının veya erkeğin neye benzediğine dair verilen fikirlerdir. Reçetesel tarafı ise, dahil olunan grubun her üyesi neyi nasıl yapması ya da yapmaması gerektiğini bilir ve ona göre davranış sergiler şeklinde özetlenebilmektedir.

(18)

Bundan dolayı kadın ve erkeklerin davranışları, belirlenen kalıplarla sınırlandırılırken, bu davranış özelliklerinin zamanla değişikliğe uğraması pek kolay olmamaktadır. Bununla ilgili farklı zamanlarda yapılan araştırmalar da durumu açıkça ortaya koymaktadır. Kadın ve erkeklerin genel özellikleri üzerine 1974 yılında yapılan bir araştırmada 54 fark elde edilirken, aynı araştırma 1983 yılında yinelendiğinde 53 farkın değişmediği, yalnızca 1 farklılığın değişikliğe uğradığı görülmektedir (Dökmen, 2010: 105-107). Kadın ve erkekten beklenen tipik davranış kalıpları üzerine, yapılan farklı zamanda başka ölçekteki diğer araştırma ise; John E. Williams ve Deborah L. Best’in 30 ülke üzerinde yaptıkları çalışmadır. Çalışma kapsamı itibariyle önem arz etmektedir (Williams ve Best’ten aktaran Korkmaz, 2011: 26-27). Williams ve Best’in kadına ve erkeğe atfedilen toplumsal cinsiyet rolleri üzerine elde ettikleri araştırma sonuçlarının bir kısmı (19 ile 25 ülkede ortak olan sıfatlar) Tablo 3’te verilmektedir.

(19)

Tablo 3: John E. Williams ve Deborah L. Best’in 19 ile 25 arası ülkede genel kabul görmüş cinsiyet stereotiplerin yer aldığı tablo (49 eril, 25 dişil özellik bulunmaktadır).

Eril Özellikler Dişil Özellikler

Hareketli (23) Sağlıklı (24) Sahte (20) Maceracı (25) Ciddi (20) Şefkatli (24)

Agresif (24) Sade (23) Meraklı (21)

Hırslı (22) Haşin (24) Çekici (23)

Kibirli (20) Duygusuz (23) Büyüleyici (20) İddialı (20) Heyecansız (20) Bağımlı (23) Otokritik (24) Düşüncesiz (19) Tedirgin (19) Kendini Beğenmiş (19) Akıllı (23) Hayalci (24) Açık Düşünen (21) Umursamaz (20) Duygusal (23)

Kaba (21) Gerçekçi (20) Korkak (23)

Kendine Güvenen (19) İlerici (23) Seksi (22) Acımasız (21) Fırsatçı (20) Kibar (21)

Cesur (24) Pis (19) Uysal (19)

Kararlı (21) Gürültücü (21) Yumuşak Başlı (21) Düzensiz (21) Mantıklı (22) Cana Yakın (19)

Dominant (25) Tembel (21) Hassas (24)

Bencil (21) Yaratıcı (22) Utangaç (19)

Enerjik (22) Maço (21) Yufka Yürekli (23)

Girişimci (24) Bağımsız (25) İtaatkâr (25) Etkin (25) Aklı Başında (20) Batıl İnançlı (25) Açıkgöz (21) Becerikli (19) Konuşkan (20)

Katı (21) Eğlenceli (19) Güçsüz (23)

Tek Başına Karar Alabilen (21)

Kaynak: Williams ve Best’ten aktaran Korkmaz, 2011: 26-27.

Araştırmaya göre, eril ve dişil özelliklerin birbirleriyle zıt olduğu görülmüştür. Örneğin, erkeğe gerçekçi, hareketli, katı gibi sıfatlar yüklenirken, kadın duygusal, uysal, yumuşak başlı gibi sıfatlarla nitelendirilmiştir. Bu çerçevede, Williams ve Best’in 49 eril, 25 ise dişil sıfata ulaştığı araştırma sonuçları da, kültürün her ne kadar toplumdan topluma değişmesine rağmen kadın ve erkeğe atfedilen bazı özelliklerin ortak olduğu görüşünü desteklemektedir. Genel çerçevede araştırma sonucu erkeğin egemen, kadının ise itaatkâr olduğu görüşünü desteklemektedir. Cinsiyet stereotipleri, ait toplum

(20)

tarafından genel kabul gördüğü için zamanla değişikliğe uğrama ihtimalleri çok azdır. Farklı toplumlarda da benzerlikler taşımaktadır (Korkmaz, 2011: 27).

Toplumsal cinsiyetin toplumdan topluma değişmesine rağmen, toplumun bireylerden beklediği roller birer tabu kabul edilmekte ve bu tabuların değişmesi pek de kolay olmamaktadır (Çelik, 2008: 45). Toplum içinde şekillenen toplumsal cinsiyet rollerinde din de önemli bir belirleyici olmaktadır. Pek çok dini inanışın kadın ve erkek ayrımını gözetmesi bireylerin toplumdaki davranışlarını da etkilemektedir. Özellikle ataerkil sistemin getirdiği erkek egemenliği, dinin de etkisiyle kadını ikincil konuma itmektedir. Bu durum kadınların kısıtlanmasına sebep olmaktadır (Çelik, 2008: 51-52).

Kadınsılık ya da kadınlık, erkeksilik veya erkeklik tümüyle toplumsal ve kültürel durumlardır. Toplumsal ve kültürel olguları zamana ve yere göre değerlendirmek gerekmektedir. Dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan bir toplumun kadın ve erkekten beklediği davranış şekilleri başka bir toplumda aynı olmayabilir. Bu kültürün göstergesidir (Bingöl, 2014: 109).

Cinsiyet stereotipleri ve kadınlık ve erkeklik kodlarının günlük pratiklerde hayat bulması olarak da tanımlanabilen toplumsal cinsiyet rolleri, bireyin doğumundan itibaren tüm yaşamını, alışkanlıklarını, davranışlarını ve daha birçok özelliğini şekillendirmektedir. Bu nedenle, kadınlar ve erkekler hakkındaki yargıları biçimlendirmede büyük rolü olan cinsiyet stereotipleri ve rolleri, cinsiyete dayalı ön yargıları ve ayrımcılığı da beraberinde getirmektedir (Korkmaz, 2011: 30).

