• Sonuç bulunamadı

Cumhuriyetin İlk Yıllarından 1980’lere Kadar Türk Kadını

1.3. TÜRK TOPLUMUNDA TARİHSEL GELİŞİMİ İÇİNDE KADIN

1.3.3. Cumhuriyet Dönemi ve Kadın

1.3.3.1. Cumhuriyetin İlk Yıllarından 1980’lere Kadar Türk Kadını

Medeni Kanun ile çağ atlayan kadın, daha sonraki dönemlerde çağın getirdiği yeniliklere göre statüsünde gerekli düzenlemeler yapılmadığı için Cumhuriyet Dönemi’ne göre geri kalmıştır. Cinsiyet eşitliğinin yasal bir temele oturtulmasına rağmen kağıt üzerindeki hakların uygulamaya geçebilmesi için gerekli altyapıyı hazırlamada devletin yetersizliği bugün bile bazı kanunları kadınlar için geçersiz kılmaktadır (İlkkaracan ve İlkkaracan, 1998: 88–89). Türkiye Cumhuriyeti’nin kültürel modernleşme projesindeki uygulamalar, yöresel, sınıfsal ve etnik farklılıkları göz önünde tutan bir siyasadan çok, seçkin-halk ikileminin yaşandığı monist bir niteliğe sahiptir. Bu nedenle, 1950’lerden sonra iktidarın da gelenekselliğe yeniden vurgu yapmasıyla, kültürel modernleşme tepkiyle karşılanmıştır. Ayrıca Cumhuriyet Döneminin kadının annelik ve geleneksel kadınlık rollerine vurgu yapması, çağdaş kadının yine bu rollerini devam ettirmek zorunda bırakmıştır (Özbek, 2006: 40-41).

Kadınlar 3 Nisan 1930’da belediye seçimlerine katılmış, 5 Aralık 1934’de ise milletvekili seçme ve seçilme hakkı elde etmiştir. Buna gerekçe olan kanun maddesine göre; ‘‘Türk tarihinin her safhasında erkeği ile yan yana her fedakârlığı yapan, ulus ve yurt işlerinde büyük feragatle her mahrumiyete, her cefaya ve her acıya katlanan ulusun, yurdun felâket ve saadetlerine aynı hisle katılan büyük kalpli ve yüksek erdemli Türk kadını, müşterek eseri olan bu Cumhuriyet’te elbette ve elbette kendi evinin kent

beldesinin işlerinde olduğu gibi, yasama işlerinde de temiz ve ciddi mevkiini alacaktır” (Çakır, 1991: 83).

1932’de kurulmuş olan Halkevleri’nin de kadınların toplumsallaşmasının aracı olmuştur. Halkevleri hem gençler için bir eğitim ve kültürel aktiviteler için toplanma yeri ve eğlence yeridir. Halkevleri ana tüzüğünde de Ar Şube’nin kadın ve erkek üyelerden oluşan bir tiyatro grubu kurmak ve oyunları sergileme görevi taşıdığı belirtilmektedir (Şimşek, 2002: 82). Cumhuriyet’in kadınlara getirdiği bir diğer hak eğitim alanında olmuştur. 1924 Anayasası ile ilköğretimin zorunluluğu ilkesi getirilmiş böylece kızların okuma eşitliği ve mecburiyeti anayasal bir zorunluluk haline gelmiştir. Cumhuriyet ile kız çocukları da erkeklerle eşit eğitim şartlarına kavuşmuş. İstanbul Üniversitesi’nde karma eğitimin başlaması, öğretmen okullarının artırılması, alfabe değişikliği ile millet mekteplerinin okuma seferberliği meslek hayatına giren kadınların sayısını artırmıştır. 1927’de ilk Türk kadın hekimleri diplomalarını almışlar 1930’da ilk defa Sağlık Bakanlığı’nda vazife alanlar olmuştur (Göksel, 1993: 160-163). Böylelikle kadınlar meslek sahibi olarak çalışma hayatına başlamışlar, erkeklerle eşit olarak kamusal alanda yer edinebilmişlerdir.

