• Sonuç bulunamadı

1.KORKUNUN KAVRAMSAL ÇERÇEVESİ

2. TOPLUMSAL DEĞİŞİM SÜREÇLERİ VE KORKU

2.4. Yeni Çağ’da Yaşanan Korkular

Yeniçağ dönemi Avrupa’da mezhep savaşlarının oluşturduğu korkular, feodal sistemin çöküşünün beraberinde getirdiği korkular, kıtlık ve salgın hastalıkların oluşturduğu korkular başlıkları altında incelenmektedir.

2.4.1. Avrupa’da Mezhep Savaşları’nın Yarattığı Korkular

Yeniçağ’da yaşan korkulardan çoğunun temelinde din kavgalarının olduğu anlaşılmaktadır. Aslında bu çağdan önce de Katolik Kilisesi’ne karşı eleştirel yaklaşımlar ve reform talepleri olsa bile kilise yükselen bu aykırı sesleri şiddet ve baskı yoluyla kontrol altına almayı başarmıştır. Katolik Kilisesi’nin sarsılmaz otoritesi Almanya’da Wittenberg Üniversitesi’nde ilahiyat profesörü olan Martin Luther’in 1521 yılında Roma kilisesinin dine yaklaşımı konusunda eleştirisini içeren düşüncelerini açıklamasıyla (Wıesner-Hanks, 2009, s.226) yara almaya başlar. Martin Luther günahkâr bir insanın bile kurtuluşa giden yolu ele geçirebileceği yolundaki inancına dayanan düşüncelerini açıklarken, kilisenin cennetten yer satın alındığına dair verdiği endüljans belgelerinin geçersiz olduğunu ileri sürerek mevcut düzene meydan okumuştur. Luther’in görüşleri akademik tartışmanın çok ötesine

25

geçerek Hristiyanlık açısından önemli bir milat yaratır. Matbaa aracılığıyla kısa sürede Almanya’da ve komşu ülkelerde hızlı bir şekilde yayılan Luther’in görüşleri (McNeil, 2007, ss. 447-448) yeni mezheplerin doğuşuna zemin hazırlar (McNeil, 2007, ss. 447-448). Hristiyanlıkta yeni mezheplerin doğuşu ise Avrupa’da yüzyılın üzerinde süren din savaşlarının yarattığı korkulara da kaynaklık eder.

Avrupa topraklarında gerçekleşen reform hareketinin neden olduğu siyasal ve sosyal olaylar 1520-1650 yıllarını kapsayan yaklaşık yüz otuz yıllık bir süreyi kapsar (Akın, 2010, s.79). Bu dönemde Avrupa halkının kültürel yapısında en yaygın ve etkili korkulardan birinin şeytan imgesi olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla kötü adamların şeytanın işbirliği ile insanüstü güçlere sahip olduğuna inanılır, bu yüzden Protestanlar Papa’nın şeytanla anlaştığını söylerken, Katolikler de aynı şeyi Protestanlar için kullanır (Burke, 1996, s.196). Bu süre zarfında Katolikler ve Protestanların birbirlerine karşı hissettikleri yoğun korkunun toplumsal yapıda baskı ve şiddet olarak tezahür ettiği söylenebilir.

Katolik kilisesi toplumdaki muhaliflerin reform taleplerinin artması ve radikal olayların yaşanmaya başlandığı döneme kadar halkın yaşamını kendi otoritesi güçlendirecek şekilde yön vermiştir. 16. yüzyılda Avrupa toplumunun siyasi ve sosyal yapısına bakıldığında, tarihçilerin “toplumsal disiplin” adını verdikleri dönemde, ülkelerini ve toplumlarını daha ahlaklı ve düzenli yapmaya çalıştıkları görülür. Düzen, dindarlık ve ahlak tanrısal lütfun göstergeleri olduğu için dini ve siyasi otoriteler küfrü ve dansı yasaklayan kanunlar çıkarırlar. Cadı oldukları düşünülen, evlilik dışı ilişki yaşayan, Hıristiyanlıktan başka dinlere geçen ve büyü ile uğraşan sapkın kişiler cezalandırılır (Wıesner-Hanks, 2009, s.228).