1.1.3. Toplumsal Cinsiyete Dayalı Önyargılar ve Cinsiyet Ayrımcılığı

Ayrımcılık, kalıpyargıların ve önyargıların davranış olarak dışa vurulması şeklinde ifade edilebilmektedir. Önyargı, kişi ya da olaya ilişkin genellikle olumsuz düşünceler içeren değerlendirmelerdir. Özellikle ırk ve cinsiyet önyargıları üzerinde geniş araştırmalar, çalışmalar bulunmaktadır. Önyargılar günümüzde birçok konuda, şekil değiştirerek devam etmektedir. Dolayısıyla, değişen toplum düzenine paralel olarak önyargıların yerlerini, farklı anlatım teknikleri almaktadır. Böylelikle kalıpyargılar da, önyargıların nedeni-sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır (Dökmen, 2010: 98-100).

Cinsiyet ayrımı toplumsal yaşamın işleyişinde ve şekillenişinde oldukça önemli bir yere sahiptir. Eşitsizlikleri de beraberinde getirmektedir. İnsan dünyaya geldiğinden

(21)

itibaren, daha anne kucağındayken cinsiyetlerini belirten toplumsal kalıplarla karşılaşmaktadır. Öyle ki bebekler için cinsiyetlerini belirten renkte kıyafetler tercih edilmektedir. İnsanın büyüyüp olgunlaşmasıyla birlikte farklılıkların boyutu da artarak kesin çizgilerle ayrılmaktadır. Bununla ilgili yapılan bir araştırmada bireylerin bebek bedenlerini algılayışı tespit edilmeye çalışılmış, “cinsiyeti belirten pembe ve mavi dışında başka renklerdeki giysiler küçük bebeklere giydirilerek cinsiyetleri söylenmiş ve bebeklerin nasıl göründükleri genç anne babalara sorulmuştur. Bebekler, farklı denek gruplarına cinsiyet ayırt edilmeksizin sadece kız ya da erkek olarak sunulmuştur… Genç anne ve babalar kız olduğu söylenen bebekler için uysal, narin, küçücük gibi ifadeler kullanmış, erkek olduğu söylenen bebekler için ise güçlü, yaramaz, hareketli gibi sıfatlar kullanmış, erkek bebeklerin kız bebeklere göre daha zeki göründüğünü söylemişlerdir.” Bu araştırma sonucu itibariyle deneklerin toplumsal cinsiyet kalıplarının etkisiyle değerlendirmelerde bulunduğunun göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır (User, 2010: 136).

Çoğu toplumda bir kadın ve erkek bazı niteliklerle değerlendirilmektedir. Kadınlardan yumuşaklık, kibarlık, itaat etme vb. gibi nitelikler beklenirken, erkeklerden ise özgüvenli, gerçekçi ve egemen olması beklenmektedir. Bu nitelikler genel geçer olarak bütün toplumlarda öyle kabul edilmiştir ki Hindistanlı feminist Vasanth Kannabian, toplumsal cinsiyete dair bir konuşmasında bu durumu şu şekilde dile getirmiştir: ‘‘Kadınların çocuk yetiştirmesinin, çocuk doğurmak kadar doğal ve kalıtımsal olduğu varsayılıyor… Ve bu sadece ürettiğimiz çocuklarla da kalmıyor; sevginin ya da anneliğin içimize oturmuş, ihtiyacı olan herkese akmayı bekleyen bir nehir olduğu sanılıyor. Ezeli ve ebedi anneler haline geliyoruz. Böylece kendi çocuğuma, başkalarının çocuklarına, kocama, erkek kardeşlerime ve gerçekten, bana “cici anne” diye seslenen babama annelik yapıyorum. Tüm evrene karşı bir annelik duygusuyla dolup taşmam bekleniyor. Ve bunun doğal olduğu varsayılıyor! Bunun bir iş olduğu değil, nefes almak, yemek yemek ya da uyumak kadar kolay yaptığınız bir şey olduğu düşünülüyor.” (Bhasin, 2003: 5-6).

Erkekler evin lideri, eve ekmek getiren, mülkiyetin sahibi ve yöneticisi, siyasette, dinde, meslek hayatında birincil konumdadır. Diğer yandan kadınlardan çocuk doğurmaları ve yetiştirmeleri, hasta ve yaşlılara bakmaları, tüm ev işini yapmaları beklenir ve kadınlar bu doğrultuda eğitilir (Bhasin, 2003: 6).

(22)

Modern toplumlar modernitelerine rağmen sınıfsal ayrım ve eşitsizliklerin baş gösterdiği toplumlar olarak cinsiyete dayalı eşitsizlikleri biyolojik özelliklere (cinsiyet hormonları gibi) dayandırmaktadır Ama bu biyolojik farklar aslında toplumsal farklara sonradan verilen anlamlar olarak toplumsalın içinde vardır. Biyolojik olarak cinsiyet farklılığı doğal olarak bazı toplumsal rolleri de kadına ya da erkeğe bağlamaktadır. Örneğin çocuk yetiştirmek için kadın gibi duygusal ve sabırlı olmak, asker olmak için de bir erkek gibi dayanıklı ve güçlü olmak gerekir. Aslında anne ile asker arasındaki fark biyolojik değil ideolojik-toplumsaldır; kadınları ve erkekleri farklı toplumsal (siyasal) konumlarla ilişkilendiren cinsiyet farkları rejimi cinslerin biyolojisinden tüketilirken aslında cinsler arasındaki toplumsal farklardan bahsetmemize yol açar (Sancar, 2014: 23).

Toplumsal cinsiyete dayalı işbölümü, aynı zamanda hiyerarşi ve eşitsizliklere de yol açar; çünkü erkek ve kadın emeği eşit bir şekilde ücretlendirilmez veya takdir edilmez. Hatta günümüzde bile, eşit işe eşit ücret ilkesi birçok ülkede geçerli değildir. Ev işleri ücretlendirilmez ve işyerleri, ekonomide durgunluktan etkilendiğinde, işten ilk çıkarılanlar kadınlar olur (Bhasin, 2003: 39).

Bütün toplumlar, tarihi süreçte var olma ve varlığını sürdürebilme üzerine kurulmuştur. Bu süreçte toplumun doğada hazır halde bulduklarının üzerine doğal olmayan, tamamı kültürel şeyleri eklemeleri kaçınılmaz olmaktadır. Geçmişten bugüne toplumsal-kültürel olarak doğmuş gelişmiş olgulardan biri de toplumsal cinsiyettir. Toplumsal cinsiyet, biyolojinin kodladığı maddi bedenlere manevi anlamlar yükleyerek onları kültürel olarak tanımlamak ve ayırmaktır. Kadın ve erkeği kadınlık ve erkeklik denen rol ve statüler bütünüyle özdeşleştirmektir. Bu ayrım, kadının aleyhine birçok eşitsizliğin doğmasında başrolü oynamaktadır (Bingöl, 2014: 108).