Cumhuriyet’le birlikte gelen seçme ve seçilme hakkı ile zorunlu karma eğitim kadınların kamusal alanda görünmesini güvence altına almıştır. Yeni yemek tarzları, akşam çayları, danslı balolar, kadınlı erkekli toplantılar, kadın ve erkeğin sosyalliklerine imkân verecek şehir mekânları, modern kadının kamusal alanda görünmesine yardımcı olmuştur. Cumhuriyet’in getirmiş olduğu kılık kıyafet devrimi ile birlikte sokaktaki tesettür mecburiyeti de kaldırılınca, kadınların toplumsal hayata katılımları ve erkeklerle olan sosyalleşmeleri, modern ve laik yaşam biçiminin tanımı olmuştur. Modern ve laik kadın ön plana çıkartılmış, ideal olarak gösterilmiştir. Bir başka deyişle, modernizm projesinde kadının gövdesel, toplumsal ve siyasal görünürlüğü, modernist kamusal alana şekil vermektedir. Böylece bedensel ve toplumsal olarak kadın yeniden üretilmiş, kamusal alana yakışır hale gelmiştir (Göle, 2000: 22-27).

Türkiye’de göç olgusunu 1950’lerde I. Kuşak ve 1960 ve 1970’lerde II. Kuşak olmak üzere ikiye ayırmak gerekir. Çünkü okuma yazma bilmeyen I. Kuşak göçmen kadınlar için şehirlerde tek çalışma olanağı orta sınıf kadınların evinde hizmetçilik yapmaktı. Daha sonra erkek göçmenler için yeni iş sahaları açıldı, bu nedenle bu kadınlar ya evlerine çekildi ya da hizmet sektörünün uzmanlaşmamış bölümlerine

girdiler (Kandiyoti, 2007: 40). Bu dönemde, tarımın makineleşmesiyle kırsal kesimden şehirlere yapılan göçler, Cumhuriyet Dönemi’nin iktisadi kalkınma modellerinin değişmesi ve özel teşebbüsün desteklenmesi, hızlı kentleşme gibi olgular toplumsal yapıda değişiklikler meydana getirmiş, bu da kadınların hem toplumsal hem de ekonomik konumlarını etkilemiştir. Cumhuriyet’in kadınlara getirdiği pek çok kazanım, kırsal bölgelere ulaşamadan, özellikle 1950’den sonraki değişim, şehirlerde yaşayan eğitimli cumhuriyetin simgesi kadın ile eğitimsiz köylü kadın arasında kurulabilecek bir köprüyü imkânsız kılmıştır. Şehirlere göç eden kadınlar, eğitimsiz olduklarından ya düşük ücretle uzmanlık istemeyen sektörlerde çalıştılar ya da evlerine kapanıp, iktisadi hayattan tamamen ayrıldılar. Bu eğilimi güçlendiren başka faktörler de mavi yakalı işçilerin, görece yüksek bir gelire sahip olmaları ve kadının da çalışması durumunda çocuklarını verebilecekleri kreş ve yuva yokluğudur. İstanbul ve İzmit’te yapılan bir araştırmanın sonuçları, sanayi işçilerinin eşlerinin yalnızca yüzde 2’sinin herhangi bir işte istihdam edildiğini göstermektedir (Kandiyoti, 2007: 41).

Cumhuriyet rejiminde kadının konumu da sembolik açıdan önem taşımaktadır. Kadın, Kemalist hareketin baş aktörüdür, medeniyet projesi ve milliyetçilik ideolojisinde kadın adeta bu hareketin harcı olmuştur. Türk modernleşme hareketinin şekillenmeye başlamasıyla medeni ve medeni olmayan ayrımları estetik değerleri de biçimlendirmeye baslar. Örneğin, yüzyıllardır süren Doğu’ya özgü güzellik anlayışının sembolleri olan beyazlık, yuvarlaklık, uzun saç, kına yakma ve gözlere sürme çekme, yerini zayıf, enerjik, korseli, kısa saçlı Batı güzelliği almıştır (Göle, 1998: 92). Kemalist reformların bir başka özelliği de kadını dinin etkisinden kurtarmayı amaçlamış olmasıdır. Bunun için de öncelikle kadını açarak, modern bir görünüm kazandırmak ve haremi yıkmak gerekmiştir. Bu konudaki ilk gelişmelerden biri İstanbul tramvayları ile vapurlardaki perdelerin kaldırılmasıdır (Göle, 1998: 99). Yeni ve modern Türk Kadınına, Batılı aile içinde üstlenen rollere benzer rol verilerek, kadının eğitimi, kişiliği ve görünümü geliştirilmeye çalışılmıştır. Yeni görünümüne kavuşan kadın, eski geleneksel Türk toplum yapısına uymayan bir görünüm içindedir. Osmanlı devletinde kadınların kamusal alandan tecriti örtünme ile simgeleşirken, Cumhuriyet devrinde kadın kamusal alanda erkeklerle eşit yer alarak, modern giysileri ve ülkenin kalkınmasındaki rolünün etkisiyle “yurttaş kadın” kimliği ile simgeleşmiştir (Toska, 1998: 37).