Bu dönemde toplumsal kontrol mekanizması için gerekli olan korkunun üretilmesi ve yaygınlaşması için cadı avlarının önemli yer tuttuğu görülür. Avrupa’da 1430 ve 1780 yıllarına yayılan legal cadı avlarının çok büyük bir bölümü karanlık Ortaçağ’da değil, Yeniçağ’da yaşanmıştır. Avrupa’da büyük bir histeriyle yaşanan cadı avlarının sebeplerine bakıldığında en önemlilerinin başında kilisede gerçekleştirilmek istenen reformist hareketlerin olduğu sonucuna ulaşılabilir (Olgun’dan aktaran: Akın, 2010, s.11). Nitekim hem Protestanlar hem de Katolikler

26

cadı olduğuna inanılan insanları avlayıp tutuklarken, şeytanla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle idam etmişlerdir. Bu dönemde Avrupa’yı kasıp kavuran din savaşları ve cadı avlarıyla yaşanan katliamlar dalgası insanlığın belli dönemlerde maruz kaldığı bulaşıcı bir hastalık olarak tanımlanabilir. Öyle ki, Avrupa’yı saran histerinin dorukta olduğu dönemde infazlar, salgın hastalık ve savaştan daha fazla kayıpların verilmesin yol açmıştır (Smith, 2001, s.200-202).

Bu bağlamda ele alındığında, Yeniçağ’da yüzyıllardır inanç değerleriyle kitleler üzerinde hâkimiyet kuran Katolik Kilisesi’nin egemenliğini sürdürememe korkusunu yoğun şekilde yaşadığı söyleyebilir. Bu yoğun korkunun rehberliğinde hareket eden din adamlarının din sapkınlarını “cadı” oldukları gerekçesiyle suçladıkları ve cezalandırdıkları anlaşılmaktadır. Diğer yandan Protestanlar’ın da aynı yayılmacı yaklaşımları sırasında, Katolikler’in kendilerini sindirmek için kullandıkları benzer yöntemleri kullanarak korku ürettikleri değerlendirmesi yapılabilir.

2.4.2. Feodal Sistemin Çöküşünün Beraberinde Getirdiği Korkular

Avrupa’daki feodal sistemin çöküşünün başlangıcı Haçlı seferleriyle denizyolu ticareti yaparak zenginleşen kentli bir kesimin doğuşuna dayanır. Burjuva adı verilen bu kentli zengin kesim bir süre sonra feodal sistem için tehdit oluşturmaya başlar. Yeni bir toplumsal sınıfın oluşmasıyla beraber çatırdayan eski düzenin değişme emareleri, aristokrasi ve siyasal iktidarını korumak isteyen kralları da içine alan toplumsal çatışmaların oluşumuna zemin hazırlar.

Yeniçağ’da yaşanan toplumsal ve ekonomik değişimlerin beraberinde Ortaçağ feodal düzenindeki tarımsal üretim önemini yitirirken, endüstri üretimi (kapitalizm olarak) yavaş yavaş egemen eğilim biçimi durumuna gelir. Tüccarlar sınıfının yükselişi şehirlerin büyümesinin bir sonucu olarak, derebeylerin idaresinin bu şehirlerin içine işleyememesi daha anti feodal sonuçlara yol açmıştır. Örneğin bir derebeyine bağlı köylüler bazı şehirlerde bir yıl ya da bir gün yaşadıklarında özgürlüklerini elde edebilmektedir (Roberts, 2010, s.206). Bu sebeple, aristokrasi toplumda ve yönetimde sahip olduğu gücü burjuvanın ele geçirme tehlikesine karşı ciddi korkular yaşamaya başlamıştır. Ancak aristokrasi ekonomik gücünü yitirmeye