Sonuç olarak cinsiyet önyargıları ve beraberinde gelen cinsiyet ayrımcılığı, toplumun kadın ve erkeklerini standart kalıplarla sınırlamaktadır. Bireylerin sosyal ilişkilerini ve tüm yaşamını bu önyargılar ve cinsiyet ayrımcılığı şekillendirmektedir. Toplumdan topluma değişiklik gösterse de hemen hemen tüm toplumlarda kadınların cinsiyet ayrımcılığından daha çok etkilendiği bilinmektedir.

(23)

1.1.4. Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet

Türk Dil Kurumu’nun online sözlüğünde, kadın; dişi insan, hatun, analık veya ev yönetimi bakımından gereken erdem ve becerilere sahip, hizmetçi bayan gibi kelimelerle tanımlanırken; aynı sözlük insan, hayvan ve bitkilerin dişiyi dölleyecek cinsten olanına erkek denir gibi ifadeler kullanmaktadır. Bu tanıma ek olarak sözlük; mert, güvenilir ve sert kelimelerini de erkeğin tanımında kullanmıştır. Çoğu toplumda erkek, hırslı, saldırgan, bağımsız ve kendine güvenen olarak tanımlanır ve erkekten o şekilde davranması istenilir. Kadınsı özelliklere sahip olan erkek dışlanır ve toplum içinde hoş karşılanmaz (http://www.tdk.gov.tr/, t.y.).

Türkiye’de kadın ve erkek daha doğmadan belli bir sosyal kalıba sokulmaktadır. Kız çocuk için pembe, erkek çocuk için mavi renkte kıyafetler hazırlanması bunun en güzel örneğidir. Oyuncak seçiminde de kız çocuk için, kedi, tavşan gibi daha uysal olan hayvanlar seçilirken erkek çocuk için, aslan gibi gücü ve ataklığı simgeleyen hayvanların seçilmesi hayatları boyunca onlardan beklenen davranış biçimlerini şekillendirmektedir. Yine kız çocuklarına bebek alınıp erkek çocuklara ise araba ve çeşitli araç gereçler alınarak, kız çocuğunun asli görevinin evde oturup annelik yapmak, erkek çocuğunun ise çalışıp evi geçindirmek olduğu benimsetilir (Çayci, 2014: 5-6). Toplumdaki cinsiyetçi ideoloji, kadın ve erkeğe özgü davranışları kesin bir biçimde ayırırken, kadın, yaşamın her alanında erkeğe göre tanımlanır. Kadının her konudaki ikincil konumu doğal olarak her şeyde bir ayrım yaşanmasına sebep olmaktadır. Erkek, değerli, güçlü ve egemen gibi yüceltici sıfatlarla özdeşleştirilirken; kadın itaatkar, pasif ve zayıf gibi özelliklerle nitelendirilmektedir. Bu nedenle kusursuzluk erkek, değersizlik ise kadına atfedilir. Erkeklerin kadınlara benzetilmesi küçültücü olarak algılanırken kız çocuklarına erkek gibi tabiri kullanılması toplumda o kadar tuhaf karşılanmaz (Adler, 1999: 13–14). Buradan hareketle toplumsal cinsiyet farklılıkları kadını aşağı bir konumda göstermiş ve beraberinde de cinsiyet ayrımcılığını getirmiştir.

İnsan bedeni, bütün kültürlerde toplumsal ayırımları destekleyen anlam ve simge üretimlerinin birincil kaynağından olmuştur. Söz konusu olan kadın bedeni olduğunda üzerindeki atıfların daha da yoğunlaştığı gözlemlenmektedir. Çünkü erkekler kadınlar üzerinde hiyerarşi kurma ve kurumsallaştırma sürecini kadın bedenine yükledikleri anlam ve sınırlandırmalarla gerçekleştirmektedirler (Özbudun, 2007: 141).

(24)

Kadınların duygusallığı onların zihinsel becerilerini kullanmada erkeklere göre daha başarısız oldukları önyargısını da beraberinde getirir. Kadınlara diğer bazı özellikleri nedeniyle de pek güven duyulmamakta örneğin kadınların doğuştan getirmiş olduğu biyolojik özelliği olan seksüalitesinin erkekleri baştan çıkaracağından korkulmakta ve bu özelliği baskı altına alınmaya çalışılmaktadır. Bu ilginç bir tezatlık oluşturur. Bir yandan ‘cennetin ayakları altında’ olduğu deyişiyle anneliği yani kadınlığı yüceltilirken, diğer yandan kadın ‘âdemi baştan çıkartarak ona yasak elmayı yediren şeytan’la özdeşleştirilir. Kadın ‘namusun taşıyıcısı’ olduğu için korunması gereken bir şey olarak düşünülür, bu nedenle kendisini muhafaza edecek baba, erkek kardeşler, ya da koca gibi namus bekçilerine ihtiyaç duymaktadır. Bu bağlamda kadının toplum hiyerarşisindeki yeri de hep son sıralardadır (Çıvgın, 2009: 102–103). Bu çerçevede kadın ve erkek ayrımcılığı en çok iş ve eğitim gibi alanlarda kendini göstermektedir. Çoğunlukla Türkiye gibi Müslüman ülkelerde, dini inanışa da dayandırılarak kızların erkeklere göre daha az okutulmaları hatta 10- 11 yaşında sosyal hayattan uzak, eve kapatılmaları ergenlik çağında da çoğunlukla evlendirilmeleri cinsiyete dair eşitsizliğin ayrımcılığın habercisidir (Çayci, 2014: 7).

Kadın iş hayatında da ikincil konuma itilmektedir. Ülkemizde gelişen eğitimle birlikte kadının iş hayatındaki varlığı da gittikçe artmaktadır. Fakat kırsal kesimde kadının çalışması ile ilgili kısıtlamalar hala devam etmektedir. Kadın çevresindeki erkeklerin (baba, erkek kardeş, eş) izni ve kontrolü ile çalışabilmektedir. İş hayatına erkeğin izni ile atılabilen kadın çoğu zaman çalıştığı işlerde erkekten daha az ücret almaktadır. İşten çıkarma durumlarında ise işten ilk çıkarılan kişilerin kadınlar olması yine ayrımcılığı ortaya çıkarmaktadır (Çayci, 2014: 7). İş hayatında da kadın ayrımcılığından bahsetmek mümkündür. Kadın kamusal alanda erkeklerle aynı değeri görememekte, iş hayatından dışlanmaktadır.

