• Sonuç bulunamadı

1.3. TÜRK TOPLUMUNDA TARİHSEL GELİŞİMİ İÇİNDE KADIN

1.3.1. Eski Türk Toplumunda Kadın

İslamiyet’ten önce Türk kadını toplumda özgür bir yaşam sürmüştür. Çeşitli işlere eşiyle birlikte girmiş dolayısıyla yaradılışının bir özelliği olan anneliğin elverdiği oranda özgürlük ve eşitlik haklarına sahip yaşamıştır (Unat, 1982: 7-8). Türkler İslamiyet’e geçmeden önce, göçebe bir yaşam tarzına sahipti. Zamanla yerleşik toplum düzenine geçmişlerdir. Toplumsal hayattaki bu büyük değişimin sonucunda kadının toplum içindeki konumu da değişmiştir. Göçebelik döneminde kadın, erkekle eşit bir statüde yer almıştır. Bu hem göçebe hayat tarzının bir getirisi olan ilkel demokratik geleneklere, hem de Şamanizm’e dayanıyordu. Şamanizm inancına göre evreni oluşturan parçalar birbirlerini tamamlayıcı öğelerdi ve birbirinden ayrılamazlardı. Hiyerarşi, eşitsizlik söz konusu değildi. Bu dönemde kadına değer verilirdi, erkek birden fazla kadınla evlenemezdi. Kadın günlük hayatta erkekle aynı işi yapabilirdi. Ata binebilir, ok atabilir, kılıç kullanabilir ve savaşabilirdi. Bunun yanında valilik, elçilik, hükümdarlık da yaparak yönetimde önemli rol almaktaydı (Mutlu, 2014: 58). O dönemde, savaşların çokluğu ve göçebe yaşam kadını eve kapatmamıştır. Kadın, gerektiğinde kendini ve halkını korumuş, gerektiğinde fikirlerini söyleyebilmiştir.

Türklerin ana yurdu Orta Asya olarak kabul edilir ancak iklim değişiklikleri nedeniyle çeşitli tarihlerde başka bölgelere kitleler halinde göç etmek mecburiyetinde kalmış ve gittikleri yerlerde hâkimiyetler kurmuşlardır. Milattan önceki asırlarda, İskit

ve Saka denilen grupların büyük imparatorluk kurdukları ve bunların Türklerle ilgili olduğu ile ilgili pek çok kaynak bulunmaktadır. Bu gruplarda kadının çok önemli görevleri vardır. Öncelikle İskit kadını asker olarak yetiştirilmiştir. Bunun nedeni göçebe grupların at ve araba üzerinde gezgin olmaları ve bir savaş esnasında kadının da erkeğiyle beraber savaşması gerektiğindendir. Bu nedenle İskit kadını her zaman hazırlıklı olmak zorundaydı (İnan, 1964: 24).

Hunlar ise Orta Asya ve Avrupa’da hüküm sürmüş diğer bir Türk kavmidir. Asya’da devlet kurmuş olan Hun topluluklarının Çinlilerle olan temaslarında Türk hakanı ile hatun da devleti resmen temsil etmekteydi. Avrupa Hunlarında kadın erkeği ile beraber ordu birlikleri içinde yer almaktadır (İnan, 1964: 25). Bununla birlikte Asya ve Avrupa Hunlarında kadın ve erkeklerin iş bölümünde ayrı şartlara sahip olduklarını görmekteyiz. Örneğin erkekler daha çok savaş ve hayvan otlatma dışında deri işçiliği, kemik, tahta ve madenden çeşitli eşya yapımı ile uğraşırken kadınlar yemek ve çocuk dışında keçe yapımı ile uğraşmaktaydılar (Çeçen, 1986: 45). Orta Asya’da Hunlardan sonra pek çok devlet kurulmuş ve bunlardan ilk Türk adını benimseyen Göktürkler yazılı kitabeler bırakmışlardır. Bozkurt ve Ergenekon destanları bilinen Göktürk destanlarıdır. Bu kitabelerde kadına ayrıca yer verildiği ve Oğuz prenseslerinin siyasi ve içtimai rollerinin belirtildiği görülmektedir (İnan, 1964: 25). Türklerin ilk yazılı eserleri olarak bilinen, günümüzde hala önemini koruyan, Göktürk kitabelerinde kadının toplumdaki konumuna özellikle yer verilmesi, kadına o dönemlerde ne kadar değer verildiğini kanıtlamaktadır.