Türk Medeni Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle birlikte kadının aile ve toplum içerisindeki konumunda ani bir değişmenin olduğunu söyleyemeyiz. Ancak 1945’lerden itibaren ekonomik, toplumsal ve kültürel yapıdaki değişimlerle birlikte gözle görülür gelişmeler yaşanmıştır. Barlas Tolan, bu değişimin nedenlerini tarımda makineleşmenin yaygınlaşması sonucu geniş aileden çekirdek aile modeline geçiş, kente göç ve kent yaşamının Pazar ekonomisine özgü zorlukları, ekonomik ve toplumsal koşulların göreceli olarak iyileşmesi, sosyal güvenlik olanaklarının giderek yaygınlaşması, kitle iletişim araçlarının toplumsal yaşamı giderek etkilemesi ve bireysel yaşamı şekillendirmeye başlaması, tüm eğitim aşamalarından kız çocuklarının daha yoğun olarak yararlanabilmesi ve kadınların iş alanlarında varlık göstermesi ve kendilerini geliştirebilmeleri olarak sıralar (Tolan, 1990: 498). Sonuç olarak cumhuriyetle gelen modernleşme süreci kadını eğitimli ve ekonomik özgürlüğünü kazanmış, giyimiyle Avrupai görünüme bürünmüş bir birey haline dönüştürmüştür. Fakat kadının modernleşmesi sadece kentli kadını kapsamaktadır. Köylü kadının yaşamı geleneksel rollerde ve üretim biçiminde devam etmiştir.

1.3.3.2. 1980 Sonrası Yapısal Değişimler ve Türk Kadınına Yansımaları 1980’lerin değişim süreci içinde oluşan “yeni kadın” kimliği, artık ev kadını değildir. Çalışan, eğitimli ve erkeğin tamamlayıcısı, eşi ve arkadaşıdır. Fiziksel özellikleri ise narin, kırılgan, güçlü, sağlıklı, çevik oluşu, diğer özellikleri ise gereksiz kıskançlıklar yapmayan, para gözlü olmayan, sevimli, zevkli, erkeğin kaprislerini anlayan ve aynı zamanda da güzel bir kadın oluşudur (Demez, 2005: 148). Çerçevelenen bu yeni modern kadın kimliği ile geleneksel toplum kuralları gereği kendini fazla gösteremeyen eski kadınların yerine, eğitimli ve meslek sahibi kadın imgesi yaratılmaya çalışılmıştır. Kitle iletişim araçları da bu yeni modern kadın imgesine sıkça yer vererek, kurulan yeni modern devlete hizmet etmiştir. Modern kıyafetleri içerisinde, çeşitli meslek dallarında çalışan kadınlara medyada sıkça yer verilmektedir. (Özgüven, 2010: 221-222).

Kadının bu dönemde statüsünün arttığı kesin olarak söylenebilir, fakat sadece eğitimli ve çalışan kadın değil, orta sınıf ve ev hanımı olan kadınlar da kentteki yasam tarzının getirdiği değişimden etkilenmiş ve güçlenmiştir. 1990’lı yıllar ise 80’lerin devamı olarak köklü değişimlerin yaşandığı, simgesel yapı taşlarının yerinden oynadığı