Cumhuriyet döneminden beri devam eden gelişmelere rağmen günümüzde kadınların toplumdaki statüleri değerlendirildiğinde toplumsal cinsiyet ayrımcılığının hala belirgin şekilde hissettirildiği anlaşılmaktadır. Türkiye’de 1980 sonrasında sürdürülen mücadeleler sonucunda toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda özellikle eğitim, sağlık, hukuk gibi geleneksel politika alanlarında belli bir duyarlılık oluşmuşsa da toplumsal cinsiyet eşitliği bakış açısını istihdam, yetki ve karar alma süreçlerine katılım, araştırma, bütçe ve mali politikalar gibi alanlara yerleştirme konusunda

(25)

istenilen duyarlılık henüz oluşmamıştır (https://kadininstatusu.aile.gov.tr/). Toplum, bireylerden toplumsal cinsiyet kalıplarına uymalarını beklemektedir. Kadın ve erkeklerin yetişme dönemlerinde yaşam biçimleri de değişmeye başlamaktadır. Örneğin, kültürden kültüre değişiklik gösterse de kadınların zaman ve mekan yönünden sınırlandırıldıkları, erkeklerin ise bu durumdan pek de etkilenmedikleri anlaşılmaktadır (Kümbetoğlu, 2010: 40). Kadınların ve erkeklerin toplumun öngördüğü şekilde davranmaması toplum tarafından yadırganmaktadır. Bundan dolayı, cinsiyet ayrımcılığı ve dayatmalar da söz konusu olmaktadır (Dökmen, 2010: 106). Kadınlar yaşamın her alanında denetlenmekte ve kontrol altında tutulmaktadır. Toplumda kendisine atfedilen rolleri yerine getirdiği sürece değer görmektedir.

Her kültürün geliştirdiği ve şekillendirdiği kalıpyargıları vardır. Fakat çoğu toplumda kabul görmüş olan erkeğin kadına göre baskın olduğu yargıdır. Örneğin Türk toplumunda “kılıbıklık” denen bir deyin vardır ki bu deyim erkeğin mutfağa girip yemek yapması, çocuğuna bakması ya da ev işleri yapması için kullanılmaktadır. Hatta güncel olan moda terim “light erkeklik” terimidir. Yine aynı şekilde kadına da “elinin hamuruyla erkek işine karışmak” ya da ‘erkek Fatma’ gibi sözler erkeğe özgü kılınan tır şoförlüğü, kaptanlık, yöneticilik gibi işler yapması durumunda söylenen kalıp deyimlerdir (Tanrıvermiş, 2007: 58-59).

Genellikle kadın ve erkek, iki temel cins ve toplumsal oluşum içinde birbirine zıt olarak değerlendirilerek belli sıfatlarla tanımlanırlar. Bu zıtlığın ölçüsü ve özelliği toplumdan topluma farklılık gösteririr. “Toplumsal cinsiyet kavramı, kadın-erkek arasındaki toplumsal, kültürel, ekonomik, siyasal ve davranışsal tüm farklılıkları içermektedir. Bu farklılık doğumdan başlayarak toplum tarafından güçlendirilerek etkili bir toplumsal denetim sağlar.” (Yüksel, 2001: 74). Örneğin toplumumuzda ‘kadının karnından sıpayı, belinden sopayı eksik etmemek’, ‘kadının şamdanı altın olsa mumu dikecek erkektir’, ‘kadın kocasının çırağı, anasının sarığıdır’, ‘kadın malı, kapı mandalı’, ‘kadın var arpa ununu aş eder; kadın var buğday ununu keş eder’, ‘avrat var ev yapar, avrat var ev yıkar’, ‘karı malı hamam tokmağıdır’, ‘avradı eri saklar, peyniri deri’, ‘avradı boşayan topuğuna bakmaz’, ‘er olan ekmeğini taştan çıkarır’, ‘kız beşikte, çeyiz sandıkta’, ‘kız evi naz evi’, ‘kızı gönlüne bırakırsan ya davulcuya varır, ya zurnacıya’, ‘yuvayı dişi kuş yapar’, ‘kızı kızken görme, gelinken gör; gelinken görme, beşik ardında gör’, ‘kızını dövmeyen dizini döver’, ‘kızın var, sızın var’, ‘kız kucakta,

(26)

çeyiz bucakta’, ‘eksik etek’, ‘karı ağızlı’, ’kadın kadıncık’, ‘kadınlar hamamına dönmek’, ‘erkek evin direği’, ‘kaşık düşmanı’ gibi atasözleri ve deyimler kullanılmaktadır. Toplumsal cinsiyet stereotipleri açıklayan bu atasözleri ve deyimler, kadın ve erkeğe hangi rollerin atfedildiğinin somut göstergeleridir (Tanrıvermiş, 2007: 57). Sonuç olarak atasözü ve deyimlerle yüzyıllar boyunca toplumsal cinsiyet rolleri nesilden nesile aktarılmıştır. Toplumsal cinsiyet kalıplarını öğretmenin en etkili yolu belki de atasözü ve deyimler olmuştur.

Aile, devlet gibi kurumlar toplumsal cinsiyet kalıplarını bireylere dayatan en önemli kurumlar olmaktadır. Böylece kontrol sağlanır. Her devlet cinsiyet ve toplumsal cinsiyetle ilgili her zaman düzenleme ve uygulama yapabilir. Bu nedenle, toplumun işleyişi hiçbir zaman bu toplumsal cinsiyet olgusundan ve bu olgunun algılanışından bağımsız değildir. Türkiye’de cumhuriyetle birlikte kabul edilen ‘‘Kılık Kıyafet Kanunu, yeni kurulan devletin nasıl bir kadın ve erkek yaratmaya çalıştığının kanıtıdır. Aile ve devletin yanı sıra, kamusal alan da toplumsal cinsiyet kalıplarının gözlemlenebileceği bir mekandır.” (Yüksel, 2001: 174). Toplumun ana kurumları cinsiyet rollerini üretmekte, biçimlendirmekte ve aynı zamanda kadınlardan ve erkeklerden bu rolleri yine bu kurumlarda icra etmesi beklenmektedir.