27

başlamış olsa da egemenliğini kolay kolay teslim etmek düşüncesinde değildir (Şenel, 2011, s.306). Tüm bu gelişmeler Avrupa ülkelerinin çoğunda ayaklanmalar ve şiddet eylemlerinin yolunu açar. Örneğin XV. Yüzyıl Almanya’sında köylü ayaklanmaları yaşanırken, çoğu zaman kentlerdeki yoksullar ve hatta burjuvalarca desteklenen bu ayaklanmalar feodal düzeni büyük ölçüde güçsüz düşürür (Akın, 2010, s.80-81). Köylüler şatoları yıkıp senyörleri öldürürken, sınıfsal çatışma XIV. Yüzyılın ikinci çeyreğinde daha büyük boyutlara ulaşır (Timuçin, 2004, s.386). Köylü ayaklanmalarının ulaştığı nokta feodal sistemin çöküşünün habercisi olarak yorumlanabilir. Bu doğrultuda ele alındığında ticaret ile beraber doğan yeni bir toplumsal sınıfın oluşturduğu korkuların yanı sıra, yüzyıllarca haklarını alamayan ve ezilen köylülerin korkularının düzene karşı isyana dönüşmesi feodal sistemin çöküşünü hazırlayan etkenler arasında gösterilebilir.

2.4.3. Kıtlık ve Salgın Hastalık Korkuları

16. Yüzyılda özellikle iklim koşullarında yaşanan kötüleşme sadece hayatını tarımdan kazananlar için değil toplumun tüm kesimleri için ciddi korkuların kaynağı olmuştur. Çünkü kuraklık ya da aşırı yağış ve donla başlayan bu süreç, gelecek yıllarda yaşam koşullarının felaket boyutlarına ulaşacağı bir kötüye gidişatın habercisi niteliğindedir. Yeniçağ’da yaşanan iklim şartlarının kötüleşmesi, üretimin düşmesi ve nüfus artışının neden olduğu kıtlığın yanı sıra olumsuz yaşam koşulları nedeniyle hızla yayılan salgın hastalıklar Avrupa’da yaşayan insanların korkularının kaynağını oluşturur.

16. yüzyılın sonlarından başlamak üzere 1630’lu yıllara kadar sürecek olan dönem tarihçiler tarafından “Küçük Buzul Çağı” olarak tanımlanmaktadır. İklim koşullarında beklenmeyen ve uzun süreli değişikliklerin etkileri kendini en fazla tarımsal alandaki düşüşte gösterir. Bunun devamında ortaya çıkan pahalılık satın alma gücünü azaltırken, özellikle kırsal kesimde açlık en önemli yaşamsal korkuların başında gelir. 1580’li yılların başında olumsuz hava koşulları nedeniyle yaşanan pahalılık yaklaşık on yıl sürerken, açlığın beraberinde yetersiz hijyenik koşullarının da etkisiyle salgın hastalıklar yaşanmaya başlar. 16. Yüzyılın son çeyreğinde yaşanan soğuk hava dalgasıyla başlayan felaketler zincirinin son halkasını ise 1581-1588 ve 1592-1593 yıllarında yaşanan iki büyük veba salgını oluşturur (Akın, 2010, ss.80-

28

81). Bu olumsuz yaşam koşulları sonucunda Avrupa’da yaşanan kıtlık ve salgın hastalıklar nedenleriyle şehirlerde doğanların sayısı ölenlerin sayısını aşmadığı anlaşılır. Çünkü şehir duvarlarının içinde veya hemen dışında çok sıkışık bir alanda yaşayan şehir nüfusu her tür hastalık için ideal bir üreme ortamına sahiptir (Wıesner- Hanks, 2009, s.59).

O yıllarda krallar için uyruklarının sayısının artması daha fazla vergi ve asker anlamına geldiği gibi güçlü bir ekonominin göstergesi olarak da sayılmaktadır. Fakat nüfus artışı fırsatlar kadar sorunları da beraberinde getirmiştir. Yiyeceğe olan talebin artması ile yiyecek fiyatlarındaki büyük artış ayaklanmalara ve şiddet olaylarına yol açmıştır. Öyle ki Mcneil (2007), bu dönem Avrupası’nda geleceğin belirsizliğinin etkisiyle dünyada kötülüğün ve açgözlülüğün kol gezdiği inancının yaygınlaştığına dikkat çekerek, bu inanç ile yaşanan dinsel ve siyasal çatışmalarının önceki dönemlere göre daha sert yaşandığını ifade eder (s.428).