bir dönemdir. Artık yerleşmiş olan tüketim kültürü cinselliği geleneksel baskıdan kurtarmıştır. Yeni ilişki ve iletişim biçimi modelleri gözlenmeye başlamıştır (Demez, 2005: 150). Feminizmin varlığını gösterdiği yıllarda Türkiye’deki kadın hareketi de Batı’dan gelen dalga ile yeniden canlanmaya başlamış, eğitimli laik düşünce yapısına sahip kadınların öncü olduğu örgütlenmeler ve faaliyetler kendini göstermiştir. Diğer taraftan, Türkiye’de feminist siyasetin özgürlükçü sol siyaset ile 1968 sonrası dönemlerde birlikte varlık göstermemesi kadın hareketinin de Avrupa’dan farklı gelişmesinin en önemli nedenlerinden biridir. 1980’lerin ortasına kadar ortaya çıkmayan feminist örgütlenmeler, ‘sol hareketler ’in Avrupa’da feminist siyasetlerle karşılaşıp etkilendiği 1970’li yıllarda değil, Berlin duvarının yıkıldığı ve dünya siyasetinin yeni bir liberal/muhafazakâr siyasal dalga ile şekillendiği post-Sovyet döneme rastlamaktadır. Bu dönemde siyasi anlayış da solun eşitlik-özgürlük anlayışı yönünde olmamıştır. Feminist örgütler Türkiye’de 1990’lı yıllarda gelişen kimlik ve kültürel tanınma fikriyle hareket eden siyasetlerle şekillenen etnik ve dini kökenli siyasal hareketlerle aynı zamana denk gelmiştir (Sancar, 2011: 78).

Yeni kadın hareketi Türkiye’de Avrupa’dan on yıl sonra gerçekleşerek, 1980'lerin başında ortaya çıkmıştır. Sol hareketleri, Avrupa’da eğitim alarak yurda dönen genç kadınların kendi bakış açılarıyla eleştirmeleri ve Yükseköğretim Kurumu (YÖK) yasası nedeniyle üniversiteden istifa eden genç akademisyen kadınların oluşturdukları ‘bilinç yükseltme’ grupları, erkeğin birincil olduğu düzene dolayısıyla devlete eleştirel yaklaşımlarla yeni bir anlayış getirmişlerdir (Arat, 2010: 88-89). Eğitim oranının artması, kitle iletişim araçlarıyla bilgi paylaşımının yaygınlaşması feminist hareketlere de hız kazandırmıştır.

1980’li ve 1990’lı yıllarda Türkiye’de kadının istihdamdaki varlığı bugüne göre çok daha iyi seviyelerde olduğu anlaşılmaktadır. 1988 yılında kadın istihdamı oranı %30,6, 1999 yılında ise %27,8 olarak gerçekleşmiştir. 1980’li ve 90’lı yıllarda kadın istihdamının çok büyük bölümü tarım sektöründe gerçekleşmiştir ve bu sektörde istihdam edilen kadınların büyük çoğunluğu, hiçbir gelir elde etmeden ve sosyal güvenlik sistemine dâhil olmadan ücretsiz aile işçisi olarak çalışanlardan oluşmaktadır. Nitekim 1988 yılında kadın istihdamı oranı %30,6 olarak gerçekleşirken bunun %76,8 gibi çok büyük bir bölümü tarım sektöründe gerçekleşmiştir ve aynı yıl içerisinde

toplam istihdamda ücretsiz aile işçisi olarak çalışan kadınların oranı %70,2’dir (https://www.tbmm.gov.tr/).

Kadın istihdamını kent-kır ayrımı olarak değerlendirdiğimizde asıl gelişmenin kentsel alanda yaşandığını söylemek mümkündür. Buna göre 1988 yılında toplam kadın nüfusunun %48,9’u kentlerde yaşarken 1999 yılında bu oran %58,3’e, yükselmiştir. Kentsel alanda yaşayan kadınların artan nüfusuna bağlı olarak kentlerdeki kadın istihdamında da önemli oranda bir artış meydana gelmiştir. Buna göre 1988 yılında kentteki kadınlarda istihdam oranı %12,7 iken bu oran 1999 yılında %14,7’ye, yükselmiştir. Kentteki kadın nüfusunda görülen artışın aynı oranda istihdama yansımamasının temelinde yatan birçok faktör bulunmaktadır. Kırsalda sahip olunan tarım arazisinin aile üyelerinin ortak emeği ile işlendiği ortamların terk edilerek kente göç edildiği koşullarda, ailenin erkek üyeleri, kentlerde yaygın olarak enformel sektörlerde ve özellikle de işportacılık ve inşaat gibi alanlarda iş bulabilmişlerdir. Bunun karşısında yeterli eğitimi alamamış, çoğu zaman okuma-yazma bile bilmeyen ve işgücü piyasasının talep ettiği vasıflara sahip olamayan, ev işleri ile çocuk-yaşlı bakımı sorumluluğunu üstlenmesi beklenen kadınlar, işgücünden uzaklaşmış, ev içerisine hapsolmuşlardır. Kente göç eden ailelerin erkek üyeleri için devlet kurumlarında bir iş sahibi olabilmek büyük bir ayrıcalık olarak algılanırken kadınların bulabildikleri işler genellikle evlere temizliğe gitme, parça-başı iş alarak ev-eksenli üretime katılma ya da varsa yakın çevredeki küçük çaplı atölyelerde konfeksiyon ve tekstil gibi alanlarda yapılan işler olarak öne çıkmıştır (https://www.tbmm.gov.tr/).