8. yüzyıl Orhun Kitabelerinde Türk kadınına duyulan saygı yazmaktadır. Oğuz hatunlarının toplumsal ve siyasal alanlardaki rollerinden de söz edilmektedir. Orhun Kitabelerinde şu iki cümle özellikle yan yana bulunur : “Devleti idare eden Han, devleti bilen Hatun”. Geleneklere göre sadece “Han emreder” sözleri ile başlayan bir emirnamenin geçerliliği kabul edilmez, ancak “Han ve hatun emreder” sözleri ile başlayan emirnameler yürürlüğe girerdi. Yine yabancı elçileri, ancak Han ve Hatun ikisi birlikte olmak şartıyla huzura çağırırlardı. Günlük hayatta ve bütün etkinliklerde kadınlar peçe kullanmaz yüzlerini açıkta bırakırlardı (Doğramacı, 1997: 3). Göktürk ve Uygurlarda aile hukuku ve mülkiyet meselelerinin kurallara bağlı olduğu görülür. Evlilik anne-baba rızasıyla yapılırdı ve evli kadın kutsaldı. Evli bir kadına tecavüzün cezası idam olarak belirlenmişti. Kadın aile içinde eşitlikten yararlanırdı. Dini inanışa

göre hem kadın hem erkek tanrıçalar vardı. Şamanizm’e göre gökyüzü ve güneş (hayatın kaynakları) kadın; yeryüzü ve ay erkek olarak kabul edilmişti. Kadınlar iyilik tanrıları olarak görülmüştü. Hak ve sorumluluklar büyük çapta paylaşılmıştı. Kavmin büyüklüğü ve otoritesinde kadın, erkek ile birlikte temsil edilmekteydi. Bu dönemde kadının en belirgin özelliği evlenme çağına gelen kızların “ne kadar hanım kız, becerikli ve iyi yemek yapar” şartlarını taşıması yerine, at binmek ve silah kullanmaktaki becerileri dikkate alınırdı (Altındal, 1991: 37). Türklerde kadınların da erkekler gibi silah kullanıp ata binmesi, Türk kadınları için oldukça önemli vasıflar arasında yer almaktadır.

Türk toplumunda kız ile erkek çocukları eşit olarak görülürdü. Kız çocuğunun doğumu üzüntü ile karşılanmaz aksine mutluluk kaynağı olarak görülürdü. Kız çocukları kıymetliydi ve aynı erkek çocukları gibi kız çocukları da mirastan pay alabiliyorlardı (Öğel, 1988: 250). Türklerde annenin yeri baba kadar önemliydi. Öyle ki babanın akrabaları anneden sonra gelirdi. Annenin miras hakkı da vardı. Ayrıca annenin çocuklar üzerindeki hakkı babayla eşitti (Tezel, 1983: 1).

Türkler’in tarıma bağlı olarak yerleşik hayata geçmesi kadının toplumsal hayattaki konumunu da değiştirmiş, kadın daha pasif bir hale gelmiştir. Buna rağmen ilkel demokratik gelenekler büyük ölçüde korunmuştur. Kadının tarımla bağdaştırılması, toprağın kadına aitliği söz konusu olmamıştır. Bu nedenle neolitik uygarlıklarda tarımın keşfi ile kadına daha önem verilmiş, aynı durum bu dönemde yaşanmamıştır. Toprak, erkek egemenliğine alınmış, tarım ise diğer topluluklardan öğrenilmiştir. Buna rağmen tarımda kadınların çalışması ve tarımda insan gücünün önemli olması sebebiyle insan üreticisi ve ekonomik ürün üreticisi olarak kadın, tarıma dayalı yerleşik topluluklarda da eski önemini nispeten sürdürmeye devam etmiştir (Türköne, 1995: 128).