Türkiye’de kadınların istihdama diğer bir ifadeyle kalkınmaya katılımda erkeklerin gerisinde olduğu ve yıllar itibariyle işgücüne katılım oranlarında düşüş olduğu görülmektedir. Oysa kadınlarımızın sosyal ve ekonomik gelişmelerden yararlanabilmeleri işgücü piyasalarına katılımları ile yakından ilgilidir; çünkü çalışma yaşamı kadınlara ekonomik özgürlük sağlarken, özgüvenlerini ve toplumsal saygınlıklarını artırmakta, aile içindeki konumlarını iyileştirmektedir. Kadınların işgücüne katılımında yasal açıdan herhangi bir ayrım olmamasına rağmen aile yaşamındaki sorumlulukları, onları çalışma hayatından uzaklaştırmakta, çalışma hayatına girebilen kadınların da işinden ayrılmasına ya da kariyerinde yükselebilme ve potansiyelini ortaya koyabilmesinin önünde engel oluşturmaktadır. İş ve aile hayatının uzlaştırılması için, kadınların aile yaşamındaki yükümlülüklerinin eşler arasında paylaşılması ve devletin desteği büyük önem taşımaktadır (https://kadininstatusu.aile.gov.tr/). Cinsiyetçi stereotipleri ve önyargıları şekillendirmede ve desteklemede medyanın eskisi çok büyük olmaktadır. Medya aracılığıyla sunulan roller toplumdaki bireylere model oluşturmakta, stereotipler medya

(27)

aracılığıyla daha da yaygınlaşarak sürüp gitmektedir. Bu çerçevede, kadın ve erkeklerin medyada yer alış şekilleri, hangi rol ve davranışlarda bulundukları ve bunların gösterilme sıklıkları önem taşımaktadır. (Dökmen, 2010: 133-134).

Kadın hareketlerinin etkisiyle, 1980’li yıllardan itibaren kadının gerek toplumdaki, gerekse reklamlardaki rolünde değişimler oldu. Kadınların iş hayatına girmesiyle, modern çalışan, özgür kadın imgesi kadın kimliğinin bir parçası oldu. Oluşturulan bu yeni modern kadın; her alanda aktif role sahip olup, ev, aile, çevre ve iş yaşamı arasında denge oluşturabilen, teknolojiye açık ve tüm bunları yaparken güzelliğini de koruyup, kendisine bakmaya da zaman ayırabilmektedir. Bu modern ve süper kadın, günümüz toplumlarında yaşayan kadının ulaşması gereken bir ideal olarak gösterilmektedir (Demiray, 2009: 177).

Bütünüyle ele alındığında toplumun ve toplumsal cinsiyet rollerinin kadın ve erkeğe eşit yaklaşmadığı bir gerçektir. Kadının doğuştan bu ayrımın içinde olduğu, toplumsal değerlerle de daha katı bir hal aldığı söylenebilir. Günümüzde bu algının kırılması için devlet çalışmaları, birtakım kadın hareketleri varlık gösterse de özellikle bizim toplumumuz gibi erkek egemen toplumlar kadını özel alanda sınırlamakta, pasif konuma indirgemektedir.

1.2. KAVRAMSAL ÇERÇEVEDE KADIN

Kadın tarih boyunca hor görülüp dışlanmasına rağmen sosyal olgular, dini ritüeller hep onun çevresinde gelişme göstermiştir. Kadın bazen ilahi bir tanrıça, bazen estetik bir varlık, bazen de şeytan ve kötülüğün simgesi olmuştur. Tüm bunların yanında kadının doğurganlığı tarih boyunca kutsanmıştır. Çoğunlukla kadın ezilen taraf olarak ilk çağlardan beri insanlığın ortak sorunu olmuştur.

“Kadın” konusu itibariyle doğrudan varlık konusudur. Evrensel olduğu kadar aynı zamanda da yerel ve günceldir. Evrensel yönü ile de dinler ve sosyal bilimlerin muhatabı olmaktadır (Gültepe, 2008: 13). Gerek geçmişte gerekse günümüzde ataerkil kültür tarihi ve kadının kültürel ortamın bütün alanlarında kendini ortaya koyuş biçimi, kadının kendi kimliği hakkındaki yorumunu önemli ölçüde etkilemektedir. Güncel koşullarda “adam” ve “insanlık” terimlerinin her iki cinsi de kapsadığı yolundaki bütün kandırmacalara karşın, uygulamadaki gerçek bunun tam tersidir. Genel olarak bu terimler kadından çok erkeği belirtir. Erkeğin üstünlüğü sonucu kadında ve genel olarak

(28)

kültürde meydana gelen psikolojik ve toplumsal etkiler konusundaki modern araştırmaların çok az oluşu da ataerkilliği hem statüko, hem de doğal bir durum olarak gören tutucu bir sosyal bilimin vurdumduymazlığını ortaya koymaktadır (Millett’ten aktaran Şenyurt, 2008: 18).

Düşünce tarihinde, Antik Yunan’dan günümüze kadar kadın, erkekle aynı dünyayı paylaşmış olsa da, aynı toplumsal koşulları paylaşamamıştır. Fiziksel güç yerine rasyonel akıl ilkeleri sayesinde kurumsallaşan modern yaşamda, erkekler ile eşit statüde yer alabilmek için, çoğu zaman ya ataerkil değerlerle yaşamış ya da beden olgusunu geri plana itmiştir (Kaylı, 2014: 15).

Arkeolojik kalıntılara ve yapılan araştırmalara göre çok kesin bilgiler olmasa da ilkçağlarda tarımın başlamasından önce kısa süreli bir anaerkil dönemin yaşandığı düşünülmektedir. Bu dönemde ortak mülkiyeti kadınlar denetlemekte, dolayısıyla erkeğin mirası da kadın tarafına kalmaktadır. Kadın iktidar, denetim ve egemenlik sahibidir. Kadının esas gücü tahıl tarımını ve bunu verimli kılan araç gereçleri keşfetmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü kadının doğurganlığı ve üretkenliği ile toprağın verimi birbirine bağlanmakta bu bağlantı da kadına toplumsal bir üstünlük sağlamaktadır. Ayrıca Neolitik dönem sonlarına kadar erkeğin üremedeki rolü bilinmemektedir ve yine aynı dönemde tarım kadın egemenliğindeyken, bu dönem sonlarına doğru kadınlar ikincil işlerle görevlendirilmeye başlamış ve statülerini koruyamaz hale gelmişlerdir. Daha sonra saban tarımı ve hayvancılığın gelişmesiyle erkekler yiyecek üretiminde ön plana çıkmış ve üstünlük erkeğe geçmiştir, kadının yiyecek üretimindeki rolünün azalmasıyla ve erkeğin üremedeki rolünün anlaşılması ile statüsü de düşmeye başlamıştır (Berktay, 2000: 45). Erkek için kadın, bu dönemde “bilinmeyenin Tanrıçası” olmuştur. Çünkü aniden ortaya çıkan ölüm, insanoğlunun bu yok oluşa bir anlam verememesine neden olmuş ve kadının doğurganlık özelliğiyle bu durum bir araya gelince kadın kutsal bir varlık olarak görülmüştür. Doğa can alırken, kadın can veriyor ve bu olayı hayretle karşılayan erkek, kadını bereketin yaratıcısı ve sürekliliğini sağlayan bir güç olarak algılıyordu. Bu Ana Tanrıça inancı farklı uygarlıklarda değişik isimler almış fakat özünde aynı inancı karşılamıştır. Anadolu’da Kybele olarak bilinen Ana Tanrıça, Hitit’te adı Arinna, Mısır’da İsis, Efes’te Artemis, Sümer’de İnanna, Orta Doğu’da İştar’dır (Kuşcan, 2010: 30-31).