Türkiye’de kadının çalışmasına ikincil ve yedek gözüyle bakılmakta, işyerlerinde çalışanlar arasında kadın-erkek farkı gözetildiği gözlemlenmiştir. Kadınların çalışma yaşamında karşılaştıkları diğer bir ayrımcılık da işe alınma sürecinde ortaya çıkmaktadır. Türk iş gücü piyasasında işverenler genel kabul görmüş inanç ve önyargılarla hareket ederek, kadınların evlendiklerinde ya da çocuk sahibi olduklarında işlerini bırakacaklarını ya da işlerine kendilerini aileleri ve çocukları arasında tam olarak veremeyeceklerini düşünürler. Yapılan araştırmalar ise işverenleri haklı çıkarır niteliktedir. Kadınların işlerini bırakma nedenlerinin başında evlenme ya da nişanlanma gelmektedir. Hane Halkı İşgücü Araştırması 2008 Şubat Dönemi sonuçlarına göre, bir iş sahibi olup, söz konusu dönemde evlilik nedeniyle işgücü dışında olanların oranı yüzde

9,2’dir. Bu oran, evliliğin işi bırakmak için önemli bir sebep olduğunu göstermektedir (Çakır, 2008: 33).

1980’li yıllar aynı zamanda kadın hakları konusunda çalışmaların ve kadın hareketlerinin güçlendiği ve çeşitlendiği bir dönem olmuştur. 80’li yıllar kadınların kendi bakış açısıyla fikirlerini söyleme cesareti bulduğu, bu yönde eylemler düzenlendiği hatta büyük küçük dernekler kurduğu ve yayın faaliyetinin artarak çeşitlendiği bir dönemdir. Özellikle iyi eğitimli kentli orta sınıf kadınlar bir araya gelerek, toplumun ve özellikle kadınların bilincini yükseltmek için mitingler, imza kampanyaları düzenlemişlerdir. Toplumun ve kadınların yoğun ilgisi üzerine devletten bağımsız kadın kuruluşları ve yayınların sayısı hızla artmıştır (Tuncer, 2010: 40). 1987 yılında kadınların uğradığı şiddete karşılık, Dayağa Karşı Yürüyüş kampanyaları başlatılmıştır. Bu kampanyanın hemen ardından Ayrımcılığa Karşı Kadın Derneği, Sosyalist Feminist Kaktüs, İnsanca Yaşam İçin Kadın Derneği vb. dernekler kurulmuştur (Arat, 2010: 88-89). Yine 1990 yılında şiddete maruz kalan kadınlara destek vermek, aile içindeki şiddete karşı önlem ve dayanışmayı sağlamak amacıyla Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı kuruldu (https://www.morcati.org.tr/tr). Ayrıca bu

dönemde feminizm farklılaşıp ayrışmaya başlamıştır. Kendilerini ‘Biz Müslüman Kadınlar’ diye tanıtan türbanlı feministlerin ortaya çıkmasıyla bu ayrışma daha da netleşmiştir (Arat, 2010: 90). Müslüman kadınlar laik sistemde kendilerinin yok sayıldığını ifade ederek kamusal alana dahil olabilmek için kendi yapılanma çalışmalarını başlatmışlar ve kırktan fazla İslamcı kadın derneği, vakfı ve girişim grubu barındıran Gökkuşağı İstanbul Kadın Platformunu kurmuşlardır (Çayır, 2009: 41-68).