Eski Türk toplumunda ve aile yapısında kadın daima kutsal kabul edilmiştir. Hatta bu durum çoğu zaman devlet tarafından güvence altına alınmıştır. Diğer toplumlarda çok fazla görülen kadın esareti, kadın ticareti, kadın hediyesi (büyük birine, mesela hükümdar ve vezire kadın takdimi) gibi Türk’ün kültürüne aykırı olan içtimai çarpıklıkları Türk töresi şiddetle men etmişti (Yılmaz, 2004: 115). Eski Türkler’de özgür olduğu gibi Türkler’in ilk devletleri Asya Hunlarından itibaren ağır spor olarak ata bindiği, ok attığı, top oynama ve güreş yaptığı bilinmektedir. Ayrıca Türk kadınının

savaşlardaki etkinliği ve iffet sahibi olduğu tarihi kaynaklarda özellikle belirtilmiştir. Bu nedenle savaşlarda düşmana esir düşmesi büyük utanç olarak görülürdü (Kafesoğlu, 2012: 220-221). Eski Türk toplumlarında kadın konumu itibariyle erkekle eşit statüdeydi. Özellikle göçebe kültürün etkili olduğu dönemde yönetim ve hukuk gibi önemli alanlarda eşitlik sağlanmıştı. Fakat İslamiyet’in kabulünden sonra Arap, Fars ve Bizans kültüründeki kadının pasif rolü Türkler’i de etkilemiştir (Kaya, 2002: 49-50).

Türkler, İslamiyet’i tek seferde değil de yavaş yavaş topluluklar halinde kabul etmişlerdir. İslamiyet’e geçiş süreci uzun zaman aldığı için eski demokratik gelenek ve göreneklerine bağlı kalmışlardır. Örneğin, İslamiyet’in kabulünün ilk zamanlarında kadınlar peçe ile yüzlerini kapatmazlardı. Yüz saklama, peçe Bizans ve İran kültürü etkisiyle ve Fatih Sultan döneminden sonra başlamıştır. İslamiyet’in kabulünden sonra özellikle Selçuklu ve Osmanlı’nın ilk döneminde kadın-erkek eşitliğinin gözetilmesi, genelde kırsal kesimde ve göçebe topluluklarda devam ettirilmiş, ancak şehirde yaşayan insanlar arasında bu anlayış hızla kaybolmuştur (Mutlu, 2014: 59).

İslamiyet’in kabulüyle birlikte Türk aile yapısı İslam kuralları çerçevesinde bazı dönüşümler yaşamıştır. Kadın toplum içinde erkekten daha geri bir seviyeye çekilmiştir. Evin idaresi, çocukların bakımı, ailenin namusunun dışarıya karşı temsili gibi görevleriyle ön plana çıkarılmıştır. Çok eşlilikle birlikte ataerkil aile yapısı daha da yaygınlaşırken, örtünmede bir anlamda zorunluluk halini almıştır. İslamiyet kadının sadece kılık kıyafetini değil, toplumdaki konumunu, idaredeki etkisini ve üretime katılabilme ilişkilerini de etkilemiştir (Şenyurt, 2008: 20). Dinin toplum üzerindeki etkisi Türk kadını üzerinde de kendini göstermiş ve kadının toplumdaki yeri değişmeye başlamıştır.