(29)

Erkek egemenliğinin hüküm sürmeye başlamasından önce anaerkil düzenin var olduğu fikri ilk kez 19. Yüzyılda, iki farklı araştırmacı tarafından ilginç kanıtlarla ortaya konulmuştur. Johann Bachofen görüşünü arkeolojiye, kadın heykelciklerine özellikle de mitolojiye dayandırırken; Lewis Morgan ise Kuzey Amerika yerlileri arasında ilk araştırmaları yapmıştı. Bu araştırmalar sonucunda, Irokua yerlilerinde kadınların, kendi toplumlarında, erkeklere göre yüksek bir konuma sahip olduklarını, dinsel ve siyasal alanlarda önemli bir rol oynadıklarını, ekonomiyi denetlediklerini saptamış ve soyun ana tarafından geldiğini gözlemlemişti. Bunların neticesinde Morgan, ilk baştaki anaerkil düzenden, yerleşik hayata geçilmesi ve mülkiyetin elde toplanmaya başlanmasıyla ataerkil düzene geçildiğini söylemiştir (Berktay, 2000: 38).

Artan nüfus ihtiyaçlarını karşılamak için yeni arayışlar içerisine giren insan toplulukları, tarımı keşfetmiş ve bunun sonucu olarak da yerleşik düzene geçmiştir. Böylece toplumsal rollerde köklü değişiklikler ortaya çıkmıştır. Üretim ilişkilerinin temel olarak toplama ve avlanma faaliyetlerine yani insana dayandığı evrede kadın, üretimin bir parçası olmasının yanı sıra aynı zamanda doğurganlığı sayesinde üretimin temel kaynağıydı. Tarımsal üretimin keşfedilmesiyle birlikte temel üretim aracı insan olmaktan çıkmış ve onun yerini toprağın almasıyla insan toprağı ekip biçerek doğaya hükmetmeye başlamıştır. Erkek doğa üzerinde egemenlik kuran ve toplumsal kuralları tayin eden kişi rolünü üstlenirken, kadın sadece doğurganlığı nedeniyle mal gibi korunması ve savunulması gereken cinsel bir varlığa dönüşmüştür (Kuşcan, 2010: 34-35). Bu durum kadını durağanlaştırırken erkeği üretimden sorumlu bir konuma getirmiştir. Böylece kadının anaerkil rolü son bulmuş, bundan sonraki süreçte erkek egemenliğine dayanan bir düzen gelişmiştir.

Antik Yunan’da özgür kadınlar eşlerinin mülkiyeti altında, ev içindeki uğraşlarla sınırlı kalmıştır. Evli kadınlar genellikle kendileri için seçilen kocalarından oldukça küçüktürler ve evlerinden yalnızca bazı dini törenlere ve cenaze merasimlerine katılmak için ayrılabilmişlerdir (Kuşcan, 2010: 44). Roma medeniyetinde de kadının konumu çok farklı değildir. Antik Yunan’da olduğu gibi kadın babasından kocasına aktarılan bir maldı. Romalı kadın, erdemlilik ve iffetli olmakla özdeşleştirildi. Bu durum, kadınların yaşam biçimleriyle doğrudan alakalıydı. M.Ö. I. yüzyıl sonuna kadar, zina yaparken yakalanan kadının kocası tarafından öldürülmesi yasalaştırılmıştı (Çayci, 2014: 13).

(30)

Ortaçağ ile bütünleşen cadı avları da bu dönemin önemli olaylarındandır. Avrupa’nın en karanlık dönemi olarak görülen bu çağda, Tevrat ve İncil’de kadınlar için söylenen düşmanca sözler bu duruma bir zemin hazırlamış ve kurulan Engizisyon mahkemeleri cadı yakma amacıyla kullanılmaya başlanmıştır. Binlerce masum kadın büyücülük ve cadılıktan işkenceye maruz kalmış ve öldürülmüştür. XVIII. yüzyılın ilk yarısında biten cadıların yakılması olayının hemen ardından Avrupa’da feminist hareketler yeşermeye başlamıştır. Bunda tabii ki XVII. yüzyılın sonlarında başlayan Aydınlanma Hareketinin de etkisi büyüktür. Aydınlanma, Tanrı ve din merkezli toplumsal yapının var olduğu Ortaçağ’ın aksine, bilim ve aklın öne çıktığı bir dönemdir. Aydınlanma ile beraber liberalizm, bireycilik, demokratik özgürlükler, dinsel hoşgörü gibi kavramlar önem kazanmıştır. Ne yazık ki kadınlar aydınlanma döneminde de aradıklarını bulamamış yine ezilmeye devam etmişlerdir (Çayci, 2014: 18-19). 1789 Tarihinde meydana gelen Fransız Devrimi’nde kadınların aktif bir biçimde yer aldığı bilinirken, buna karşın devrimin getirdiği “İnsan Hakları Beyannamesi”nin kadınları içine almadığı görülür. XVIII. yüzyılda fikir düzeyinde hazırlanmakta olan filozof ve düşünürlerin büyük bir kısmı, kadının kendi hayatıyla ilgili fikir ve düşünce özgürlüğünün olmasını gerekli görmüyor, onun adına ailedeki erkeklerin söz sahibi olmasını uygun görüyorlardı (Tekeli’den aktaran Şenyurt, 2008: 13).

1900 yıllara gelindiğinde, burjuva ve küçük burjuva kadınlarının “ eğitim görmek ve mesleklere girme hakları” için mücadele verdikleri görülmektedir. İki savaş arası dönemde hemen hemen tüm gelişmiş ülke kadınları, yükseköğrenim kurumlarına girebilme ve meslek icra etme hakkını elde etmişlerdir. Ancak zaman içerisinde sayıları artsa da gerek yükseköğrenimde gerekse değişik meslek türlerinde hep azınlık bir grup olarak kalmışlardır. Bununla birlikte kent soylu kadınların XIX. yüzyılda karşılaştıkları sosyal baskılar, XX. yüzyılda önemli ölçüde hafiflemiş ve onlar da giderek artan emek gücüne katılmaya başlamışlardır (Tekeli’den aktaran Şenyurt, 2008: 13).