Türkiye, laik-sol temelli ve İslami olmak üzere iki türlü kadın hareketinin doğuşuna şahit olmaktadır. İslamcı kadınlar kendilerini batılı hemcinslerinden ayırmakta ve onların çalışarak aslında özgürleşmediklerini tam tersine sömürüldüklerini ileri sürmektedirler çünkü kadın ev işi sorumluluklarını da dışarıda çalışma ile birlikte devam ettirdiği için, bunun kadın ve erkek arasında bir eşitlik olmadığını belirtirler (Göle, 2008: 135–136). Her ne kadar batılılaşma hareketleriyle sosyal ve siyasal alanda dinin etkileri kırılmaya çalışılsa da yerleşik düşünceler de varlığını sürdürmektedir. Dolayısıyla modern, laik ve İslami ideoloji olarak iki farkı kutuplaşmaların olduğundan bahsedilebilir.

Başbakanlık Kadın Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü Türkiye’de kadının son yıllardaki durumunu 2017 yılında yayınladığı bir raporla sunmuştur:

- 2015 verilerine göre, okuma-yazma bilmeyen her 10 kişiden 8’ini kadınlar oluşturmaktadır.

- 2014 yılı araştırmasında ülke genelinde yaşamının herhangi bir döneminde eşi veya eski eşi tarafından fiziksel şiddete maruz bırakılan kadınların oranı %36’dır. Bu oranın 2008 yılı araştırmasında %39 olduğu görülmektedir.

- 2016 verilerine göre, 2005 yılında % 20,7 olan kadın istihdamı oranı 7,3 puanlık bir artış ile % 28’e yükselirken, kadınların işgücüne katılma oranına bakıldığında ise 2005 yılına göre 9,2 puanlık artış ile %32,5’e yükselmiş olduğu görülmektedir.

- Eğitim durumlarına göre kadın işgücüne katılımında ise % 71,3 ile en fazla yükseköğretim düzeyindeki kadınlar ön plana çıkmaktadır (https://kadininstatusu.aile.gov.tr/uygulamalar/turkiyede-kadin).

2000’li yıllarda günümüzde değişim sürmektedir, çalışan kadın sayısı artmış, ev kadınları çeşitli şekillerde kendilerini geliştirmeye başlamış, kadın-erkek ilişkileri daha eşitlikçi yapılanmalara kavuşmuş, kadın da ev içinde karar verme yetisine sahip olmuş, kamusal alanda artık cinsiyetini gizlemeden var olabilmiştir. Kadının konumu, statüsü ve rollerinde yadsınamaz değişimler gerçekleşmiştir. Fakat şu bir gerçektir ki; var olan değişme ve gelişmeye karşın geleneksel toplumsal cinsiyet rollerinin toplumda devam ettiği ve yeniden üretildiği, bunun da kitle iletişim araçları gibi değişimin ürünleri tarafından desteklendiği yapılan birçok araştırma sonucu ile de kanıtlanmıştır (Dönmez, 2008: 42).

Sonuçta toplumsal geleneklerine bağlı bir millet olmamızın da sonucu olarak ataerkil düzenden vazgeçilemeyeceği bilinen bir gerçektir. Diğer taraftan kadının cumhuriyetten beri süregelen müthiş bir değişim ve dönüşümüne şahit olmaktayız. Kadının kamusal alanda var olma mücadelesi bugün bile hala sürmektedir.

İKİNCİ BÖLÜM

REKLAMDA KADIN İMGESİ KULLANIMI

Günümüzde reklamlar tüketimi teşvik etmek, alışkanlıkları belirlemek ve yaşamı yönlendirmek adına hayatın her alanında farklı teknik ve yöntemlerle karşımıza çıkmaktadır. Reklamlarda özellikle kadın figürü kullanılarak insanların tercihleri belirlenmekte, ikna kolaylaşmakta ve dolayısıyla tüketim daha çabuk gerçekleşmektedir. Bu bölümde öncelikle reklamın tanımı, Türkiye’de tarihsel gelişimi, amacı ve toplumsal etkileri ele alınmıştır. Reklamlarda kadın unsurunun nasıl kullanıldığını daha iyi anlamak için kadının toplumsal kimliği tartışılmıştır. Toplumsal cinsiyet rollerinin öğrenilmesinde medya ve reklama değinilecek, medya ve reklamlarda kullanılan kadın biçimleri incelenmiştir.