Daha önce durumunu incelediğimiz eski Türk toplumlarında aile hiçbir zaman ataerkil olmamıştır. Ataerkil aile sisteminde ailenin büyüğü olan erkek, otoriteyi elinde tutar ve ailenin mülkiyeti babadan oğula geçer, böyle bir ailede kadının hiçbir hakkı yoktur ve her zaman erkeklerden sonra gelmektedir. Ancak İslamlıkla beraber özellikle daha önce Müslüman olan İranlılardan bu aile sistemi Türklere aktarılmaya başlanmıştır. İranlıların eski dinleri Zerdüşt’e göre Türklerin aksine olarak kadını kirliliğin ve kötülüğün sembolü sayarlardı. Kadınlar bu dinde her haktan mahrum bırakılmışlardır (İnan, 1964: 31). Böylece Türk erkeği, İslamiyet’le birlikte, yeni bir çevre ve kültürün getirdiği geniş imkânlardan faydalanmış ama kadın daha önceki

dönemlerde sahip olduklarını da kaybetmeye başlamıştır. Elbette ki değişim çok hızlı olmamıştır. Türkler bir yandan kendi örf ve adetlerini devam ettirmeye çalışmışlardır. Örneğin, Müslümanlığı kabul eden Kaşgarlılar için Çin kaynaklarında çok yumuşak huylu oldukları ve cemiyet hayatında kadın ve erkeğin bir arada yer aldığı belirtilmektedir. Bu da, Orta Asya şehirlerinde çeşitli zamanlarda halkın inanışları ne olursa olsun, Türk kültürüne uygun müşterek karakter taşıyan adetler olmuştur. Kadın cemiyette pasif olarak kalmayarak, ekonomik hayata üretici olarak katılmıştır (İnan, 1964: 33).

Özellikle, Arap toplumunda hiçbir değeri olmayan kadın, İslam diniyle ilk insan haklarının da sahibi olmuştur. İslâmiyet’ten önce Arap toplumunda, kadına satılık eşya muamelesi yapılırdı. Kadın evlenmeden önce ailesinin, evlendikten sonra da kocasının malı sayılırdı. Kocanın ölümünde oğulları üvey anneleri ile evlenebilirlerdi. Ayrıca, kocalar, kayıtsız şartsız tek taraflı olarak karılarından boşanabilirlerdi. İslâm dininin kabulüyle, yeni doğan ve istenmeyen kız çocuklarının öldürülmesi ve kocanın ölümünden sonra oğullarının üvey anneleriyle evlenmeleri yasaklandı. Kadın kocasına itaat etmek zorundaydı; ancak, koca da karısına saygı gösterecekti. Erkek artık istediği sayıda kadınla evlenemeyecek ve en fazla dört kadınla evlenebilecekti. İlk defa olarak kadına, erkeklerle eşit ölçüde olmasa bile, miras ve mülk edinme hakkı tanındı. İslâmiyet’te, kadının aktif olarak ekonomi ve ticaret hayatına katılmasını önleyecek hiçbir kural bulunmamaktaydı (http://www.atam.gov.tr/).

İslami geleneklerde kadın dışlanmamıştır. Tarihi süreçte kadın şairler, âlimler ve mutasavvıflar yetişmiş, kadınlar savaşta da önemli roller almışlardır. Hatta Hz. Muhammed’in eşi Hz. Aişe, Cemel gazvesinde kumandanlık yapmıştır. İslamiyet poligamiyi ancak eşler arasında eşitlik sağlandığı ölçüde meşru görmüş, bu da güç olduğu için aslında uygulanması sınırlanmıştır. En önemlisi İslamiyet aileye karşı sadakati kadın ve erkekten aynı ölçüde beklemiştir. Bu da demektir ki İslami ahlak ve kuralları yalnızca kadın için geçerli olmayıp, aynı şekilde bu kurallara erkeğin de riayet etmesi beklenmektedir. Ancak uzun vadede hukuki anlamda bu dengeyi korumak pek de mümkün değildir (Ülken, 1967: 121-123). İslamiyet’ten önce Türk toplumunda kadın itibar sahibidir. Erkeklerle eşit haklara sahip olduğu görülmektedir. Bazı araştırmacılar İslamiyet’in kabulüyle birlikte Türk kadınının sahip olduğu sosyal hakları

kaybettiğini söylerken bazıları ise kadının toplumdaki değerini koruduğunu ifade etmektedir.