Kadın emeğinin değersizleştirilmesi kamusal alanda da görülmektedir. Kadınlar bazı işler için tercih edilmekte, belirli pozisyonlarda tutulmakta ve emeği erkeğe oranla daha düşük ücretlendirilmektedir. Erkeğin kamusal alandaki baskın varlığını koruyan bu etkenler sayesinde ailenin geçimi konusundaki eril öncelik devam etmektedir. Bunun temel nedenini kamusal alan işleyiş dinamiklerinin de ataerkil olmasına bağlamak mümkündür. Öte yandan evlenme, yuva kurma ve aile sahibi olmanın kadının en önemli

(31)

ve birincil amacı olarak görülmesi, özellikle çocuk sahibi olmanın kutsallığa yakın bir değerle ifade edilmesi kadının hem özel alanda hem de kamusal alanda ergil bir dille mücadele etmesine neden olmaktadır. Böylece kadın kabuğuna çekilmekte ve suskunlaşmaktadır (Şenyurt, 2008: 17). Sonuç olarak günümüzde bile köy veya kent yaşamı fark etmeksizin ataerkil anlayışın devam ettiği görülmektedir. Özgürleşme dönemleri ile kadın, sosyal ve ekonomik haklar elde etse de toplumda bireysel olarak kimliğini kabul ettirmeyi başaramamıştır.

1.3. TÜRK TOPLUMUNDA TARİHSEL GELİŞİMİ İÇİNDE KADIN

Günümüzde kadının konumunu, üstlendiği rolleri anlayabilmek için, hangi tarihsel süreçlerden geçtiğine bakmak gerekir. Bu nedenle eski Türk toplumunda, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi ile 1980’den sonraki dönemde kadın ele alınmıştır.

1.3.1. Eski Türk Toplumunda Kadın

İslamiyet’ten önce Türk kadını toplumda özgür bir yaşam sürmüştür. Çeşitli işlere eşiyle birlikte girmiş dolayısıyla yaradılışının bir özelliği olan anneliğin elverdiği oranda özgürlük ve eşitlik haklarına sahip yaşamıştır (Unat, 1982: 7-8). Türkler İslamiyet’e geçmeden önce, göçebe bir yaşam tarzına sahipti. Zamanla yerleşik toplum düzenine geçmişlerdir. Toplumsal hayattaki bu büyük değişimin sonucunda kadının toplum içindeki konumu da değişmiştir. Göçebelik döneminde kadın, erkekle eşit bir statüde yer almıştır. Bu hem göçebe hayat tarzının bir getirisi olan ilkel demokratik geleneklere, hem de Şamanizm’e dayanıyordu. Şamanizm inancına göre evreni oluşturan parçalar birbirlerini tamamlayıcı öğelerdi ve birbirinden ayrılamazlardı. Hiyerarşi, eşitsizlik söz konusu değildi. Bu dönemde kadına değer verilirdi, erkek birden fazla kadınla evlenemezdi. Kadın günlük hayatta erkekle aynı işi yapabilirdi. Ata binebilir, ok atabilir, kılıç kullanabilir ve savaşabilirdi. Bunun yanında valilik, elçilik, hükümdarlık da yaparak yönetimde önemli rol almaktaydı (Mutlu, 2014: 58). O dönemde, savaşların çokluğu ve göçebe yaşam kadını eve kapatmamıştır. Kadın, gerektiğinde kendini ve halkını korumuş, gerektiğinde fikirlerini söyleyebilmiştir.

Türklerin ana yurdu Orta Asya olarak kabul edilir ancak iklim değişiklikleri nedeniyle çeşitli tarihlerde başka bölgelere kitleler halinde göç etmek mecburiyetinde kalmış ve gittikleri yerlerde hâkimiyetler kurmuşlardır. Milattan önceki asırlarda, İskit

(32)

ve Saka denilen grupların büyük imparatorluk kurdukları ve bunların Türklerle ilgili olduğu ile ilgili pek çok kaynak bulunmaktadır. Bu gruplarda kadının çok önemli görevleri vardır. Öncelikle İskit kadını asker olarak yetiştirilmiştir. Bunun nedeni göçebe grupların at ve araba üzerinde gezgin olmaları ve bir savaş esnasında kadının da erkeğiyle beraber savaşması gerektiğindendir. Bu nedenle İskit kadını her zaman hazırlıklı olmak zorundaydı (İnan, 1964: 24).

Hunlar ise Orta Asya ve Avrupa’da hüküm sürmüş diğer bir Türk kavmidir. Asya’da devlet kurmuş olan Hun topluluklarının Çinlilerle olan temaslarında Türk hakanı ile hatun da devleti resmen temsil etmekteydi. Avrupa Hunlarında kadın erkeği ile beraber ordu birlikleri içinde yer almaktadır (İnan, 1964: 25). Bununla birlikte Asya ve Avrupa Hunlarında kadın ve erkeklerin iş bölümünde ayrı şartlara sahip olduklarını görmekteyiz. Örneğin erkekler daha çok savaş ve hayvan otlatma dışında deri işçiliği, kemik, tahta ve madenden çeşitli eşya yapımı ile uğraşırken kadınlar yemek ve çocuk dışında keçe yapımı ile uğraşmaktaydılar (Çeçen, 1986: 45). Orta Asya’da Hunlardan sonra pek çok devlet kurulmuş ve bunlardan ilk Türk adını benimseyen Göktürkler yazılı kitabeler bırakmışlardır. Bozkurt ve Ergenekon destanları bilinen Göktürk destanlarıdır. Bu kitabelerde kadına ayrıca yer verildiği ve Oğuz prenseslerinin siyasi ve içtimai rollerinin belirtildiği görülmektedir (İnan, 1964: 25). Türklerin ilk yazılı eserleri olarak bilinen, günümüzde hala önemini koruyan, Göktürk kitabelerinde kadının toplumdaki konumuna özellikle yer verilmesi, kadına o dönemlerde ne kadar değer verildiğini kanıtlamaktadır.

8. yüzyıl Orhun Kitabelerinde Türk kadınına duyulan saygı yazmaktadır. Oğuz hatunlarının toplumsal ve siyasal alanlardaki rollerinden de söz edilmektedir. Orhun Kitabelerinde şu iki cümle özellikle yan yana bulunur : “Devleti idare eden Han, devleti bilen Hatun”. Geleneklere göre sadece “Han emreder” sözleri ile başlayan bir emirnamenin geçerliliği kabul edilmez, ancak “Han ve hatun emreder” sözleri ile başlayan emirnameler yürürlüğe girerdi. Yine yabancı elçileri, ancak Han ve Hatun ikisi birlikte olmak şartıyla huzura çağırırlardı. Günlük hayatta ve bütün etkinliklerde kadınlar peçe kullanmaz yüzlerini açıkta bırakırlardı (Doğramacı, 1997: 3). Göktürk ve Uygurlarda aile hukuku ve mülkiyet meselelerinin kurallara bağlı olduğu görülür. Evlilik anne-baba rızasıyla yapılırdı ve evli kadın kutsaldı. Evli bir kadına tecavüzün cezası idam olarak belirlenmişti. Kadın aile içinde eşitlikten yararlanırdı. Dini inanışa

(33)

göre hem kadın hem erkek tanrıçalar vardı. Şamanizm’e göre gökyüzü ve güneş (hayatın kaynakları) kadın; yeryüzü ve ay erkek olarak kabul edilmişti. Kadınlar iyilik tanrıları olarak görülmüştü. Hak ve sorumluluklar büyük çapta paylaşılmıştı. Kavmin büyüklüğü ve otoritesinde kadın, erkek ile birlikte temsil edilmekteydi. Bu dönemde kadının en belirgin özelliği evlenme çağına gelen kızların “ne kadar hanım kız, becerikli ve iyi yemek yapar” şartlarını taşıması yerine, at binmek ve silah kullanmaktaki becerileri dikkate alınırdı (Altındal, 1991: 37). Türklerde kadınların da erkekler gibi silah kullanıp ata binmesi, Türk kadınları için oldukça önemli vasıflar arasında yer almaktadır.

Türk toplumunda kız ile erkek çocukları eşit olarak görülürdü. Kız çocuğunun doğumu üzüntü ile karşılanmaz aksine mutluluk kaynağı olarak görülürdü. Kız çocukları kıymetliydi ve aynı erkek çocukları gibi kız çocukları da mirastan pay alabiliyorlardı (Öğel, 1988: 250). Türklerde annenin yeri baba kadar önemliydi. Öyle ki babanın akrabaları anneden sonra gelirdi. Annenin miras hakkı da vardı. Ayrıca annenin çocuklar üzerindeki hakkı babayla eşitti (Tezel, 1983: 1).

Türkler’in tarıma bağlı olarak yerleşik hayata geçmesi kadının toplumsal hayattaki konumunu da değiştirmiş, kadın daha pasif bir hale gelmiştir. Buna rağmen ilkel demokratik gelenekler büyük ölçüde korunmuştur. Kadının tarımla bağdaştırılması, toprağın kadına aitliği söz konusu olmamıştır. Bu nedenle neolitik uygarlıklarda tarımın keşfi ile kadına daha önem verilmiş, aynı durum bu dönemde yaşanmamıştır. Toprak, erkek egemenliğine alınmış, tarım ise diğer topluluklardan öğrenilmiştir. Buna rağmen tarımda kadınların çalışması ve tarımda insan gücünün önemli olması sebebiyle insan üreticisi ve ekonomik ürün üreticisi olarak kadın, tarıma dayalı yerleşik topluluklarda da eski önemini nispeten sürdürmeye devam etmiştir (Türköne, 1995: 128).

Eski Türk toplumunda ve aile yapısında kadın daima kutsal kabul edilmiştir. Hatta bu durum çoğu zaman devlet tarafından güvence altına alınmıştır. Diğer toplumlarda çok fazla görülen kadın esareti, kadın ticareti, kadın hediyesi (büyük birine, mesela hükümdar ve vezire kadın takdimi) gibi Türk’ün kültürüne aykırı olan içtimai çarpıklıkları Türk töresi şiddetle men etmişti (Yılmaz, 2004: 115). Eski Türkler’de özgür olduğu gibi Türkler’in ilk devletleri Asya Hunlarından itibaren ağır spor olarak ata bindiği, ok attığı, top oynama ve güreş yaptığı bilinmektedir. Ayrıca Türk kadınının

Şekil

Tablo 1: Cinsiyet ve Toplumsal Cinsiyet Arasındaki Farklılıklar……………………….5  Tablo 2: Navaro’nun Toplumsal Cinsiyet Sınıflandırması………………………………6  Tablo 3: John E
Tablo 1: Cinsiyet ve Toplumsal Cinsiyet Arasındaki Farklılıklar
Tablo 2: Navaro’nun Toplumsal Cinsiyet Sınıflandırması
Tablo 3: John E. Williams ve Deborah L. Best’in 19 ile 25 arası ülkede genel kabul  görmüş cinsiyet stereotiplerin yer aldığı tablo (49 eril, 25 dişil özellik bulunmaktadır)
+2

Referanslar

Benzer Belgeler

Demokratik devletlerde toplumsal huzur ve barışın korunması, kamu düzeni, milli güvenlik, genel sağlık ve genel ahlakın korunması gibi sebeplerle anayasalarda güvence

Bitkinin toprak üstü kısımlarının kaynatılmasıyla elde edilen çayı idrar arttırıcı, ba ırsak düzensizli i, iltihap söktürücü ve eker hastalı ının

Tablo 4.20.’de araştırmaya katılan kadın girişimcilere göre girişimcilerin sahip olması gereken özelliklerin önem derecesine göre dağılımı sonuçları doğrultusunda

Küçük ve orta ölçekli sanayi işletmelerinin sınırlı teknolojik ve finansal olanaklarına rağmen, Internet tabanlı elektronik faaliyetlerinin önemli mali- yet yükü

determined that 0.05% Chi group has similar number of TAMB with control group, the number of TAMB decreases depending on the increase of chitosan application and there are

Marmara bölgesinde larval chironomid faunası ile ilgili ilk kayıtlar Şahin (1987) tarafından Meriç Nehri’nden 39 tür, daha sonra Gala Gölü’nden Kırgız

2001, Inverse eigenvalue problems for Sturm-Liouville equation with spectral parameter linearly contained in one of the boundary conditions. Inverse Problems,

Bu çalışmada Cemil Kavukçu’nun Yalnız Uyuyanlar İçin adlı öykü yapıtında incelenen öykülerde yalnızlığa neden olan koşullar ve yaşanılan bu durumdan